31 Ağustos 2015 Pazartesi

MELİH KORAY BİNALARININ KORUNMASI

Melih Korayla yaptığımız toplantıdan çıkmış, ikimiz Kadıköy’de yan yana yürüyorduk. Bir ara durdu bana döndü ‘Nerden aklına geldi bu iş?’ dedi. Yüzüne baktım. Hiç aklında olmayan bir durumdu. Sanki rahat rahat yaşarken huzuru kaçmıştı ama durumdan da mutlu olmaktaydı. ‘Melih Ağbi, benim için halkın takdir ettiği işler ve bu işleri yapan kişiler değerlidir. O kişilere ve işlerine değerleri verilmelidir’ dedim.

Melih Koray’ın Kadıköy Belediyesine kendi el yazısıyla binalarının korunması başvurusunu ben istemiştim. Çünkü: Bu yazı duygusal ama değerli bir belge olabilecekti. Ayrıca Kadıköy Belediyesinin Kurula başvurması daha kurumsal olmuştu.

Melih Koray binaları için yazdığım yazılar semeresini vermeye başladı. Bazı Üniversitelerimizin mimarlık bölümlerinde Melih Koray’ın binalarıyla ilgili çalışmalar yapılmakta, binalarının arşivi çıkarılıp ilgili Kurula başvuru yapılması hazırlıkları başlatılmaktadır. Bunları duymak insanı sevindirmektedir. Bu anlamdaki çalışmaların çoğalacağını umuyorum.

Melih Koray binalarının tescil edilmesi aslında Koruma Kurullarına yeni bir anlayış getirecektir. Koruma Kurulları 100 yıllık binalara korunmalarının nedenleri konusunda fikir üretmişler. Ancak 40-50 yıllık binalara hele apartmanlara nasıl fikir üreteceklerini henüz tartışmamışlar, oluşturmamışlar. Hâlbuki kentsel dönüşüm ile Mimarlık dönemleri artık daha çabuk değişmektedir. 1950-1980 yılları arasında yapılan binalar bir dönemi yansıtmaktadırlar ve o binalar hızla ortadan kalkmaktadırlar.

Konumuz olan Bağdat Caddesinde daha önceki köşklerin hiçbiri kalmamış, üstelik arşivleri de tutulmamıştır. Hiç değilse onlardan sonraki apartmanların korunması en azından arşivlerinin tutulması mimarlık tarihimiz açısından önemlidir.

İstanbul Türkiye’nin, Kadıköy ise İstanbul’un en değerli topraklarına sahiptir. Bu sebepten Kadıköy ilk ‘kat karşılığı inşaatçılık’ yapılan yerlerden biridir. 1960 larda başlayan bu anlamdaki apartmanlaşma önce çoğunlukla Bağdat Caddesinde oluşmuş daha sonra diğer bölgelere geçmiştir.

O yıllarda Bağdat Caddesinde oluşan bina karakteri kendine özel olup Caddeyi ünlü yapmıştır. Bu anlamda Caddedeki bina karakterleri korunmalıdır. Aksi takdirde her yere olduğu gibi Bağdat Caddesine de yeni inşa edilen binalar birbirlerinin aynı olacaktır.

Böyle gerçekleşecek değişim ise önce Bağdat Caddesinin sonra da Kadıköy’ün değerini düşürecektir.

Bu anlamda Bağdat Caddesinin karakter kazanmasına en çok katkıyı koyan Melih Koray’ın binalarını korumanın çarelerini aramalıyız. İddia ediyorum ki bu binalar korunursa yerlerine yapılacak olanlardan daha değerli olacaklardır.
ARİF ATILGAN MİMDAP ARALIK 2014

  
CHP İLE İLGİLİ DUYGULARIM

Deniz Baykal’a yapılanlara oldukça öfkelenmiştim. Çünkü: Deniz Baykal CHP ilkelerine uyan bir kişilikte idi. Yerine Kemal Kılıçdaroğlu geçince biraz sakinleşmiştim. Çünkü: Kemal Kılıçdaroğlu’nu SSK Genel Müdürlüğü zamanında dürüst bir bürokrat olarak tanımıştım. Ancak yine de benim için kişiler değil partinin durumu önemli olmakta idi.

Kemal Kılıçdaroğlu 2011 yılında TBMM de yaptığı boykota karşı Başbakanın ‘Tükürdüklerini yalarlar’ sözünü doğru çıkardığında beni üzmüştü. Siyasetçi başaramayacağı eyleme soyunmamalıdır.

Daha sonra 2013 yılında Yeldeğirmeni’ndeki tarihi Özen Sinemasında oluşturulan TAK çalışmasının açılışına gelmesinden itibaren kendisiyle ilgili olumlu düşüncelerim azalmaya başlamıştı. Zira Kadıköy Belediyesinin bir özel şirketle ortak olarak TAK çalışmasını başlattığı Özen Sineması kaçak tadil edilmişti. Bu tip açılışları sağ parti liderleri yaparlar bu şekilde kaçak bir yapıyı legal hale sokmuş olurlardı. Anımsadığım kadarıyla ilk defa bir sol parti lideri böyle bir şey yapıyordu.

Bir süredir CHP lilerin açıklamalarında artık sol değil sağ parti oldukları seslendiriliyor. Cumhuriyet, Atatürk ilkeleri gibi kavramları ama esas olarak CHP nin altı okunun anlamını olumsuz göstermek için sanki özel olarak ‘ulusalcılık’ kelimesi üretilmiş. Bu anlayıştaki insanlar ‘kafatasçı’ gibi gösterilmek isteniyor. Hâlbuki CHP içersindeki ulusalcılığın o anlamda olmadığını biliyorum.

CHP yerel seçimlerde kendi çizgisi dışında çeşitli kişileri partiye davet etti ve önemli yerlerden aday yaptı. Cumhurbaşkanı seçimindeki aday da böyle bir adaydı. Hâlbuki CHP nin ilkelerine uygun kişiler aday olsa seçimler daha başarılı geçebilirdi. Kaldı ki Parti kendi adaylarıyla kaybetse bile o seçimlerden güçlenerek çıkabilirdi.

Bugünlerde haberlerden öğrendiğim kadarıyla CHP nin bu anlayışı devam etmektedir. Zira yine CHP ile ilgisi olmayan anlayışta bir partiden tanınmış bir isim transfer ediliyormuş.

Yerel seçimler öncesi sadece tapelerle propaganda yapılmış, Cumhurbaşkanı seçimi öncesi tek argüman olarak ‘bizim adayımızı seçmezseniz Tayyip gelir’ cümlesi kullanılmıştı. Hâlbuki halk düşüncelerinizi projelerinizi duymak istiyordu.

Son yerel seçimlerden ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce yapılan açıklamalarda Partinin içersinde her türlü anlayışın olduğu anlatılmaktaydı. Bunlar CHP nin altı okunun ilkelerine bağlı insanları tedirgin eden şeylerdi. Aslında her anlamda düşüncesi olanlar siyasi parti içinde olabilirler ancak orada o siyasi partinin ilkelerine uymalıdırlar.

CHP ye en yakın parti DSP dir. Niye onlarla birlikte hareket etmek düşünülmez şaşırırım.

Yaşadığımız son iki seçim göstermektedir ki seçim kampanyası sadece rakibini kötülemekle yapılmamalıdır. Cumhurbaşkanı seçiminde HDP adayı düşüncelerini, yapmak istediklerini anlattı. Hiç umulmadığı kadar halktan destek gördü. CHP bu durumu örnek alarak incelemeli bence.

Eğer yakın gelecekte solun temsilcisi olarak HDP ana muhalefet partisi olursa bunun hesabını bugünkü CHP yöneticileri veremezler.

Partideki bir tuhaflığı da Genel Başkan adayı Muharrem İnce söylemiş. Kendisinin Cumhurbaşkanı adayını medyadan öğrendiğini açıklamış. Partinin bu derece önde isimlerinin bile bazı konulardan haberinin olmaması bana çok tuhaf gelmektedir.

CHP den ‘Sosyal demokrat olduğunu söyleyen parti’ Diye bahsedilmektedir. CHP li belediyelerin bulunduğu ilçeler aslında ortanın sağı partilere sempatisi olan insanların yaşadığı yerleşimlerdir. Köşe yazarlarının da yazdığı gibi CHP ye oy verenlerin büyük kısmı, CHP ye oy vermek istediğinden değil, AKP ye zarar vermek istediklerinden CHP ye oy vermişlerdir. Ancak bu durum bir partiyi nereye kadar götürür? Siyasi parti, halkından onlara vaat ettikleriyle oy alabilmelidir.

Halkımız eskiden olduğu gibi CHP ye altı okunun ilkeleri dolayısıyla oy vermek istemektedir. Cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, laiklik, devletçilik ve devrimcilik ilkeleri bugün hala ilk günkü tazeliğini korumaktadır. Bazılarının yaptığı gibi bu ilkelerin günümüze uyarlanmasına gerek yoktur.

Önümüzdeki Parti Kurultayında kimin kazanıp kazanmayacağı ile fazla ilgilenmiyorum. Benim için önemli olan kurultay sonrası Parti CHP gibi CHP olacak mıdır? Sorusunun cevabıdır.

CHP halkını küçük görmemeli, sağ görüşe kayarak oy toplayabilmek düşüncesinde olmamalı, İsmet İnönü’nün Ortanın Solunu ve Bülent Ecevit’in Demokratik Solunu anımsamalıdır. İnsanlara iyi günleri vaat etmeli bunu nasıl yapacağını anlatan projelerini sunmalıdır. Halkımıza sunulacak projeler ile yakın gelecekte ortanın solunda bir parti olarak iktidara yürümelidir.

Dilim varmıyor ama aksi takdirde yakın gelecekte CHP baraj altı kalacak ve prestiji sarsılarak ortadan kaybolacaktır. Öyle bir ortamda onun yerine siyasi arenaya birden fazla parti çıkacağı bellidir. Bu durumda cumhuriyeti, Atatürk’ü, bayrağımızı seven, altı okun ilkelerine uyan bir parti halkımızdan önemli destek alacaktır.

İyi bir muhalefet partisinin iktidara soracağı birçok soru bulunmaktadır. Örneğin: Ekonominin sadece inşaat faaliyetlerine bağımlı olmasının sonu ne olacaktır?  İmar rantları kentleri ne hale sokmaktadır? Sanayiciliğin ‘Out’ AVM ciliğin ‘İn’ olması ülkeye yarar getirir mi? Her cümlede ileri sürülen ‘Davanız’ nedir? Sık sık dile getirdiğiniz ve birbiriyle çelişkili iki kelime olan  ‘Restorasyon’ ve ‘Yeni Türkiye’ kavramları ile neyi ifade etmek istiyorsunuz? İmam-Hatip okullarının çoğalmasının sebebi nedir? Gibi.

Umarım CHP, yapacağı kurultaydan sonra bu anlamdaki soruları ile iktidarı eleştirmeye başlar, buna karşılık kendi önerilerini sunar ve tekrar güçlenmeye başlayarak kendisi iktidara gelebilir.
ARİF ATILGAN Ağustos 2014


ÜZÜLÜYORUM
1950 li yıllardı. Küçük bir çocuktum. Siyasi partilerden anlamıyordum. Ancak DP o kadar çok konuşuluyordu ki sadece DP yi biliyordum. Bir gün semtin yakınında DP nin mitingi olmuş sokaklara mitingden arta kalan döviz ve afişler saçılmıştı. Onlardan birini almış eve götürmüştüm. İyi bir şey yaptığımı düşünmekteydim ve annemden ona göre olumlu tepki bekliyordum. Annem elimdeki pankartı görünce ‘Oğlum biz o partili değiliz, ekmek partiliyiz’ demişti. Ekmeğin en bulunan şey olması dolayısıyla bir anlam veremediğim Annemin sözlerini yıllar geçtikçe çok iyi anlamıştım. Akşam babam gelince konuyu daha net açıklamış ve ‘Biz CHP liyiz’ demişti. CHP yi pek duymamıştım ve niye herkes gibi olmadığımıza şaşırmıştım. 1950 lı yılların sonlarında Yeldeğirmeni’ndeki sokağımızda bazı evlere kırmızı çarpı işareti konmuştu. İşaretlerin daha çok gayri Müslimlerin ve okumuş ailelerin evlerinde olduğu anlaşılıyordu. Bizim aile de okumuş olduğu için olsa gerek bizim evimizde de işaret vardı. Bu ailelerin CHP sempatizanı olduğunu yazmama gerek yok sanırım.

Diğer partiler değil ama CHP beni ilgilendirmektedir. Bu anlamda da CHP ile ilgili duygularımı yazma hakkımın olduğunu düşünüyorum.
 
CHP, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde 1923 yılında ‘Halk Fırkası’ adıyla kurulmuş, 1924 yılında ‘Cumhuriyet Halk Fırkası’ olmuş, 1935 yılında ise ‘Cumhuriyet Halk Partisi’ adını almıştır. 1927 yılında cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, laiklik olarak dört temel ilkesi belirlenmiş. 1935 yılında devletçilik ve devrimcilik ile partinin ilkeleri altıya çıkarılmıştır. Bu ilkeler partinin bayrağındaki altı ok ile açıklanmıştır. Devlet Partisi olarak kurulan CHP ülkeye demokrasinin gelmesi için bir başlangıç olarak düşünülmüştür.

1940 lı yıllarda partinin başındaki lider Milli Şef İsmet İnönü, yeni kurulan DP ye kaybedeceğini bildiği halde demokrasi için 1950 yılında seçimlere gitmiştir. 1950 li yıllarda İsmet Paşa adıyla anılmış ve muhalefet partisinin lideri olmuştur. İsmet Paşa 1960 lı yıllarda İsmet İnönü olmuş ve partinin ilkelerinden devletçiliğin ortanın solu anlamında olduğunu açıklayarak solu sahiplenmiştir. Ayrıca ortanın solu kavramı ile partiyi bürokrasiden ayırdığını da belli etmek istemiştir. 1960 lı yılların sonunda ve 1970 li yıllarda yeni lider Bülent Ecevit, solun tavandan değil tabandan tavana oluşması gerektiğini ifade ederek partiye demokratik sol kavramını getirmiştir. 1980 li yıllarda 12 Eylül darbesi tarafından parti kapatılmış. 1990 lı yıllarda kapatılan partilerle ilgili yasa kaldırılmış ve CHP tekrar siyasete girmiştir. Parti 1999 yılındaki seçimlerde ilk defa barajı aşamamış ve TBMM ye girememiştir. Bu yıllardan sonra Partide Deniz Baykallı dönemlerin başladığı görülmektedir.

Kuruluşundan itibaren her zaman altı okun ilkeleriyle hareket eden CHP de 2000 li yıllarda bazı değişiklikler göze çarpmaktadır. Örneğin: Sanki artık halkın solu benimsemediği düşünülerek Partiye Liberal görüşlü kişiler transfer ediliyor. Yaşadığımız son 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde ise parti görüşünün dışından kişiler aday gösteriliyor. Örneğin: İBB başkan adayının artık CHP ile ilgisi kalmamış, Üsküdar adayı eski bir müftü,  Fatih belediye Başkan adayı Erbakan ailesinin ferdi, Ankara Büyükşehir Adayı eski bir MHP li, Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı ise bir önceki dönemde AKP Antakya belediye Başkanı idi.

10 Ağustos 2014 tarihinde yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise bazı CHP lilerin deyişiyle kendilerinin dünyasından olmayan bir isim aday gösterilmiştir. CHP son yıllarda rakip takımın öne çıkan isimlerini transfer eden spor kulüplerine benzemiştir. Hâlbuki siyasi partiler spor kulübü değillerdir.

Bana göre CHP nin cumhurbaşkanı adayının Deniz Baykal olması en doğru karardı. Deniz Baykal altı okun ilkelerine uyan ve meydanlara, kürsülere yabancı olmayan bir kişidir. Kazanma şansı olabilirdi. Kazanamasa dahi karşısındaki rakiplerini hırpalardı.

Ben cumhurbaşkanı adayları içinde altı okun ilkelerine uyan bir aday istiyorum. Oy vermek vermemek sorunu değil benim sorunum.

Sanki insanlara altı okun cumhuriyetin kurulduğu yıllara ait olduğu anımsatılmakta, bugün artık yeni bir döneme girildiği işaret edilmektedir.

İlgimi çeken bir başka konu ise Partinin cumhurbaşkanı adayı ilan edildiğinde CHP nin içinden de dışından da kimsenin konudan haberdar olmadığının anlaşılması idi. 30 Mart 2014 yerel seçimleri öncesinde de buna benzer durumlar olmuştu sanırım. Vatandaş olarak Partideki bu duruma da şaşırdığımı söylemek durumundayım.  

İlk defa CHP nin kuruluşundaki cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, laiklik, devletçilik ve devrimcilik ilkelerinden söz edilmeyen bir seçim yaşayacağımız için.
Üzülüyorum.
ARİF ATILGAN AĞUSTOS 2014

Sevgili Dostlar
Bu yazıyı Cumhurbaşkanlığı seçiminden bir ay önce Temmuz ayı başlarında yazmıştım. Olumsuz etki, yanlış anlaşılma olmasın diye yayınlamamıştım.

CHP, ona oy verenler tarafından tartışılmalıdır artık diye düşünüyorum. 
PATRİCİLER VE PLEBLER

MÖ 500 lü yıllarda Antik Roma İmparatorluğunda insanlar iki sınıfa ayrılmışlardı. Patriciler ve Plebler. Patriciler “seçkinler”in yer aldığı sınıf oluyordu. Zengin, büyük arazi sahipleri olan patriciler sayılarının az olmasına rağmen her zaman erki ellerinde bulundurup idare edenler sınıfını oluşturuyorlardı. Plebler ise halkın yer aldığı sınıf oluyordu. Zengin olmayıp, çalışan sınıf olan plebler sayılarının çok olmasına rağmen erki ellerine geçiremeyip idare edilenler sınıfını oluşturuyorlardı. Ayrıca savaşlara gidildikçe alınan esirlerden dolayı bir de köleler sınıfı oluşmuştu ama Roma’da esas iki sınıf patriciler ve plebler idi.

Pleblerin içinden bazı kişilerin zaman zaman patricilerin arasına girebildiği görülmektedir. Plebler genellikle, idare eden sınıf olmak mücadelesinden çok bireysel olarak patrici olabilmek gayretleri içersinde olmakta idiler. Bu durumda kendileri hiçbir zaman sınıf olarak erk sahibi olamamışlardır. Onların patricilere duydukları hayranlık ve sınıf atlama çabaları ise patriciler tarafından kolaylıkla kullanılmıştır. Dolayısıyla az sayıdaki patriciler daima idare edenlerin sınıfı olabilmeyi başarmışlardır. 


Dikkat edildiğinde Antik Roma’dan bugüne kadar dünyada fazla bir şey değişmemiştir. Her yerde, hangi iktidar olursa olsun erkin patricilerde olduğu görülecektir. Hatta günümüzde bazı gelişmeler olmuş, iktidarda patricilerin bulunması zorunluluğu da ortadan kalkmıştır. İktidarları sol, sağ, ”orta” ne görüşte olurlarsa olsunlar, sütre gerisinde idare edenler daima patriciler olmaktadır. İktidarlarda pleblerden kişilerin bulunması ise sadece görüntüyü hoşlaştırmaktadır.

Sorun pleblerin pleb olduklarını kabul etmek istememelerindedir. Plebler, bazı patrici taklidi şeyleri yapabildikçe veya onlara sahip olabildikçe kendilerini patrici sanarak diğer pleblerden üstün olduklarını kabul etmektedirler. Bu tuhaf ve komik duygu iyi irdelenirse o zaman sanki ortada hiç pleb yokmuş herkes patrici imiş gibi bir görüntü de ortaya çıkabilmektedir.

Hâlbuki gerçek hiç te insanların sandığı veya kendilerine gösterildiği gibi değildir. Medyadan edindiğim bilgilere göre dünyada bütün insanlığın bir yılda ödediği faiz 80 Trilyon Dolar olup bu parayı alan kişi sayısı ise 100.000 civarında imiş. Dünyanın nüfusu 7 milyarın üzerindedir. Ülkemizde ise 50 milyar Dolar civarındaki yıllık faiz gelirinin nerdeyse tamamını 500 civarında ailenin paylaştığı yazılıyor. Ülkemizin nüfusu 76 milyondur. Bunun dışında çeşitli alanlarda elde edilen gelirler de vardır ama yukarıdaki örnek konumuzu anlatabilmek açısından oldukça somuttur. Bu durumda görülüyor ki kabaca Dünyada gerçek patriciler 100.000 kişi ve onlara yakın olanlar, ülkemizde ise sözü edilen 500 aile ve onlara yakın olanlardır. Sayısını tam olarak çıkarmanın çok ta önemi yoktur ama gerçek patricilerin sayısının oldukça az olduğu aşikârdır. Onların dışında kalanların tamamı gerçek pleblerdir.

Günümüzdeki plebler belli semtlerde yaşamakla, belli sayfiye yerlerinde tatil yapmakla, heceleri uzatarak konuşmakla, simit yememekle, çocuklara bakıcı tutup bakıcıya amirlik yapmakla, temizlikçi tutmakla, çocuklarını özel okula göndermekle, mangal yapmamakla patrici olunamayacağını bilmelidirler.

Pleblerde sık sık, sanki kendileri başka bir şeymiş gibi, ‘halkın arasına karışmak’ deyiminin kullanıldığı görülmektedir. Yani kendilerini halkın üzerinde kişiler görüp, zahmetle halkın arasına karışıp onların sıkıntılarını öğrenerek sıkıntılarına çare bulmayı lütfettiklerini anlatmak istemektedirler. Kendilerini halk olarak asla görmemektedirler. Bilinmelidir ki kendilerini patrici sanmak isteyen bazı insanların tüm servetleri gerçek patricilerin giysilerinin değeri kadardır.

1980 li yıllarda filmlerde zengin villalarındaki Amerikan-Barlar gösterilirdi. Birçok insan 2+1 dairesinin salonunun bir köşesine Amerikan-Bar yaptırmıştı. Sonradan ıvır zıvır dolabı olarak kullanılan bu Amerikan-Barlar bile insanlara hangi sınıftan olduğunu anlatamadı sanırım.

Patrici sınıfı, idare edenler ve idare ettiklerini sömürenler olarak belirlenebilir. Bu takdirde sadece Dünya ve Ülke ölçeğinde değil, kurumlar ölçeğinde de patriciler ve plebler oluşabileceği anlaşılmalıdır.

Kurumlarda, Ülkelerde ve Dünyada plebler pleb olmaktan utanmayıp gerçek sınıflarının farkına varmalıdırlar. Ancak ondan sonra sınıfları için mücadele edebileceklerdir. Aksi takdirde hiçbir zaman patricilerin idaresinden ve sömürüsünden kurtulamayacaklardır.   

Bilinmelidir ki pleb olmak iyi bir şeydir ve plebler patricilerden daha mutlu yaşarlar.


ARİF ATILGAN  Mayıs 2014
İÇ-DIŞ KAVRAMI
Arif Atılgan

Bazı mimarlar tasarımlarını içerden dışarıya, bazıları ise dışarıdan içeriye doğru yaparlar. Her tarafı beğenilen veya hiçbir tarafı beğenilmeyen binalar olabilmektedir. Ancak genellikle bazı binaların dışı, bazılarının ise içi beğenilir. Mimaride belirgin bir şekilde belli olan iç-dış kavramı aslında yaşamın her alanında bulunmaktadır.

İngiliz sanatçı Marc Quinn, Arter-Sanat İçin Alandaki ‘Aklın Uykusu’ isimli sergisinde özellikle Trans İkonlar isimli eseri ile iç-dış kavramını irdelemek istemiş. İki gerçek kişiye ait olan heykeller izleyenlere insanın fiziksel iç-dış görüntüsünü irdeletiyor. Aslında insanların giyinik-soyunuk fiziksel görüntülerinin aynı veya farklı olması diğer insanlar için hiçbir sakınca meydana getirmemektedir. Esas olarak kafalarının dışının ve içinin ayrı olması diğer insanlar için sıkıntı oluşturmaktadır. İnsanların kafalarının dışının ve içinin aynı olması kendileri için de tüm insanlar için de oldukça yararlı bir oluşumdur.

                                                Marc Quinn’in Trans İkonlar Heykeli

Bizim ebeveynlerimiz iki dünya savaşı görmüşlerdi. İkinci Dünya Savaşında ülkemiz savaşa girmemiş ancak Devlet kendini ekonomik olarak güçlü kılmak için vatandaşlarının her varlığından vergi almış. Bunun için olsa gerek ebeveynlerimizin kuşağı varlıklarını göstermekten korkan bir kuşak olmuştu. Bu özellik bizim kuşağımıza mütevazılık olarak geçmiş. Bizler kendimizi övmekten utanan bir kuşak olmuştuk. İki kuşaktaki korku ve utanma duyguları kafalarının dışını ve içini aynılaştırmıştı. Bunun sonucu olarak iki kuşak ta özellikle insanlarla ilgili kanaatlerini samimi olarak oluştururlardı. Dolayısıyla bu kanaatlerini her gün değiştirmezler öyle durumlarda önce kendilerini sorgularlardı.

O yıllarda fırıldak kelimesi üfleyince dönen bir oyuncağın adı idi. Günümüzdeki gibi insanlara takılan bir lakap değildi.

1980 li yıllardan sonra “zengin işini bilir”, “bal tutan parmağını yalar” gibi yeni atasözleri türetildi. İnsanlar, artık sadece parasal konularda değil başka konularda da kazanmak için her yolun mubah olduğu bir döneme girdiler. Yani kafalarının dışı ve içi başkalaşmaya başladı.

Aslen Sinoplu olan ünlü düşünür Diyojen MÖ 400 lü yıllarda yaşamış. Diyojen babasıyla sürgüne gönderildiği Atina’da sık sık gündüzleri elindeki yağ lambasıyla dolaşırken görülürmüş. Bu durumda kendisine ne yaptığını soranlara, doğru düzgün insan anlamında ‘adam arıyorum’ diyormuş. Diyojen bugün yaşasaydı, o yıllardan farklı olarak elinde pilli fenerle dolaşmak zorunda kalacağı toplum yapısında olmadığımızı sanmak istiyorum.

                                                        Diyojen ‘Adam’ Arıyor

Bütün bu tanımlamalar insanların kafalarının dışının ve içinin aynı olmasının ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Ancak sadece insanların değil kurumların da dış-iç görüntülerinin aynı veya ayrı olmalarına rastlanabilinmektedir. Başta siyasi partiler olmak üzere birçok kurumu bu anlamda gözlemleyebiliriz.

Kendi kurumumuzu ele alalım. Mimarlar Odası camiasında Oda yöneticilerine muhalif bir gurubun içinde olduğu bilinen ve camiada herkesçe tanınan bir meslektaşımız geçtiğimiz günlerde ‘Mimarlar Odasının sağ görüşte ‘olduğunu açıklamıştır. Bence bu açıklama ilgi çekmelidir. Aslında kendisine katılmadığım meslektaşımız görüşünü detaylandırmalı ama Mimarlar Odası da bu görüş için bir açıklama yapmalıdır. Zira kendisinin ve gurubunun sol görüşte olduğunu ifade eden meslektaşımız dışarıdan herhangi bir kişi değildir.

Günümüzde, toplumun tamamının kafasının dışı ve içi aynı olan insanlardan oluşacağını düşünmek bir ütopyadır. Ama hiç değilse bu tip insanların çoğunlukta olduğu bir toplumu yaratabilmeyi başarmalıyız.
ARİF ATILGAN NİSAN 2014

İSTANBUL’UN SEMTLERİNE ÖZEL GIDALAR
Arif Atılgan
2004 yılında Alibeyköy’ü sel basmıştı. TMMOB ve Mimarlar Odasının Afet Komitesi başkanı idim. Bölgede sel afeti ile ilgili çalışmalar yapmıştık. O sırada meydandaki büyük mısır heykelini sorduğum bazı Alibeyköylüler bu heykelin neden dikildiğini bilmiyorlardı. Hâlbuki Alibeyköy’ü ünlü yapan iki şeyden biri mısır, diğeri ise oradaki Apikoğlu Sucuk fabrikasıydı. Alibeyköy Deresinin taşma alanı olan düzlüklerde mısır tarlaları bulunur, ayrıca bu havzada sucuk fabrikasının hammaddesi olan mandalar otlarlardı. Bayrampaşa’da da enginar heykeli bulunmaktadır. Umarım Bayrampaşalılar bu heykelin semtlerine dikilme sebebini biliyorlardır.

Alibeyköy'de Mısır Heykeli
1970 li yıllara kadar İstanbul’da yerleşim alanlarının yakınındaki tarla ve bahçelerde tarım ve hayvancılık yapılırdı. Bu işleri yapanlar üretimlerini at veya eşeklerinin iki yanına yükledikleri küfelerin veya at arabalarının içersine koyarak sokak aralarında dolaşarak satarlardı. Ayrıca semt pazarları da aslında yerleşimlerin yakın çevresinde yapılan üretimlerin halka ulaştırılması için kurulurlardı. Yani o yıllarda gerçek üreticiden-tüketiciye sunum sistemi uygulanıyordu. Pazarlardaki esnaflar halkın tanıdığı kişiler oluyorlardı. Bugün bu sistem bitmiştir. Zira artık pazarlarda halden veya toptancıdan alınan mallar satılmaktadır.  

İstanbul’un semtlerine göre ünlü sebze-meyvelerini saymak istersek: Çengelköy’de Badem-salatalık, ayva, hurma; İdealtepe’de hıyar; Langa’da hıyar; Beykoz’da ceviz; (Beykoz) Dereseki’de fasulye; Bayrampaşa’da enginar; Şişli-Mecidiyeköy’de dut, çilek; Alibeyköy’de mısır; Tuzla’da bamya; Erenköy’de üzüm; Arnavutköy’de çilek; Göksu’da patlıcan; Yedikule’de marul; Çekmece’de domates; Darıca’da enginar; Gümüşsuyunda bakla; Kartal’da pırasa; Kemerburgaz’da patlıcan; Kavak’ta incir; Yavuz Sultan Selim’de beyaz incir; Vaniköy’de vişne, can erik; Ayazpaşa’da dut hemen aklımıza gelenlerdir.

Bugün hala İstanbul’da satıcılar iç cevizi ‘Beykoz’un bunlar’, mısırı ‘Alibeyköy Mısırı’, enginarı ‘Bayrampaşa’, salatalığı ‘Çengelköy Bademi’, patlıcanı ‘Kemer Patlıcan’, marulu ‘Yedikule’nin Marul’ diye bağırarak satarlar. O yıllarda yetiştirildikleri semtlerle tanınan ürünler bu şekilde adeta marka olmuşlardır.

İstanbul’daki çılgın kentleşme ortalıkta tarla, bahçe bırakmamıştır. Sanırım giderek bütün semtlerde, zamanında orada yetişen ürünlerin heykelleri dikilecektir. Hiç değilse insanlar semtlerinin geçmişi ile ilgili bu anlamda bilgilenmiş olacaklardır.   

Tarlalarda yetiştirilen sebze ve meyveler dışında semtlerin ünlü başka gıdaları da bulunmakta idi: Beykoz’daki dalyanlarda yakalanan iri kalkan balıkları ile meydandaki küçük dükkândaki paça çorbası; Sarıyer’in cadde üzerindeki börekçisinin börekleri; Sütlüce’deki mezbaha dolayısıyla o semte özel bir sakatat olan uykuluk; Dolapdere’de yine mezbahaya yakınlık dolayısıyla işkembe çorbası; Başka bir mezbaha semti olan Alibeyköy’de sucuk; Kanlıca’da üretilen ancak üzerine pudra şeker konarak tüketilmesiyle ünlenen yoğurt; Vefa’da Bozdoğan Su Kemerinin yanındaki arka sokakta bir ailenin ürettiği kış mevsimine özel bir içecek olan boza; Eyüp’te Alibeyköy’deki mandaların sütünden yapılan kaymak; Haydarpaşa’da ikinci dalgakırandan çıkarılan el büyüklüğündeki midyeler; Sultanahmet’te bir ailenin kendine özel yaptığı köfte; Bebek’te yine bir ailenin takdir edilecek bir ısrarla butik üretimine devam ettiği badem ezmesi gibi.

O Yıllardaki Sucuk Fabrikası

Yukarıda saydığım yiyeceklerin hepsi için ayrı birer anı yazabilirim. Okuyucuları sıkmamak için sadece ikisi ile ilgili küçük birer anımı yazmak istiyorum.

1950 li yıllarda Fatihte yaşıyorduk. Babam kış mevsiminde sık sık bizleri, şimdiki Fatih Şehir Tiyatrosunun yanından geçerek gidilen arka sokaktaki Vefa Bozacısına götürürdü. İçerden bardakla alınan bozanın üzerine, karşısındaki leblebici dükkânından satın aldığımız sarı leblebileri koyardık. Bugün Bozacı dükkânı ne kadar ünlü ve tarihi ise aslında karşısındaki leblebici dükkânı da o derece ünlü ve tarihidir. Bir keresinde de babam evde boza yapmayı denemişti. Evimizin üretimi olan bir kazan “bozayı” günlerce nasıl zorlukla tükettiğimizi hala gülerek anımsarız.

Tarihi Vefa Bozacısı

1970 li yıllarda Alibeyköy’de meyhane açan bir arkadaşımın dükkânına gitmiştim. Sofraya tepsinin içersinde fırında pişirilmiş bir yiyecek getirilmişti. Arkadaşım ‘Bu uykuluk, bakalım beğenecek misin?’ demişti. Uykuluk, ilkbahar aylarında kuzu ve danaların vücutlarının bazı yerlerinden çıkarılan, hayvan büyüdükçe etleşen ve her hayvanda en fazla 100 gram civarında bulunan bir nevi salgı bezi imiş. Önce tedirgin bir şekilde tadına bakmıştım ama sonra çok beğenmiş ve iştahla yemiştim. Uykulukla tanışmam bu şekilde olmuştu.

İstanbul’un o günlerini görmeyenler eskiden de burada sadece binalar varmış sanmasınlar. İstanbul, üreticileri ile tüketicilerinin birlikte yaşadığı bir yerleşimdi. İnsanlar birbirlerinin üreticisi ve tüketicisi durumunda idiler. 1980 li yıllardan sonra gerçekleşen plansız kentleşme, günümüzdeki sınırlarını anlayamadığımız İstanbul’u yaratmıştır.
ARİF ATILGAN  MART 2014

MİMARLAR ODASINDA MUHALEFET

Mimarlar Odasında yıllarca yöneticilik yaptığım herkesçe bilinir. Yine herkesçe bilindiği gibi Oda içersinde az sayıdaki sıfatlardan birine sahip olacak konumlarda iken eleştiri yaparak camiaya daha yararlı olacağımı düşünmeyi tercih etmişimdir. Böyle bir kimliğe bürününce ise doğal olarak bir süre sonra Oda dışarısına çıkmak durumunda kaldım. 2012 yılından itibaren Oda dışında Oda eleştirisi yapmaktayım.

2014 yılına kadar Katılımcı Çağdaş Demokrat Toplumcu Mimarlar gurubu olarak Odada muhalefet yaptık. Gurubumuza, Oda yönetimlerini sağ görüşte gördüklerini yeni öğrendiğim, sol görüşlü başka bir gurup meslektaşımız da katıldı. 2014 yılının başından itibaren ise tek başıma özgürce eleştiri-öneri yapmaktayım. Bu anlamda iktidar olmak kadar muhalif olmanın da kuralları olduğunu düşünmüşümdür.

Mimarlar Odasında kuruma veya kişilere eleştiri yapılmamalıdır. Ben yapılan işlere veya kişilerin yanlış sıfatlarla iş yapmalarına eleştiri yapmayı doğru bulmuşumdur. Bir de yapılması gerekirken yapılmayan işleri belirtmek gerekir diye düşünürüm. Ayrıca eleştirilerin ardından önerilerin de eklenmesi gerekmektedir. Mimarlar Odası tüm mimarların zorunlu üye olduğu önemli bir kurumdur. Asla zayıflatılmamalı, toplumun gözünde itibarı zedelenmemelidir.

Mimarlar Odası içersinde iken edindiğim alışkanlıklardan en önemlisi kanıtsız ve belgesiz konuşulmaması, yazılmaması prensibidir. Günümüzün moda tanımıyla kendini tape yerine koyarak ‘bu şunu demiş’, ‘şu bunu yapmış’ şeklindeki açıklamaların çok yanlış olduğunun bilinmesi gerekir. Bu anlamdaki açıklamalar önce o açıklamaları yapan kişileri güvensiz kılar. Bunun için doğru olduğu kesin olan bazı bilgilendirmelerde bile eğer elde kanıt yoksa ‘belki, sanırım’ gibi kelimeleri kullanmak alışkanlığını edinmekte yarar vardır. Zira eleştiriler aynı zamanda birer belge niteliği taşımalıdırlar.

Diğer yandan takıntılı duygularla veya yemek masası üslubuyla eleştiri yapılmamalıdır. Aksine eleştiri yapan kişi en sağlıklı haliyle ve en anlaşılır cümlelerle eleştiri yapmalıdır. Aksi takdirde eleştirinin ağırlığı davranışlara veya bozuk cümlelere kayar. Eleştirideki fikirler ikinci planda kalır.

Eleştiri yapan kişi veya kişiler eleştirdiği konuları iyi dinlemeli veya okumalıdırlar. Değil iyi dinlemek veya okumak, hiç dinlemeden veya okumadan yapılan eleştiriler yine anlamsız ve etkisiz kalacaktır.
Bunları söylemekten amacım muhalefetin ciddi bir iş olduğu, eleştiri- öneri yapmanın ise her şeyden önce bir kültür gerektirdiği gerçeğidir. Bana göre muhalefet iktidar kadar gerekli ve değerlidir.

Mimarlar Odasında son 15 yıldır muhalif olanlar kaba bir şekilde Oda dışarısına çıkarılmışlardır. Ancak bugün görülmektedir ki Odada muhalefetsiz bir iktidar oluşmuştur. Bilinmelidir ki steril ortamlar hastanelerde sağlıksız kişiler için oluşturulur. Sağlıklı kişiler doğal ortamlarda yaşarlar. Odada bu anlamda steril bir ortam yaratılmak istenmişse bu durum iktidarda olanların, kendi kendilerinin sağlıksız olduklarını kabul ettiklerini göstermiş olmaktadır. Tek ses tek nefes ortamların oluştuğu muhalefetsiz iktidarların idaresi demokratik örgütlere has bir görüntü değildir.

Mimarlar Odasında demokratik bir örgüt yapılanmasının oluştuğunu görmek isteyenlerdenim. Demokratik örgütlerde muhalefet agresif ve sinirli de olabilir. İktidar ise aksine sakin ve olgun olabilmelidir.

Mimarlar Odasında eleştiri yapanların Odadaki çok sayıdaki sıfatlardan olan delegeliğe hasret kişiler olmamaları gerekir. Var mıdır yok mudur bilemem ancak sohbetlerde konuşulan bir konu olduğu için yazıyorum, profesyonel olunca muhalif olmaktan vazgeçmek kadar profesyonel olamayınca muhalif olmak ta doğru bir davranış değildir. 

Odada muhalif olan meslektaşlarımız için yıllardır uygulanan bir yöntem vardır. Bence hiç doğru olmayan bu yöntemle insanlar yalnızlaştırılmakta ve itibarsızlaştırılmaktadırlar. Hiç insani olmayan bu uygulama Mimarlar Odası camiasına kesinlikle yakışmamaktadır. Eleştirenlerle sıkı tartışma ortamları yaratılması yeni fikirler üretilmesini sağlar. Muhalif olanların varlığının iktidarın meşruluğunu sağladığı bilincine varılmalıdır. Bu anlamda muhalefete ayrı bir değer verilmelidir.

Yıllarca Mimarlar Odasında iktidarda eleştiri yapan bir kişi oldum. Ancak bu süre içersinde Oda için tüm enerjimle gönüllükle çalıştım. Kararlara hep saygılı oldum. Oda dışarısında kaldığımda da yaptığım eleştirileri daima konuları ciddiye alarak yaptım. Ayrıca Mimarlar Odası kurumuna eleştiri yapanlara Odayı savundum. Amacım saygın bir kurum olan Mimarlar Odasının yanlış idare edilmemesini sağlamaktır.

Sonuç olarak İktidardakiler kendileri için üyelere ‘bunlar iktidarı kaybetse muhalefet olmayı başaramazlar’ dedirtmemelidirler. Ama muhalefet de kendileri için üyelere ‘bunlar iktidar olsa şimdiki iktidardan daha çok eleştirilirlerdi’ dedirtmemelidirler.

ARİF ATILGAN MART 2014   
MİMARLAR ODASI İSTANBUL BÜYÜKKENT ŞUBESİ GENEL KURULU

22 Şubat 2014 tarihinde yapılmış olan Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesinin 43. Dönem Genel Kurulunun, iki Danışma Kuruluna ve daha sonra da Genel Kuruluna katıldım. Danışma Kurullarında yaptığım konuşmalarda, öncelikle her konuşmacının ‘katılımcı’ ve ‘değişim’ kelimelerini kullanmalarından mutlu olduğumu belirterek, bu iki kelimenin anlamları üzerine açıklama yaptım.

Konuşmamın daha sonraki kısmında yer alan konulardan önemli başlıklar şunlardır:
-Odaya kayıt olmayanlar ve Odadan istifa edenler,
-Mimarların 20 alanda çalıştıkları veya çalıştırıldıkları,
-Her yıl mezun olan 3000 civarı mimar için bir çalışma yapılması gerektiği,
-Birimlerde profesyonel çalışanlar için kadro tarifi,
-Karşı çıkmanın yanında öneri de getirilmesi gerektiği,
-Halkla ilişkiler,
-Profesyonel yöneticiliğe son verilmesi,
-Odacı ve Oda içi demokrasi tanımları,
-Delegelik,
-Örgütlenme.

Bunlardan son ikisi ile ilgili söylediklerimi özetlemek gerekirse:
Delegelik: Odada delegelik hakkı bir iki kişinin dudakları arasında olmamalıdır. Özellikle Odaya hizmet edenlerin delegelik hakkı yönetmelikte yazmalıdır. Bugünkü delegeliği içime sindiremediğimi ve kabul edemediğimi de ifade etmek isterim.
Örgütlenme: Odada muhalefetin kalmadığını, demokratik bir örgütün içersinde kesinlikle muhalefetin bulunması gerektiğini, son 15 yıldır muhalefetin M’sini söyleyenlerin karga tulumba kapının önüne konduğunu bilmek gerekir.

İkinci Danışma Kurulunda toplantıyı yöneten kişi, ‘muhalefetsiz örgüt’ eleştirime, konuşmamın hemen ardından olumsuz cevap vererek farkında olmadan söylediklerimi kanıtlamış oldu.

Genel Kurulun ise şimdiye kadarki en heyecansız Genel Kurul olduğunu söyleyebilirim. Katılım her zamankinden azdı. Genel Kurulun, Çalışma Raporu hakkındaki görüşlerin konuşulacağı 5. Maddesinde ise üç kişi konuştu. Onlar da eleştiri yapmadılar. Buna Yönetim Kurulu üyelerinin de şaşırdığını hissettim. Danışma kurullarında vurguladığım ‘muhalefetsiz örgüt’ tanımlamam Genel Kuruldaki görüntü ile de kanıtlanmıştı. İstanbul Büyükkent Şubemizin 43. Dönem Genel Kurulu Mimarlar Odasının tarihinde yer almıştır. Bu Genel Kurulla birlikte, ikinci Danışma Kurulunu yönetirken bana olumsuz davranan, Genel Kurulda da Divan Başkanı olan kişinin de tarihe geçeceği ise anlamlı bir tesadüf oluyordu. Öneriler maddesinde de iki kişi konuştu. Aslında Genel Kurul 14.30 gibi bitecekti. Delegelik ile ilgili Yönetim Kurulundan bazı meslektaşların da olduğu bir gurubun verdiği önerge ile oturum akşama kadar uzadı. Önerge dolayısıyla yaptığım konuşmamda, delegelik ile ilgili Danışma Kurullarında anlattığım aynı düşüncelerimi söyledim.

43. Genel Kurulda, bir dönem aradan sonra tekrar delege olmuştum. Tam da eleştirdiğim şekilde. Delegeliğime sevinemediğimi itiraf etmeliyim. Zira geçtiğimiz dönem benimle birlikte delege yapılmayarak sözüm ona itibarsızlaştırılan diğer arkadaşlar yine delege yapılmamışlardı. Sanki bu dönem benim itibarım geriye iade edilmiş, diğerleri sonraki döneme bırakılmıştı. Başkalarının itibarını tartanlar bilmelidirler ki itibar kamuoyu tarafından tartılır. Kamuoyunun, başkalarının itibarını tartmaya yetkili olduğunu sananların da itibarlarını tarttığının farkına varılmalıdır.

Yaşadığımız dönemde, delege yapılmayan bu kişilere en azından delege gibi davranılmalıdır. Bu ortam sağlanmadığında beni delege yapanlara teşekkür edeceğimi ancak bu şekildeki delegeliği kabul edemeyeceğimi belirtmek isterim.

Aslında tüm birimlerdeki genel kurullarda aday olan meslektaşlarımızın delege olmaları gerekirdi.

Odaya üye olmayanlar kadar üyelikten istifa edenlerin de irdelenmesinde yarar vardır. Bu konuda ayrıca bir yazı yazacağım. Mimarlar Odası, Ülkede bir değişim dönemi yaşandığını, bazılarının değişimci mimarlar değil, herkesin değişim döneminin mimarları olduğunu düşünmeli ve kabul etmelidir.
ARİF ATILGAN MART 2014






KÜÇÜK MODA
Arif Atılgan
Moda İskelesinin Kalamış tarafında kalan eski Moda Plajının üst tarafı Küçük Moda olarak bilinirdi. Bunun sebebi, buradaki denize çıkıntı yapan burunun Moda Burnunun içinde küçük bir burun olması dolayısıyladır. 1900 lü yılların başında Küçük Modanın üst tarafında, 1895 yılında son şeklini almış olan San Joseph Okulu bulunmaktadır. Onu, eski adıyla Yoğurtçu Park Cad yeni adıyla Dr Esat Işık Caddesinin sınırının alt tarafında bir manastır ve manastırın altında Şifa Hastanesinin bulunduğu Şifa Sokağı izlemektedir. Manastır Karmelit Rahibelerinin manastırı idi. Şifa Hastanesi, o yıllarda Yeldeğirmeni’nde açılan Dame De Sion Okulunun şubesini inşa ederek eğitim veren Oblates de L’assomtion rahibelerinin Kadıköy’e gelme sebebi olan hastanedir. San Joseph Okulunun denize doğru olan tarafında ise bahçelik alanlar vardır. Sadece Moda Plajının üst tarafında Sultan Abdülaziz (1861-1876) döneminde İtalyan uyruklu sarraflardan Loranda’ya hibe edilen alan bulunmaktadır. Diğer yandan eski Moda Plajının hemen üstünde Moda Mektebi Sokakta ise Mıkhitarist Papaz Okulu bulunmaktadır. Mıkhitarist Papaz Okulu Katolik ermeni mezhebine aittir. Sokak bu okul sebebiyle Mektep Sokak adını almıştır. Moda Plajının bulunduğu küçük koy ise henüz ağırlıklı olarak İngilizlerin denize girdiği temiz bir kıyıdır. Plajın üstünde küçük bir bahçe göze çarpmaktadır.
1900 lü Yılların Başında San Joseph, Manastır, Şifa Hastanesi ve Lorandaların Köşkü.

1900 lü Yılların Başında Küçük Moda Burnu. Solda Mıkhitarist Papaz Okulu.

1900 lü yılların ortalarına doğru Küçük Modada az da olsa değişiklikler olmuştur. San Joseph Okulunun denize doğru olan tarafındaki Karmelit manastırının altındaki alan Almanlar tarafından kiralanmış ve kamp yeri olarak kullanılmaktadır. Alman gençlerinin disiplinli kamp yaptığı bu alan, 2. Dünya Savaşından sonra Almanlar tarafından terk edilmiştir. 1930 lu yılların Pervititch Haritalarında Alman Kampının sahilinde Kolejin İskelesi gözükmektedir. Bu iskeleye yanaşan teknelerdeki kömürler, dik kayalıklardaki rayların üzerinde çalışan dekovil hattı ile San Joseph’e çıkarılmaktadır.  Loranda ailesinin arazisi ise aileye sonradan giren kişiler olması sebebiyle Frankenstein ailesinin olmuştur. Avusturyalı Baron Frankenstein’in arazisinin üst tarafındaki evi oradaki tek köşktür. Moda Plajı Mari Frankenstein’den 1923 yılında İhsan Akdağ isimli bir Türk tarafından kiralanmış ve deniz hamamı olarak işletilmeye başlanmıştır.  Moda Plajının üst tarafındaki Mıkhitarist Papaz Okulu 1915 yılında yanmış harabesinin deniz tarafına Haydarpaşa Çayırındaki Bomonti Bira Bahçesi gelmiştir. Moda Plajının üstündeki bahçe ise Küçük Moda Bahçesi olarak kullanılmaktadır.

1900 lü Yılların Ortalarında San Joseph, Manastır, Alman Kampı, San Joseph’in İskelesi, Küçük Moda Bahçesi. Sol Üst Köşede Metruk Mıkhitarist Papaz Okulunun Önüne Bomonti Bahçesi Gelmiş.

1950 li yıllardan sonra Karmelit Manastırının yerine Maarif Koleji gelmiş, rahibeler Kızıltoprak tarafına gönderilmişlerdir. Maarif Koleji 1976 yılında Kadıköy Anadolu Lisesi adını almıştır. Alman Kampının bulunduğu alan ise spor alanlarına dönmüştür. Moda Plajı en popüler yıllarını yaşamaktadır. Moda Plajının üstündeki Küçük Moda Bahçesi ise 1960 lı ve 1970 li yıllarda Abidik Gubidik isimli yazlık diskotek olmuştur. Mıkhitarist Papaz Okulunun bulunduğu alanda bir çay bahçesi oluşmuş. Buradaki Bomonti Bira Bahçesi, plajın üstündeki Küçük Moda Bahçesinin içinde faaliyet gösteren Abidik Gubidik Diskoteğinin Kalamış tarafına gitmiştir.

1980 li yıllarda deniz doldurulmuş, Moda Plajı yok olmuş, Küçük Moda Bahçesindeki Abidik Gubidik Diskonun yerine ise 1990 lı yılların sonlarında Kadıköy Belediyesi’ne ait KASDAV isimli kuruluşun sosyal tesis binası inşa edilmiştir. Alman Kampı ile Frankenstein’in arazisi arasındaki bahçelik alanlar 1900 lü yılların sonlarından itibaren yapılaşmaya açılmış, apartmanlarla dolmuştur. Frankenstein’in evi ise metruk bir hale girmiş, alt tarafına binalar yapılmıştır.

2000 li Yıllarda Küçük Moda.

2000 li yıllarda Moda Plajına inen merdivenler, merdivenlerin yanındaki taş istinat duvarı ve merdivenlerin altındaki çeşme 100 yılı aşkın geçmişiyle durmaktadırlar. Plajın üstündeki KASDAV binası yıkılıp yerine daha kapsamlı bir sosyal tesis inşaatı yapılmaktadır. Bomonti Bira Bahçesi, Bomonti Çay Bahçesi olmuş, sosyal tesis inşaatıyla aynı parselde faaliyet göstermektedir. Diğer yandan Moda Plajına inen tarihi merdivenlerin üst kısmından, arazi aşağıya doğru dik olarak yarılarak yeni bir merdiven inşaatı yapılmaktadır. Mıkhitarist Papaz Okulunun yerinde ise artık hiçbir iz kalmamış, bugün orada Teras Kafe isimli tesis bulunmaktadır. Teras Kafenin üstündeki sokakta ise yeni apartmanlar inşa edilmiştir.

Sahilin doldurulduğu 1980 li yıllara kadar Küçük Moda dendiğinde Kadıköylülerin aklına Moda Plajı ile Alman Kampı gelirdi. Bir de yaz akşamları Abidik Gubidik Diskonun müzik sesleri.. Moda Plajında eski Fenerbahçeli futbolculara sık rastlanırdı. Alman Kampı alanı ise doğal kırlık ve ağaçlık haliyle esrar içenler ve sevgililer dâhil buranın tadından anlayanlara hizmet ederdi.

Semtimizde benden birkaç yaş küçük iyi top oynayan bir çocuk vardı. Benim futbolumu beğenir hatta bana hayranlık duyardı. Ben üniversiteye gittim o Fenerbahçe minik takımına. Daha sonra ben mimar oldum o milli futbolcu. Moda Plajında O’nu da zaman zaman ünlü futbolcuların arasında gördüğümde çok keyiflenirdim doğrusu.

Küçük Moda, Moda semtinin tamamı ile karşılaştırıldığında hala eski halini anımsatan görünümdedir. Buraya merdiven, sosyal tesis vs gibi yeni inşaatlar yapılacağına bu haliyle korunsa daha doğru olacağını düşünürüm. Bu arada eski Moda Plajına inen merdivenler, merdivenlerin yanındaki taş istinat duvarı ve merdivenlerin altındaki çeşme, korunması gereken tarihi eserler olarak 5 No lu Koruma Kurulu tarafından kesinlikle tescil edilmelidirler.
ARİF ATILGAN ŞUBAT 2014
Mimar Mektupları



MİMARLAR ODASI’NDA BİR BKBT GENEL KURULU
Arif Atılgan

4-5 Ocak 2014 tarihlerinde Mimarlar Odası Anadolu 1. BKBT Genel Kurulu yapıldı. Toplantıya 30 dakika geç gelebilmiştim. Ancak binada 10 kişi civarında insan bulunuyordu. Üye sayısı 2250, asil ve yedek yönetim kurulu üyeleri toplam 10 kişi olan Birimde genel kurul yaklaşık 1 saat gecikmeyle 15-20 kişi ile başladı ve ortalama 20-30 kişi ile toplantıya devam edildi.

Toplantıda çalışma raporunu sunan Temsilcilik Başkanı şu tespitlerini anlattı.
Başkan, Çalışma Raporu için ‘Bir kitap dolduruyoruz ama buradaki (salondaki) sayı çoğalamıyor’, dönem içindeki etkinlikleri için ‘Üye toplantıları rağbet görmedi’ diyor.  Ardından,  Kadıköy ve Ataşehir Belediyeleri İmar Müdürlerinin sunum yaptığı yönetmeliklerle ilgili iki bilgilendirme toplantısının ise ‘çok fazla rağbet gördüğünü’ anlatıyordu. Yani Temsilcilik Başkanı benim yıllardır Odaya hâkim meslektaşlarımızdan tepki alma pahasına anlatmaya çalıştığım ‘Odanın üyesinden uzaklaştığı, bunu önlemek için üyeyi ilgilendiren çalışmalar yapması gerektiği’ önerilerimin doğruluğunu örneklerle desteklemiş ve kanıtlamış oluyordu. Zaten üstteki paragrafta belirtilen toplantıya katılanların sayısı da üyenin Odaya ilgisinin zayıflığını kanıtlıyordu.

Odanın kamu ve toplum yararı çalışmalarını anlatırken de Haydarpaşa ile ilgili yapılan bir etkinlikte hazırladıkları bildiriyi vatandaşların almadıklarını söylüyordu. Bu sözleriyle kamu ve toplum yararı çalışmaları için de benim yıllardır yaptığım uyarının haklılığını örnekleyerek kanıtlıyordu. Ben ‘Bu durumda ya yaptığınız iş doğru değildir, ya da yaptığınız doğru işi halka anlatma yönteminiz yanlıştır’ diyordum. Bu konuda amacın Haydarpaşa’nın korunması, aracın ise bu amaç için yapılacak her türlü etkinlikler ve kişiler olduğunu söylüyor, ‘amaç ile araç yer değişirse halk size inanmaz, destek vermez’ diyordum. Bu durumda o projeyi durdurmak bir yana aksine projeyi gerçekleştirmek isteyenlere ‘karşı çıkanların sayısı da bu kadar’ şeklinde demokratik bir karar alma şansı verileceğini işaret ediyordum.

Diğer yandan Temsilciliğin binasının bulunduğu Yeldeğirmeni’ndeki Yeldeğirmeni Canlandırma Projesi adıyla yapılan soylulaştırma çalışmalarından, Yeldeğirmeni’nde bulunan Kadıköy’ün en eski sinema binası olan tescilli Özen Sinemasının rast gele tadil edilip kullanılmasından, Yeldeğirmeni’ndeki İstanbul’un dokusunu koruyabilmiş en eski sokağı olan Ayrılık Çeşmesi Sokağının planlarda ağaçlandırılacak alan haline getirilmesinden,  Kuşdili Çayırının yapılaşmasına cesaret veren Kurbağalıdere Vadisi Fikir Projesi Yarışmasından ise bahsetmiyordu. Hâlbuki Yeldeğirmeni Canlandırma Projesi şimdiden semti dönüştürmeye başlamış, Özen Sinemasının kaçak kullanılması Kadıköy’ün en eski tescilli tarihi eserini ortadan kaldırmış, Ayrılık Çeşmesi Sokağının bir kısım binası Marmaray için yıkılmış,  Kurabağalıdere Vadisi Proje Yarışması ise Kuşdili Çayırına yapılaşma yapmayı düşünenlerin cesaretlenmelerini sağlamıştı. Bu dört konunun ortak tarafı Kadıköy Belediyesinin çalışmaları olmasıydı. 

Genel Kurulda dikkatimi çeken ve beni üzen bir konu da toplantı yapılan salonun adıyla anılmaması idi. Bizim son görev yaptığımız dönemde bu salona Temsilciliğimizin seçilmiş ilk başkanı olan Nurdoğan Özkaya’nın adını koymuştuk. Nurdoğan Özkaya daha sonra Mimarlar Odası Genel Başkanı olmuş ama en önemlisi Genel Başkanlıktan sonra tekrar Temsilcilik Başkanı olarak Temsilciliğimizin ne kadar önemli bir Birim olduğunu göstermişti. Artık aramızda olmayan eski başkanımızın adının binamızda yaşatılması gerekir diye düşünüyorum.   

Bu genel kurulda kendimle ilgili bilgilendirme de yapmak ihtiyacı hissediyorum.
Odada iktidarda olan, Odaya hâkim bir gurup meslektaşımız olduğunu biliyoruz. Bu guruba karşı Oda içersinde muhalif bir fikrin oluşması Oda’nın güçlenmesi açısından desteklediğim bir girişimdir. Bu anlamda böyle bir fikir üretimi için çalışan arkadaşlarımızla toplantılara katıldım, katkı koydum, hatta toplantıları düzenledim. Genel Kurul yaklaştığında seçime liste çıkarmak yerine, Genel Kurulda güçlü eleştiri ve önerilerde bulunarak sonunda liste çıkarma gereği duymadığımızı söylemek daha etkili olur şeklindeki düşüncemi savunmuştum. Ancak arkadaşlarımız seçime girmek gerektiği fikrini kabul ettiler. Aday olmak istemediğimi defalarca deklare ettim. Ancak adımın önemli olduğunu aday olmam gerektiğini söyleyerek beni ikna ettiler. Genel kurula birkaç gün kala listenin istediğim gibi oluşmadığını görünce adaylıktan vazgeçtim. Zaten yaşamım boyunca sosyal, iş ve özel hayatımda hep talep eden değil talep edilen bir kişi olmuştum. Reflekslerim bu şekilde gelişmişti. Bu anlamda herkesin beni talep ettiğini bilmeden ortaya çıkmak istemiyordum doğrusu.

Muhalif olan bu arkadaşlarımızla iktidarda olan meslektaşlarımızın dünya görüşlerinde fark yoktur. Kamu ve toplum yararı çalışmalarına bakışları da aynıdır. Sadece meslek ve meslektaşla ilgili çalışmalara bakışlarında fark vardır. Bu anlamda muhalif düşüncelerin seslendirilebilmeleri sağlanarak yapılacak tartışmalarla Mimarlar Odasında güçlü fikirler üretileceğine inanmaktayım.   
Tek sesliliğin Odayı giderek yalnızlaştıracağını, çok sesliliğin ise kalabalıklaştıracağını düşünüyorum.

ARİF ATILGAN OCAK 2014

30 Ağustos 2015 Pazar


MODA PLAJI
Arif Atılgan
Moda semti, ağırlıklı olarak 1800 lü yıllarda, Levantenlerin tercih ettiği bir yerleşim alanı olarak oluşmuştu. Moda’nın Moda Plajı tarafına Küçük Moda denirdi. Moda Plajının üst tarafları Sultan Abdülaziz (1861-1876) döneminde İtalyan uyruklu sarraflardan Loranda’ya hibe edilmiş. Bu ailenin içersine evliliklerden dolayı giren çeşitli kişilerden dolayı bir süre sonra alan, Frankenstein soyadlı aileye geçmiş. Arazinin üst tarafındaki ahşap köşk kalıntısı ise Frankenstein’in köşkü olarak bilinir. Deniz suyunun çok temiz olduğu bu küçük koyda 1900 lü yılların başında İngilizler denize girmeyi seviyorlar. 1923 yılında İhsan Akdağ isimli bir Türk burayı o zamanki sahibi Mari Frankenstein’den kiralıyor. Daha sonra Mari Frankenstein öldüğünde kendisinin çok fazla mirasçısı olduğundan uzun yıllar aynı kiracı burayı işletiyor. 1975 yılında kiracı da ölünce oğlu Fahiman Bey plajı işletmeye devam ediyor. Ancak 1980 yılında sahil doldurulduğunda plaj ortadan kalkıyor.
1930 lu yıllarda ise Moda Plajının üst tarafında Küçük Moda Bahçesi bulunmaktadır.


1900 lü Yılların İlk Yarısında Moda.

San Joseph Lisesinin deniz tarafında Karmelit Rahibelerine ait bir manastır bulunmakta idi. Manastırın deniz tarafında bulunan arazi, 2. Dünya savaşından önce Almanlara kiralanmakta idi. Almanlar burada kamp yapmakta, kampa katılan Alman gençlerine spor yaptırmaktaydılar. 2. Dünya savaşı sırasında Almanlar burayı terk ediyorlar. Alman Kampının sahil tarafı dik kayalıktır. San Joseph Lisesine denizden teknelerle getirilen kömürler kayalara monte edilen rayların üzerinden dekovil ile okula taşınmakta idi. Manastırın bulunduğu alanda 1955 yılında Kadıköy Maarif Koleji kuruluyor, Karmelit rahibeleri ise Kızıltoprak tarafına gidiyorlar. 1976 yılında okul Kadıköy Anadolu Lisesi adını alıyor.

Moda Mektebi Sokakta ise Mıkhitarist isimli Katolik Ermeni mezhebine ait Mıkhitarist papaz okulu bulunmakta imiş. Bu okulun 1915 yılında yanmasından sonra onun bulunduğu alana Haydarpaşa Çayırında faaliyet gösteren Bomonti Bira Bahçesi geliyor.

Moda Plajının İlk yıllarında Kadınlar Hamamı.

Eski Kadıköylüler Frankenstein’in evini 1960 lı yıllarda oynayan Frankenstein isimli korku filminden dolayı, filmdeki kahramanla ilişkili olduğunu düşünerek, iyi bilirlerdi. Almanların kamp yaptığı alan ise Alman Kampı olarak bilinen, Kadıköylülerin ama çoğunlukla sevgililerin tercih ettiği bir yeşil alandı. Moda Mektebi Sokaktaki Bomonti Bira Bahçesinin arsasında bugün bir kafe vardır. Moda Plajının üst tarafındaki Küçük Moda Bahçesi 1960 lı ve 1970 li yıllarda Abidik Gubidik adıyla bilinen yazlık diskotek olarak kullanılmıştır. Bu parselin geniş tarafı olan Abidik Gubidik Diskoteğinin bulunduğu alan anımsadığım kadarıyla 1990 lı yıllardan sonra Kadıköy Belediyesine ait olan KASDAV tarafından sosyal tesis inşa edilerek kullanılmaya başlanmıştı. Bu arsanın dar bölümünde bugün Çay Bahçesi bulunmaktadır. Alman Kampı olarak kullanılan yeşil alanda ise spor alanları bulunmaktadır.  

1960 lı Yıllarda Moda Plajı.
Bu günlerde Moda Plajının üst tarafında iki inşaat faaliyeti görünmektedir. Şair Nefi Sokağın bitiminde sahile inen merdiven inşaatı ve Alman Kampı tarafında Sosyal Tesis inşaatı.

Bunlardan merdiven inşaatı Şair Nefi Sokağın bitiminde, eski Moda Plajına ait olan tarihi merdivenlerin üst başlangıç noktasından dik olarak sahile inmektedir. Burada şu soruların cevaplandırılması gerekmektedir:
İmar durumunda buraya inşaat yapılabileceği belirtiliyor mu? Yakın gelecekte bu merdivenin bitmiş hali emsal gösterilerek etrafındaki parsellere de aynı şekilde inşaat yapma hakkı alınabilir mi?

 
Merdiven İnşaatı.

Sosyal Tesis inşaatına gelince:
Bu inşaatın imar durumunda arsanın her kenarından 5 er MT çekilerek en fazla 500 m2 alana oturan, sokak kotundan 5MT yüksekliğe sahip olabilen bir inşaat önerilmektedir. Önerilen 500M2 alana arsa içersinde bulunduğu görünen Bomonti Çay Bahçesinin binası da dâhil midir? Diğer yandan bazı Kadıköylü vatandaşlar yapılan inşaatın kot durumunu da merak etmektedirler.

 
Sosyal Tesis İnşaatı.

Ancak önemli sayıda Kadıköylü, merdivenler doğayı harap ettiği için, sosyal tesis ise sahili kapattığı için bu iki inşaatın yapılmasına tepkilidirler. Ayrıca aynı Kadıköylüler bu iki inşaatın yapılmaması için çok sayıda imzalı bir dilekçe ile Kadıköy Belediyesine başvuruda bulunmuşlardır. Yapılacak en doğru iş bu iki inşaatın ruhsat ve onaylı projelerinin vatandaşlar tarafından incelenmesinin sağlanması ve insanların önerilerinin alınmasıdır.

Burada öncelikle yapılacak şeylerden biri de derhal Moda Plajına inen tarihi merdivenin ve altındaki çeşmenin 5 Nolu Koruma Kurulu tarafından ‘korunması gereken tarihi eser’ olarak tescil edilmesidir. Bu merdivenin ve çeşmenin en az 100 yıllık bir geçmişi ve Moda’nın tarihinin içersinde hikâyesi bulunmaktadır. Ayrıca tarihi merdiven tescil edilirse hem kendi parseline hem de komşu parsellere inşaat yapılmasını, en azından zorlaştırabilecek, bir sebep oluşturulabilecektir.


Tarihi Merdiven. Alt Tarafta Sağda Tarihi Çeşme.

1960 lı yıllarda plajlara giriş ücreti her gün denize gidenler için bütçelerini zorlayan tutarlarda idi. Bunun için birkaç arkadaş, hafta içinde kirası ucuz olan sandallardan kiralayarak denize girmeyi tercih ederdik. Kiraladığımız sandal ile plajların önüne giderek oradaki tanıdıklarımızı görür, plaj ortamını da yaşamış olurduk. İlk içkimi, kiraladığımız sandalla Moda Plajının önünde olduğumuz bir günde içmiştim. O gün içtiğim içki Güzel Marmara şarabı idi. Rengine bakarak tatlı bir şurup olarak hayal ettiğim şarabın tatlı lezzetiyle insana keyif verdiğini sanıyordum. O gün içtiğimde buruk tadı yüzümü buruşturmama sebep olmuş ama tadından hoşlanmadığımı arkadaşlarıma belli etmemiştim.

Modada kıyılar falez yapısındadırlar. Ancak falez görüntüsünü artık eski fotoğraflarda görebilmekteyiz. Bugün Küçük Moda tarafında az da olsa falez yapısı hissedilebiliyor. Umudum Moda’nın kıyılarının hiç değilse bugünkü haliyle korunabilmesidir.
ARİF ATILGAN OCAK 2014

NİYAZİ DURANAY’I KAYBETTİK

Mimarlar Odasında yönetici olduğum yıllardı. Kayseri’de, yanlış anımsamıyorsam, genişletilmiş MYK toplantısındaydık. Gündem maddelerinden birinde Mimarlık Vakfını hafiften eleştirmiştim. Akşam yemekte Niyazi Ağbiyle aynı masaya denk gelmiştim. Masaya yerleşirken ‘Seninle baş başa yemek yememiştik Arif’ demişti. Yemeğimizden birkaç lokma almış ve kadehlerimizi elimize almıştık. Niyazi Ağbi ‘Arif, haklı da olsan Vakfı kürsüde eleştirme, gel vakıfta yap eleştirini ve önerini.’ Demişti. Niyazi Ağbinin tüm Mimarlar Odasına hatta mimarlık camiasına olduğu gibi Vakfa da çok emeğinin geçtiğini biliyordum. ‘Niyazi Ağbi’ dedim. ‘Ben Yeldeğirmeni’nde muhit çocuğu olarak büyüdüm. Biz bir kişiye Ağbi diyorsak o kişi Ağbiliğe layık olduğu için deriz. Sıfatı, maddi durumu vs hiç önemli değildir. Ağbi kabul edilen kişinin ricası bile emirdir bizim terbiyemizde. Sen Mimarlar Odasında Ağbi kabul ettiğim birkaç kişiden birisin. Mesaj alınmıştır.’ Demiştim. Cevabım hoşuna gitmişti. Güzel bir yemek yemiştik Niyazi Ağbiyle o akşam. 

Niyazi Duranay, Mimarlar Odasının ilk yıllarından itibaren emeği geçen kişilerdendir.    
Yaptığı konuşmalarda daima, ‘Birlik beraberlik içinde olunması gerektiğini’ öğütlerdi. O’nu sevmeyen, saymayan birinin olabileceğine inanmam.

Oktay’ı (Ekinci) kaybettiğimiz günün gecesinde Ulusal Kanaldaki programda birlikteydik. Çok üzgündük. Niyazi Ağbi ‘Oktay sırasına uymadı’ anlamında bir söz söylemişti. Kendisinden çok genç olan Oktay Ekinci’nin arkasından konuşma yapmayı yadırgıyordu. İnsanca duyguları vardı.

Unutulmayacak bir tarihte ayrıldı aramızdan. 30 Ağustosta kaybettik O’nu. Niyazi Duranay, Mimarlık camiasının Niyazi Ağbisiydi. O, mimarların çimentosuydu.

Hepimizin Başı Sağolsun.

Arif Atılgan

 Mimar Ağbilerim Niyazi Duranay, Aydın Boysan (Aynı Zamanda Hocam), Cengiz Bektaş

27 Ağustos 2015 Perşembe

KENT MEKTUPLARI 

1-YELDEĞİRMENİ’NDEN ANIMSAMALAR
2-ELEŞTİRİ VE ÖNERİ ÜZERİNE
3-KUŞDİLİ ÇAYIRI’NDAN ANIMSAMALAR

4-KADIKÖY

5-İMAR AFFI

6- GECEKONDULAR, VAROŞLAR, SİTELER

7-ESKİ BİR YELDEĞİRMENLİ’YE MEKTUP

8-HAYDARPAŞA YANGINI’NIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

9-VAROŞLAR

10-VAN DEPREMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

11-FENERBAHÇE STADI-1
12-FENERBAHÇE STADI-2

13-BİANELDEN BİANEL

14-MARDUK VE AFETLER
15-KULE VİNÇLER

16-ALT BEYNİMDEN TAŞANLAR

17-MİNÜBÜSLER

18-YUNAN ADALARI VE ATİNA

19-KENTSEL DÖNÜŞÜM

20-ANADOLU YAKASI’NIN AĞAÇLARI

21-SÜREYYA PLAJI VE BAKİRELER ANITI

22-ÜSKÜDAR’DA ÇAMLICA CAMİİ

23-5. MURAD KÖŞKÜ
24-MALTEPE

25-BABALAR GÜNÜ
26-SARAÇLAR ÇEŞMESİ

27-KÖPRÜ, TÜNEL, VİYADÜKLER ÜCRETLİ OLACAK (GATS ANLAŞMALARI)

28- MALTEPE’DE SAHİL DOLDURULUYOR

29- TAKSİM (İNÖNÜ) GEZİ PARKI
30-ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ
31-TAKSİM MEYDANI

32-TAKSİM

33-KENT MÜCADELESİ
34-HAYDARPAŞA’YI KORUMAK
35-HAYDARPAŞA GARI

36-HAYDARPAŞA PLANI
37- YAŞAMIMIZ BİANL ETKİNLİĞİ
38- BJK İNÖNÜ STADI
39-SALI PAZARI
40-ALİ SAMİ YEN STADI
41- KUŞDİLİ ÇAYIRINA YENİ PLAN
42-TARİHİ BİNALARDA ÇIKAN YANGINLAR

43- SPOR (FUTBOL) KULÜPLERİ
44-ESKİ BİR YELDEĞİRMENLİ’YE MEKTUP-2

45-İSTANBUL
46-KAVAK SARAYI’NDAN OLİMPİYAT STADI’NA
47-ANNELER GÜNÜ

48-KURBAĞALIDERE VADİSİ

49-KADIKÖY’E BAKIŞ

50-KURBAĞALIDERE VADİSİ FİKİR PROJESİ YARIŞMASI

51-DİYARBAKIR’DA ANIT PARKTAKİ ANIT

52-KOMAGENE KRALLIĞI

53-TAK (TASARIM ATÖLYESİ KADIKÖY)

54-KURBAĞALIDERE VADİSİ FİKİR PROJESİ YARIŞMASI KOLOKYUMU

55-DATÇA

56-MAHALLE DAYANIŞMALARI

57-POPÜLİST SİYASET

58-YELDEĞİRMENİ’NDE SQUAT VE TAK

59-YELDEĞİRMENİ’NDE “SOYLULAŞTIRMA”

60-YEREL YÖNETİM SEÇİMLERİ

61-Mimarlar Odası Eski Genel Başkanı Oktay Ekinci’yi Kaybettik