27 Ekim 2009 Salı

atılgan EVİ







atılgan EVİ



 
 
 
 
 
 
 
 
 
ARİF ATILGAN

19-12-1948 İstanbul doğumlu
Beyoğlu, Cihangir İlkokulunda 1. Sınıfı Okumadan Sınavla Geçerek 2. ve 3. Sınıflar
Fatih, Ali Kuşçu İlkokulunda 4. Sınıfa Başlangıç
Kadıköy, Yeldeğirmeni Osmangazi İlkokulunda 4. ve 5. Sınıflar
Kadıköy, Yeldeğirmeni Kemal Atatürk Ortaokulu
Beyoğlu Atatürk Erkek Lisesi
1970 İTÜ Mimarlık
1970-1972 Diyarbakır 2. Taktik Hava Kuvvetleri İnşaat Şube Müdürlüğünde Askerlik
1972-1975 Bir Özel Şirkette Görev
1975 Sonrası Mimarlık ve Uygulama olarak Serbest İş Hayatı
2000-2002 Mimarlar Odası Anadolu 1. Bölge Temsilciliği Yönetim Kurulu Üyesi
2002-2004                                                                                                
2004-2006                          İstanbul Büyükkent Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi
2006-2008                          Anadolu 1. Bölge Temsilciliği Yönetim Kurulu Başkanı
2008-2009                                                                                                         
2009           DSP Kadıköy Belediye Başkan Adayı 
2010-2011 Mimarlar Odası Anadolu 1. Bölge Temsilciliği Yönetim Kurulu Başkanı      
Ayrıca Çeşitli Tarihlerde:
Mimarlar Odası Afet Komitesi Başkanı
TMMOB                                    
1999 Depreminde Bölgedeki Bilirkişi Heyetinde Görev
1999 Depreminde Çeşitli Bölge Çalışmaları
TMMOB ve Mimarlar Odası’nın Çeşitli Komite Komisyonlarında Görev
Alibeyköy Sel Afeti için Bölge Çalışması ve Raporu Hazırlanması
Kadıköy Kent Konseyi Başkanı
Kadıköy Kent Konseyi İmar, Planlama, Ulaşım Çalışma Gurubu Başkanı
Kadıköy Kent Konseyi’nin Çeşitli Çalışma Guruplarında Görev
Kadıköy Kent Müzesi Uzmanlar Kurulu Üyesi
Kandilli Rasathanesi Deprem-Afet Eğitimcisi
5 No lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Gözlemci Üyesi
Çeşitli STK larda Çalışmalar
Çeşitli Yayınlarda Kadıköy Konulu Köşe Yazıları
Çeşitli Yayınlarda Kent İle İlgili Yazılar
Çeşitli Medyada Kent ve Deprem İle İlgili Program, Röportajlar
Mimarlara Mektup Dergisinde Yazılar
Yeldeğirmeni Tarihini Anlatan Kitap
Haydarpaşa Tarihini Anlatan Kitap
Mimarlara Mektuplarım Kitabı
Haydarpaşa Tarihini Anlatan Çeşitli Sunumlar
İZ TV de Haydarpaşa Belgeseli
Mimdap ve Arkitera adlı WEB Sitelerinde Köşe Yazıları
Kadıköy Life Dergisinde Kentle ilgili Yazılar
Evli, Bir Oğlu Var

 

 

 


19 Ekim 2009 Pazartesi

SEVGİLİ MESLEKTAŞLARIM

Sevgili Meslektaşlarım

TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Anadolu 1. Bölge Temsilciliğimizin 9.Döneminin sonuna gelmiş bulunuyoruz.Bu süreç ile ilgili değerlendirmeme geçmeden önce bu dönem içersinde aramızdan ayrılan arkadaşlarımızı saygıyla anıyorum .
Ayrıca bana,Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Anadolu 1.Bölge Temsilciliği Yönetim Kurulu Başkanlığı onurunu yaşatmış olan, başta yönetim kurulu üyesi arkadaşlarım olmak üzere tüm üyelerimize teşekkür etmek istiyorum.
Değerli Meslektaşlarım
Dünyada ,Küresel Isınma en önemli sorun olarak karşımıza çıkmıştır.Bu sorunun sonucu olarak su kaynaklarının azalması ve yok olma tehlikesi iyice kendini hissettirmiştir.Ülkemizde de barajların kuruyup tükenme aşamasına gelmesi artık bu konunun ilerde oluşacak bir olasılık değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu hepimize açıklıkla göstermiştir.7 milyara dayanan Dünya Nüfusunun yaşayabilmesi için nüfus planlamasının yanında Dünya Kaynaklarının tüketilmeden sürdürülebilir bir şekilde kullanılması gerekmektedir.
Ülkemizin bulunduğu bölgede en önemli sorun ,Orta Doğu da bizleri de içine çekme iştahındaki savaş ve kandır.Yaptığı Irak Harekatı ile adeta sınır komşumuz olan ABD,yarattığı karmaşanın içine bizi de sokmak için elinden gelen gayreti göstermektedir.Bu konuda bilgi sahibi kişilerin endişeli konuşmaları ise herkesin fazlasıyla dikkatini çekmektedir..
Ülkemizde ,2006 yılı ocak ayında çıkarılmış olan “Bölge Kalkınma Ajansları Yasası” ,26 adet Bölge Kalkınma Ajansı kurulmasını sağlamıştır.Bütçelerinin belirsiz bir kısmı yabancı fonlar tarafından sağlanacak olan bu yapının, kamu kurumu mu,özel kuruluş mu yoksa STK mı olacağı şimdiden merak konusu olmaktadır.Köşe yazarları köşelerinde, Dünyanın Hakim güçlerinin,20. Yüzyıl başında ki 20 Ulusu yüzyılın sonunda 200 ulusa çıkardıklarını,21. Yüzyılda ise 2000 eyalet gerçekleştirmeyi planlamakta olduklarını seslendirmektedirler.
Kentimiz İstanbul ve özellikle Temsilciliğimizin sınırları içersinde olan Kadıköy ,Adalar,Üsküdar,Ümraniye,Beykoz İlçelerindeki mesleğimizle ilgili sorunlara baktığımızda ise fazla sayıda imar yanlışlıkları ile karşı karşıya kalmaktayız.Bunları tek tek saymak yerine ortaya çıkış sebeplerini araştırdığımızda ,artık işe özel yasa çıkarıldığını ve parsel ölçeğinde tadilat planlarının yapıldığını görmekteyiz.İşe özel yasaya en belirgin örnek olarak Haydarpaşa Projesini ,parsel ölçeğindeki plan tadilatlarına ise Mühürdar Oteli Projesini gösterebiliriz.Bu tip projeler ,hem kentin şehircilik prensiplerini alt üst ederek yapılaşmasına,hem de halkın adalet duygusunun yara almasına sebep olmaktadır.
Sevgili Meslektaşlarım
Ülkeye giren yabancı para YTL yi değerli kılmakta ,dolayısıyla ithalatı arttırmakta,ithal edilen malları almak için ise halkımız yine önemli kısmı yabancı sermayenin eline geçmiş bulunan bankalar vasıtasıyla yabancılara yüksek faizle borçlandırılmaktadır.Bu durum bizim sektörümüzde de aynıdır.İnsanımızın alım gücünün çok üzerinde, neredeyse 3 katı ücretle satılan konutları alanlar da aynı şekilde borçlandırılmaktadır. Öldükten sonrası için bile borçlanan bu insanlarımız ödeme güçlüğüne girdiklerinde faturanın yine her zaman olduğu gibi işi yapan şirketler yerine tüm halka çıkarılacağı en büyük endişedir.
Geçen dönem Çalışma Raporunun Sunuş Yazısında belirtildiği gibi,hareketlenen inşaat piyasası bizlere istihdam sağlamamış ,yurt dışında hazırlanan projelerle dar bir çevreye iş ortamı yaratmıştır.
Mimarların yasal istihdam alanları kısıtlıdır.İnşaat,onarım vs gibi bizim yaptığımız işlerin bazılarını mimar olmayan herhangi bir vatandaşta yapabilmektedir.Önemli olan mimarların yasal istihdam alanlarının saptanmasıdır.İlgili yasalarda gerekli değişiklikler yapılmalı ,o zaman oluşan mimari tarzdan mimarlar sorumlu tutulmalıdır.Bu konuda üyelerimizin de tutarlı çalışmalarla önerilerde bulunması yararlıdır.
Deprem bahane edilerek ortaya atılmış olan kentsel dönüşüm kavramı kentliyi kentten dışlamayı prensip edinmektedir.Yapı adası,mahalle,ilçe ölçeğinde yerleşim alanları orada yaşayanları dışlayarak yerli ve yabancı sermayeye iş haline getirilmek istenmektedir.Bu anlayışın altında halihazır yapı stokunu gerçekleştirenlerin yetersiz olduğu anlayışı da yatmaktadır.Halbuki bu binalar ,inşa edildikleri günün yasa ,yönetmelik ve şartlarına göre yapılmışlardır.Bunları yapan mimar,mühendis,müteahhit,usta vs ler pekala bugünkü yasa ve yönetmeliklere göre de kenti yeniden yapılandırabilirler.Yapılması gereken iş kentteki yapı stokunu, kentlileri dışlamadan yine bu insanlara yeniletmek olmalıdır.
Bu dönem oda ile üyeler arasındaki en önemli ilişki ,16-17 Nisan 2004 tarihinde yapılan Olağanüstü Genel Kurulda kabul edilmiş olan Sürekli Mesleki Gelişim Merkezi(SMGM) Yönetmeliğinin uygulamaya geçmesi ve bu vasıtayla üyelere eğitim verilmesine başlanmasıdır.AB Uyum Yasaları gereğince başlatılan bu uygulama bizlerin de yurt dışında mimarlık yapabilme hakkının doğması için bir başlangıçtır.Bu uygulama ile mimarların bir sonraki yıl Büro Tescil Belgesi alabilmeleri için o yıl öngörülen kredi miktarını sağlamış olmaları gerekmektedir.Bu yıl için öngörülen 15 kredi ,eğitimlerin yanında krediye sayılacak etkinlikler ile de elde edilebilecektir.
1977 yılından önce mezun olan üyelerimizin kredi sağlama zorunluluğu bulunmamakta ,1977-1987 yılları arasında mezun olanların sadece 15 kredi alma zorunluluğu ,1987 yılından sonra mezun olan arkadaşlarımızın ise, odamızın öngördüğü konulardaki zorunlu eğitimle birlikte 15 krediyi tamamlamak zorunluluğu bulunmaktadır.Ancak uzmanlık isteyen konular olan Yapı Denetimi,İş Güvenliği,Bilirkişilik gibi alanlarda çalışacak arkadaşlarımızın o konularda eğitim almaları zorunlu olmaktadır.
Bu konu kesinlikle okul dönemi eğitimi gibi algılanmamalıdır.Meslektaşlarımızın her günkü çalışmalarının dışına çıkarak meslekle ilgili başka alanlarda da neler olduğu hakkında bilgilenmeleri şeklinde anlamak daha doğrudur.
SMGM Eğitimleri ,önümüzdeki yıllarda başta kamu kurumlarında çalışan arkadaşlarımız olmak üzere tüm mimarları kapsayacak şekilde geliştirilecektir.
Mimarlar Odası kamu ve toplum yararı anlayışı içersinde çalışmalarını sürdürmektedir.Temsilciliğimiz de aynı anlayışla çalışmakta ve bu anlamda bölgemizdeki yanlış yapılaşmalara karşı yasal ortamda mücadelesini sürdürmektedir.Bu mücadele esnasında Temsilciliğimiz ,STK larla birlikte hareket ederek halkımızın da kamu ve toplum yararı anlayışını benimsemesini sağlamak istemektedir.Halkın mutluluğu mimarların da mutluluğu olacaktır,zira mimarlarda kendilerinin halkın içindeki bireyler olduklarını bilmektedirler.
Tüm meslektaşlarımın birlik ve beraberlik içersinde umutlu ve mutlu günler yaşamasını diliyorum.
Sevgilerimle.
Arif Atılgan
Yönetim Kurulu Başkanı
ocak 2008 genel kurul açış konuşması

İMAR AFFI

Kent Mektupları



İMAR AFFI
Arif Atılgan

Son günlerde Ana Muhalefet Partisi'nin bir yetkilisi imar affı gerektiğini kamuoyuna duyurmuş ve konuyu tartışmaya açmıştır. Bu fikre İktidar Partisi'nin de taraf olacağı aşikârdır. Bu açıklamayı yapan kişi bir adım daha ileri gitmiş, bazı kişi ve kurumları da açıklama yapmaya davet etmiştir. Ancak hala özellikle imar affına karşı oldukları belli olan kişi ve kurumlardan bir yorum gelmemiştir.

Yerel seçimler esnasında imar affına karşı olduğunu cesaretle ifade eden ve afsız çözümler üreten tek Belediye Başkan Adayı olan ben, bu konuda bir şeyler söyleme sorumluluğunu göstermek istiyorum.

Aftan önce, bu ruhsatsız veya ruhsata aykırı binaların nasıl, niye oluştuklarını irdelemek gerekmektedir. Göç, plansızlık, aflar, göz yummalar, art niyetler gibi birçok sebep sıralanabilir ancak bunları sıralamak esas sebepleri görmemize engel olmamalıdır. Esas sebep yasa ve yönetmeliklere uygun iş yapmak isteyen vatandaşların önüne birçok prosedür zorluğu ve (resmi, gayriresmi) mali külfetler çıkarılmasıdır. Hazırlanan yasa ve yönetmelikler düzgün iş yapmak isteyen vatandaşlar için uygulanamaz şekildedirler. Bunları uygulatıcı kişilere de yetkiler verilmiştir, ancak sorumlulukları bulunmamaktadır. Örneğin: Deprem davalarında genellikle serbest çalışanlar yargılanmıştır.
  

İnşaat yaptığım yıllarda, bir binaya iskân için belediye yetkililerini götürdüğümde, duvar kâğıdının altında kalmış olan prizi çıkarmamı beklememişler ve hızla binayı terk etmişlerdi. Başka bir binada ise merdiven korkuluklarının demirlerini fazla aralık bulduklarını söylemişler ve yine binayı hızla terk etmişlerdi. Örnek olsun diye seçtiğim bu ve buna benzer birçok olayı bu işin içinde olan herkes yaşamıştır. Tabii bir de yüklü harçlar vs.ler ödemek zorundasınızdır.

Belediyelerdeki mıntıka mühendisleri isterse hiçbir yerde kaçak çivi bile çakılamayacağını herkes açık bir şekilde bilmektedir.

Buna karşılık kaçak bina yapanlar, daha az para harcayarak ve hiç formalitelerle uğraşmadan binalarını inşa edebilmektedirler. Bu durum o hale gelmiştir ki, bazı kaçak binalar diğerlerinden daha iyi mimarlık ve mühendislik hizmeti alınarak inşa edilmektedirler.

Yani af çıkardıktan sonra pratik eskisi gibi devam ettiği takdirde en kısa zamanda yine aynı miktarda affedilecek yapı stoku ile karşılaşılacağı kesindir.

Bir de affı tartışmadan önce bu kaçak binaların oluşmasını sağlamış olan kamu görevlilerinin 30 - 40 yıl öncesine gidilerek tek tek ortaya çıkarılması ve cezalandırılmaları gerekmektedir.

1999 depreminden önce kendimce bir istatistik yapmıştım. Bir arsaya ruhsatlı inşaat yapılıp, iskân alınıncaya kadar çeşitli yerlere, çeşitli kişiler tarafından 250 - 300 imza atılmakta idi. Söylendiğine göre bu rakam depremden sonra Yapı Denetim Yasası'nın da çıkmasıyla 350 - 400 civarına yükselmiş.

Demek ki önce yasalara uygun inşaat yapmak isteyenlere gerek maddi gerekse formel kolaylıklar düşünülmeli, bu durum cazip hale getirilmelidir. Aksi takdirde kamu kurumları kaçaklardan harç alamadıkları gibi, onlara hizmet götürdükleri için zarara da uğramaktadırlar. Üstelik hiçbir zaman sağlıklı istatistik olamamakta, buna göre herhangi bir çalışma yapılamamaktadır.
  

1999 yılındaki büyük depremden sonra Marmara Bölgesi'nin, ama özellikle İstanbul'un afetlere karşı güvenli hale getirilmesi için çalışmalara başlanıldığında görülmüştü ki, elde sağlıklı bir bina envanteri bulunmamaktadır. Bunun üzerine hava fotoğraflarından yararlanarak envanter çıkarılmaya çalışılmıştır. Çünkü: Sağlıklı bir bina envanteri olmadan çalışma yapılabilmesi olanak dışıdır. Hava fotoğraflarından çıkarılan sonuca göre o yıllarda İstanbul'da 300.000'i ruhsatlı-iskânlı, 500.000'i ruhsatlı-iskânsız (yani ruhsata aykırı işler yapılmış), 500.000'i ise ruhsatsız-kaçak (yani belediyelerde hiçbir dosyası yok) bina bulunmakta idi. Belediyelerdeki imar paftalarında, sadece 300.000 bina görülebilmekte idi. Zira diğerleri iskânsız oldukları için bina olduklarına dair cins tashihi yapılamamış, dolayısıyla imar paftalarında hala arsa olarak gözükmekte idiler. Ayrıca özellikle ruhsatsız-kaçak binalarda kaç bağımsız bölüm olduğu da hesaplanamamaktadır. Bu binalar için emlak vergi dairelerine bina beyanında bulunulsa dahi, binadaki bütün bağımsız bölümlerin gösterilip gösterilmediği belli değildir. Örneğin: Depremden sonraki yıllarda tapu kayıtlarına göre İstanbul'da 3 - 3,5 milyon bağımsız bölüm gözükmektedir ki, buna inanmak mümkün değildir. Zira her binada ortalama 5 bağımsız bölüm bulunsa dahi 1,3 x 5 = 6,5 milyon bağımsız bölüm olması gerekmektedir.

Görüldüğü gibi bırakın binaların mimarlık - mühendislik açısından durumlarının tespiti ile çalışma yapılmasını, binaların ve bağımsız bölümlerin sayısı bile sağlıklı bir şekilde bilinememektedir.

Bu durumda deprem veya afetle ilgili çalışma yaptığını söyleyenlerin hiç birine inanmak mümkün değildir. Göstermelik bina bazında çalışmalar olabilir, ancak depreme karşı kentin bütününü kapsayan bir çalışma bu şartlarda asla olamayacaktır.

Görülüyor ki, aftan önce geriye dönük olarak bu konular sağlıklı, açık ve samimi şekilde tartışılmalıdır.

Ben buna rağmen cesaretle söylüyorum ki, İstanbul'daki binalar affa gerek kalmadan arsalarının rantı ile kendilerini yenileyebilecek durumdadırlar.
ARİF ATILGAN Haziran 2009 Arkitera



ELEŞTİRİ VE ÖNERİ ÜZERİNE

ELEŞTIRI VE ÖNERİ ÜZERİNE

Mimarlar Odası İstanbul Şubesi seçimleri sürecinde ve sonrasında bir çok şey söylendi, yazıldı.Ben seçim günü yaşadığım küçük bir enstantaneden hareket ile bir süredir çokça tartışılan “eleştiri ve öneri” üzerine değerlendirme yapmak istiyorum.Doğrusu uzun süredir bunun ihtiyacını da hissettiğimi ifade etmek isterim.
27 Ocak Pazar günü Mimarlar Odası İstanbul Şubesinde tüm meslektaşlarımız oylarını kullanırken,İBB Başkanı olan meslektaşımız Sayın Kadir Topbaş da oyunu kullanmış ve Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Başkanı Sayın Eyüp Muhçu tarafından kahve ikramı için üst kata davet edilmişti.Yukarıdaki odada yapılan küçük kahve sohbeti sırasında bende orada idim.Kadir Topbaş ve yanındakiler en kibar şekilde konuk edilip ağırlanırlarken İstanbul’umuzun mesleğimizi ilgilendiren konuları da konuşuluyordu.
Sulukule konu edildiğinde ,belediye başkanı “hep eleştiriyor ve karşı çıkıyorsunuz,öneri getirmiyorsunuz” cümlesiyle Mimarlar Odasına sitem ediyordu.
Son bir yıldır Mimarlar Odasına getirilen bu konudaki eleştirilere bir açıklık kazandırılması gerekmektedir.
Mimarlar Odası sadece eleştiri mi yapmaktadır?Öneri yapmamakta mıdır?Yani Mimarlar Odası kolaycı bir karşı çıkma politikasını mı tercih etmektedir?
Örneğin ,
Sulukule’de;oradaki insanlar dışlanmadan ,onlarla tartışarak ve ikna edilerek onlar için proje hazırlanmalıdır ,
Haydarpaşa’da; burası çalışan bir liman ve gar olması dolayısıyla dünyanın önemli endüstriyel miraslarındandır,böylece kalmalıdır,
Tarlabaşı’nda; yenileyerek koruma değil, korunarak yenileme olmalıdır,bu evleri yıkmadan bu haliyle restore etmek gerekir,
demek aslında öneri getirmek değil midir?
Bu örnekler çoğaltılabilir ancak öneri ile proje hazırlamak karıştırılmamalıdır.
Bazı kişiler kentin bir parçasını değiştirmek ,dönüştürmek veya yenilemek isteyebilirler. Ama bazı kişiler de bu isteğin tersinin doğru olduğunu savunabilirler.Aslında her iki düşüncede öneridir. Değiştirmek isteyenlerin ,bu değişim için bir proje hazırlatmaları gerekmektedir ki, bu çalışma için de gerekli verilerin toplanması ihtiyacı doğmaktadır.Konu aslında oldukça basittir, karmaşa çıkarmaya hiç gerek yoktur.
Mimarlar Odasına ,sürekli “öneri getirmiyorsunuz” eleştirisini yapanların içinde samimi olanlar kadar ,olmayanlar da bulunmaktadır.Samimi olmayanların amacı kurumu proje hazırlamaya zorlayarak ,projeyi tartışır duruma getirmektir.Yani bu şekilde ,öneri kısmı kabul edilmiş, projeyi tartışmaya başlar hale gelinmiş olunacaktır.
Örneğin:Kadıköy’de tarihi Kuşdili Çayırı’nın eski çayır ve koruluk haline getirilerek kentin ortasında bir vaha yaratılmasını istemek önerisine karşın,o alana inşa edilmek istenen alışveriş merkezinin projesini tartışmak apayrı davranış biçimleridir.Projenin güzel mi , değil mi, fonksiyonel mi, değil mi şeklindeki tartışmasına açık olunduğunda o alanın eski haline getirilmesinden vazgeçildiği gerçeği ortaya çıkmaktadır.Zira artık yapılması düşünülen proje tartışılmaktadır.
Mimarlar Odası bu noktada katı olmaktadır.Bu katılık bazı çevrelere sempatik gelmeyebilir.Bu çokta doğaldır.Ancak konularla direkt ilgili olan ve yapılan projelerden çok olumsuz etkilenecek olan halka ise sempatik gelmektedir.Amaç, kamu ve toplum yararı olduğuna göre bu davranış biçiminin doğruluğu ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca bu projeler hazırlanırken sadece kağıt üzerindeki verilerle yetinmenin de yanlış olduğunu bilmek gerekmektedir.Proje hazırlanan bölgenin insanları ile de konuşulmalı,tartışılmalı ve onların ikna edilmeleri sağlanmalıdır.Bu anlamda örneğin:Kartal’a kentsel dönüşüm projesi hazırlayan Zaha Hadid bırakın Kartallılarla konuşmayı,arabasından inip Kartalın toprağına ayağını basmış mıdır ?
Ancak bütün bunlardan hiçbir zaman , eleştiri yapanların ifade ettiği şekilde ,öneride bulunulmamalı anlamı da çıkarılmamalıdır.Mimarlar Odası ,olanakları elverdiği oranda bu konuyu göz önüne almaya devam etmelidir.
Gerek kentimizde, gerekse ülkemizde deprem sonrası deprem bahane edilerek kentsel dönüşüm ve kentsel yenileme projelerinin ortaya saçılması neredeyse depremin bir kurgu olduğunu akıllara getirmektedir.Çünkü deprem bu projeleri gerçekleştirmek isteyenlerin işine o derece yaramıştır ki..Ancak herkes şunu bilmektedir ki gerek yaşadığımız ,gerekse beklediğimiz depremler gerçektir.
Yaşadığımız deprem gerçeğinden hareketle beklediğimiz deprem için halkı dışlamadan yapılması gerekenler bunlar değildir.Kentli olmadan kent olmaz prensibini bir kenara atarak kenti ve kentliyi dönüştürmek istemek kente de kentliye de açık bir ihanet değil midir?
İstanbul’umuzu ele alırsak, bilinen tarihi 2700 yıl olan bu kenti, rantı çok fazla düşüncesiyle alt üst ederek başkalarına satmak istemek en azından burada yaşayan insanlara çok büyük haksızlık değil midir?
Kentteki insanların kendi zararlarına olan bu durum toplum mühendisleri tarafından medyada yararlarına imiş gibi sunulmaktadır. İnsanlar başlarına gelecekleri ancak her şey olup bittikten sonra anlayabilmektedirler. İşte burada konuyu bilen insanların ortaya çıkarak halkı aydınlatması gerekmektedir ki Mimarlar Odası da bunu yapmaktadır.Aslında aydın olmanın gereği de halkı en azından kendisiyle ilgili konularda bilgilendirmek ve aydınlatmaktır.
İstanbul binaları ve insanları ile bir bütündür.Bu iki unsurun değiştirilmesinin doğuracağı sonuç ,bir kent Frankestayn’ı yaratmaktan başka bir şey değildir.Yıllar önce oynamış olan bu film hatırlanacak olursa, Frankestayn’ın ilk önce kendisini yaratan doktorun katili olduğunu düşünmekte yarar vardır.
Eleştiri ve öneri tartışmasının konuyu nerelere getirdiği görülmektedir.Demek oluyor ki tartışma çokta satıhta değildir.
ARİF ATILGAN arkitera 2008 köşe yazısı

14 Ekim 2009 Çarşamba

EKONOMİK KRİZ

Mimarlara Mektuplarım



Ekonomik Kriz

Arif ATILGAN


Bu sayıda Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Anadolu 1. Bölge Temsilciliği Bölgesi içersindeki bir konuyu yazmak yerine dünyadaki ekonomik krizden bahsetmek istiyorum. Çünkü bu seferki krizin çıkış sebebi bizim iş alanımız olan inşaat sektörü olmaktadır. Ve beklenen kriz sonrası her zaman olduğu gibi faturayı halkın ödeyeceği düşüncesi şimdiden beni çok sinirlendirmektedir.
Konuya girmeden önce bazı terimleri açıklamakta fayda vardır sanırım.
Hedge Fon: Serbest fon, riskten sakınan fon anlamlarına geliyor diyebiliriz. Kolay denetlenemeyen, hızlı hareket eden bu fonlar çok getiri getirebileceği gibi zarar da ettirebilmektedir.
Subprime Krediler: Geliri olmayan, ödeme güçlüğü riski olabilen, kredibilitesi düşük kesimlere verilen kredilerdir.
Mortgage Krediler: İpoteğe dayalı konut kredileridir.
Subprime Mortgage Krediler: Yüksek riskli ipotekli konut kredileridir.
Konuyu daha iyi açıklayabilmek için krizin merkezi olan ABD’den bir örnekleme yapmakta yarar vardır. Bu ülkede kurulmuş 100 birimlik bir Hedge fonun bu 100 birimle herhangi bir bankadan 110 birimlik Subprime Mortgage senetleri satın aldığını düşünelim. Bu fonu yönetenler daha sonra elindeki 110 birimlik senedi başka bir bankada kırdırarak ellerine geçen sermaye ile tekrar Mortgage senet satın almaktadırlar. Sıkıntı, liberalizmin merkezi olarak kabul edilen ABD’de bile bu tekrarın kaç defa olduğunun hesaplanamamasıdır. Yani aslında sistem kuralsızdır.
Bu örnekteki aktörlerin durumlarını araştırdığımızda ne düşündüklerini şöyle tanımlayabiliriz:
Ev satın alanlar, borç ödeyecekleri süre içersinde satın aldıkları evin değerinin artacağı, dolayısıyla istedikleri zaman kazanarak vazgeçebilecekleri düşüncesiyle bu işe girmişler ve bu sebepten kendilerini riskte görmemektedirler.
İnşaat yapanlar, satışlar devam ettiği müddetçe fiyatların artacağını en azından düşmeyeceğini, dolayısıyla da satışların hiç bitmeyeceğini düşünmektedirler. Bu şekilde iyi kazançlarının devam edeceğini aldıkları kredilerin sorunsuz ödenebileceğini hesaplamaktadırlar.
Kredi veren finans kuruluşları; satışlar devam ettikçe ve fiyatlar arttıkça ödemeler sorunsuz olmakta, verdikleri kredilerden iyi kazanmaya devam etmektedirler.
Devlet, inşaat sektörü sayesinde en vasıfsız insanlara bile istihdam sağlamaktadır. Ayrıca bu sektörden dolayı birçok sektörde de alışveriş hareketi olmakta, bol kazanan halk mutlu bir şekilde tüketmektedir.
Yani alışveriş devam ettiği müddetçe sorun yoktur. Peki, ama ülkemizde de yaşadığımız bütün krizlerden önce benim küçük beynimle düşündüğümü hiç kimse düşünmemekte midir?
Herkesin kazandığı bir oyun yoktur, kesinlikle kaybeden biri veya birileri vardır veya olacaktır.
Nitekim piyasada doygunluk başlayınca, satışlarda durgunluk, fiyatlarda düşüş, kredilerde geriye dönememe sorunları ortaya çıkmaktadır. İşte ABD Merkez Bankası’nın piyasaya 1 trilyon dolar sürmesiyle başlayan, diğer ülkelerin de sürdükleriyle 3,5 trilyon doları bulan nakit para, ekonomideki köpüğün yerini doldurmak içindir. Yani Hedge fonun ilk 100 birimden sonra piyasaya verdiği karşılıksız kredilerin riskini ortadan kaldırabilmek gayretidir.
Ülkemizdeki görüntüye baktığımızda, son on yılda bir anda isimlerini yeni duyduğumuz büyük inşaat şirketlerinin ortaya çıktığını tespit edebiliriz.1990’lı yıllarda bazılarının küçük inşaatçı olarak sektörde çalıştığını gördüğümüz bu kişiler bugün gökdelenler, kasabalar, kentler yapmaktadır. İşin esasını araştırdığımızda ise, içlerinde yabancı ortaklık kuranların da olduğu bu kişilere ucuz veya bedava (tahsisli) arsa bulunduğu, bu arsalara rantlı imar durumu verildiğini, sağlanan kredilerle de inşaat yapmalarının sağlandığı açıklıkla tespit edilebilmektedir. Belli ki bu kredilerin neredeyse tamamı bizim bankalarımıza yabancı bankalardan aktarılmaktaydı. Satışlar devam ettiği sürece alınan senet veya nakitler kredi alınan bankaya aktarılmakta ve bu şekilde sistem sorunsuz olarak çalışmaktaydı. Yani çark döndüğü müddetçe mutluluk zinciri hatasız çalışmaktaydı.
Doğal olarak ilk önce ABD’de kendini hissettiren ekonomik kriz tüm dünyaya yayılmıştır. Ülkemizde de yavaş yavaş kendini belli eden krizin özellikle 2009 yılında iyice hissedileceği ekonomistler tarafından yazılmaktadır.
O zaman ne olacaktır?
İşler iyi giderken medyada yetenekli, harika kişiler olarak başarı hikâyelerini izlediğimiz bu inşaatçılar batacak mıdır? Eski filmlerdeki gibi intiharlar mı olacaktır? Veya ellerine keser alıp sıfırdan yeniden mi başlayacaklardır?
Hiçbiri olmayacaktır. Daha önceki ekonomik krizlerde olduğu gibi bu inşaat şirketlerinin borçlarının da halk tarafından ödeneceği formül bulunacaktır. Üstelik halkın haberi bile olmadan. Aslında tüm dünyada da bu böyle olmaktadır. Bütün merkez bankalarının piyasaya sürdükleri paraların aynı merkez bankalarına tekrar geri dönmesi ülke halklarına çıkarılan ek vergilerle sağlanacaktır.
Her zaman olduğu gibi yine kapitalist sistemin “kazanç bireysel, zarar toplumsal” prensibinin uygulanacağı belli olmaktadır. Halklar ise Freadmen ile Keynes’in ekonomik görüşlerini karşılaştırarak oyalanacak, bu arada kim bilir kaçıncıya başkalarının zararını ödediklerini unutacaklardır.
Öte yandan, kentlere verilen kalıcı zararlar sebebiyle neslimiz, ileriki nesiller tarafından hiç de iyi anımsanmayacaktır.
Türkiye’nin yaşadığı önemli ekonomik krizler, 1929-31, 1958-61, 1978-81, 1994, 1998-2001 yıllarında yaşananlardır. Bunlardan son dört tanesinin canlı tanığı olduğumu belirtebilirim. Çok küçük yaşlarda olmama rağmen 1961 yılından aklımda kalan tek şey boşalan devlet kasası için halktan yardım istenmesi ve bu kampanyaya katılan annemin, babamın Hazineye yardım olsun diye altın nikâh yüzüklerini bağışlayıp yerine beyaz renkli nikel yüzükler almalarıydı. Her ikisi de ömürlerinin sonuna kadar o yüzükleri gururla takmışlardı.
Sonraki üç tanesini ise yetişkin olarak yaşadım. Üzülerek belirtmem gerekirse her defasında sıfırdan başlayan, halk olmuştu. Özellikle sonuncusunda bütün medya 50 milyar doların bankacılık sektöründe, 50 milyar dolarınsa kamu idarelerindeki yolsuzluklarda battığını uzun uzun yazmıştı. Daha sonra bu batık kişilerin VIP salonlarında ağırlandığını, değersiz arazilerine rantlı imar hakları verilerek borçlarının ödenmesini sağladıktan başka kazanca bile geçirildiklerini yine bütün medyadan izlemiştik.
Bugünlerde yaşamaya başladığımız, 2009 yılında yoğun olarak yaşayacağımızın ifade edildiği ekonomik krize devletin ve bankaların etkilenmeyecek şekilde hazır olduğu, ancak bu sefer reel sektörün hazırlıksız yakalandığı, ekonomistler tarafından açıklanmaktadır. Bu reel sektörün içindeki inşaat sektörü hem bizim mesleğimizin içinde bulunması açısından hem de ABD’de krizin başlangıcına sebep olması bakımından bizleri ilgilendirmektedir.
Bu anlamda krize bizi ilgilendiren tarafından bakmak ve önümüzdeki yıl olabileceklerle ilgili tahminlerimi şimdiden meslektaşlarımla paylaşmak istedim. Umarım bu yazdıklarım sadece benim sanrılarım olarak kalır...
Kasım 2008 Mimarlara Mektup

HAYDARPAŞA'DA NELER OLUYOR


Haydarpaşa’da Neler Oluyor?

Arif ATILGAN



19 Ağustos 1908 tarihinde hizmete başlamış olan Haydarpaşa Garı ile ilgili olarak 2004 yılından itibaren, bizlere göre iyi niyetli olmayan bazı çalışmalar olduğunu açık bir şekilde gözlemlemekteyiz. 17.9.2004 tarihinde 5234-5 sayılı, 21.4.2005 tarihinde ise 5235-32 sayılı yasalarla başlayan hareketlenmeler, gar ve çevresindeki 1 milyon m2’lik alana birtakım inşaatlar yapılmak istendiğinin ilk işaretleri olarak kendini belli etmişti. Ancak daha sonra 26.4.2006 tarihinde 5 No.lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu (KTVKK) tarafından sahanın tamamının tarihî ve kentsel sit ilan edilmesiyle, amaç bir süre için frenlenmişti. Bu kişi ve kurumlar 21.6.2006 ve 7.3.2007 tarihlerinde 5 No.lu KTVKK’na kararını değiştirmesi için tekrar başvurmuşlar ancak her iki başvurularına da ret cevabı almışlardı. Israrla alana inşat yapılmasını isteyen TCDD; bu sefer 25.6.2007 tarihinde sit kararının iptali için KTVKK kararına dava açmış, ancak 18.9.2007 tarihinde Mimarlar Odası’nın da KTVKK tarafında müdahil olduğu bu davayı kaybetmişti. Daha sonra TCDD buraya plan yapma yetkisini İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) vermiş, İBB ise 20.2.2008 tarihinde plan yapmanın bir prosedürü olarak kurumlara görüşlerini sormuştu. Ne acıdır ki, TCDD 2.3.2008 tarihinde bu soruya “Haydarpaşa Garı’na ihtiyacım yok” cevabını vermişti. 16.7.2008 tarihinde planın yapılması işi ihaleye çıkarılmış, 30.7.2008 tarihinde ise konuyla ilgili bir “arama konferansı” düzenlenmişti.
Bütün bu gayretler önce 1 milyon m2 olan, ancak daha sonra içerilere doğru büyültülerek 2,2 milyon m2’ye çıkarılan, ileri tarihlerde Selimiye Kışlası’na kadar daha da büyültülmesi düşünülen tarihi ve kentsel sit alanına yerli ve yabancı sermaye tarafından inşaatlar yapılabilmesi içindi. Bu arada daha sonra dava açılarak iptal edilen, 1/100.000 ölçekli planda da alan “merkezi iş alanı” (MİA) olarak gösterilmişti.
Yukarıda anlatılan bütün çalışma ve gayretlere rağmen Mimarlar Odası’nın da içinde bulunduğu 70’i aşkın STK’nın katıldığı Haydarpaşa Dayanışması, büyük bir sivil mücadele örneği göstererek Haydarpaşa’ya bu projelerin yapılabilmesini önlüyorlardı.
Bugünlerde kendi alanını ille de inşaata açmak isteyen TCDD’nin Haydarpaşa’yı işlevsizleştirme çabalarına giriştiği gözlemlenmeye başlanmıştır. Önce 12.6.2006 tarihinde ilgili KTVKK’dan alınan basit onarım izni ile garın üçüncü katı dekore edilerek Drees & Sommer Proje Bürosu’na tahsis edilmişti. Gara ilk fiziki müdahale denebilecek bu olaydan sonra ikinci olarak ise 11.8.2008 tarihinde deniz tarafındaki alan, bir kokteyl için halka kapatılmıştı.
15-17 Ekim 2008 tarihleri arasında ise Haydarpaşa Garı’nda 2. Uluslararası Demiryolu Sempozyumu-Sergisi yapılması programlanmıştır. Avrupa Yatırım Bankası’nın himayelerinde TCDD, Uluslararası Demiryolları Birliği, İTÜ, ODTÜ, Süleyman Demirel Üniversitesi, Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nin düzenlediği sempozyumun birincisi 13-14 Ekim 2006 tarihinde Ankara Bilkent Otel’de ve 15 Aralık 2006 tarihinde İTÜ Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilmişti.
Bu etkinlik gar binasının içersinde ve trenlerin olduğu taraftaki üzeri kapalı olan, Danışma Bürosu’nun bulunduğu alanda yapılacaktır. TCDD’nin internette yayımladığı bilgilere göre, Garın içi fil ayağı kolonlar hiza alınarak üç ayrı “B, C, D” salonları olarak düşünülmüş, Danışma Bürosu’nun olduğu kısım ise büyük “A”salonu olarak düzenlenmiştir. Yaratılan yeni mekânlardan büyük A salonuna 751, gar içindeki salonlardan ortadaki C salonuna 210, iki yandaki B ve D salonlarına ise 175’er koltuk olmak üzere toplam 1311 koltuk yerleştirilmiştir. Ancak kapalı mekânların dışında tren yolu üzerine de, Haydar Baba’nın mezarının hizalarına kadar açık sergi alanları kurulması planlanmıştır. Garın liman tarafında dört adet banliyö hattı çalıştırılacakmış gibi görünse de pratikte bu durumun olanak dışı olduğu açık bir şekilde belli olmaktadır. Zira banliyö trenlerine sadece Haydarpaşa vapur iskelesinden değil, Kadıköy tarafından da yolcuların ulaşabilme zorunluluğu vardır. Bütün bu bilgilerden anlaşılabileceği gibi burada 15-17 Ekim tarihlerinde etkinliğe katılan binlerce insan bulunacaktır. Dolayısıyla zorunlu olarak trenler çalışmayacak, halk sadece gar içine değil deniz tarafına da sokulmayacaktır.
Öğrendiğimiz kadarıyla gar binasının içersinde yapılacak olan etkinlik için, ilgili 5 No.lu KTVKK’dan alınan izne göre iki gün öncesinden itibaren düzenleme çalışmaları yapılabilecek ve toplantıların sonrasında da iki gün içersinde alan eski durumuna getirilecektir. Bu çalışmaların binaya hiçbir şekilde zarar verilmeden yapılacağı ifade edildiği halde tefriş planında Danışma Bürosu ve gişelerin önündeki turnikelerin kaldırıldığı görülebilmektedir. Ayrıca garın dışındaki tren raylarının üzerinde kullanılacak olan koruma altındaki geniş alan için de ilgili KTVKK’dan izin alınması gerekmektedir.
Bu etkinliğin iki gün öncesi ve sonrası hesap edildiğinde Haydarpaşa Garı bir hafta halka kapatılacak ve çalışma dışı kalacaktır. Burada halka sağlanan ulaşım hakkı sosyal devletin kamu hizmetidir, dolayısıyla bu hakkın engellenmesi asla yasal bir işlem olarak kabullenilmemelidir.
Belli ki Haydarpaşa adım adım işlevsizleştirilerek insanların bu duruma alıştırılması sonucunda, istenilen projelerin daha sorunsuz gerçekleştirilmesi sağlanmak isteniyor.

Herkesin Haydarpaşa’yı ilk gördüğü günle ilgili bir anısı vardır. Ben Haydarpaşa’da (Yeldeğirmeni’nde) büyüdüğüm için böyle bir duyguyu hiç yaşamadığımı belirtmek isterim. Çünkü zaten kendimi bilmeye başladığımda burasını da bilmeye başlamıştım. Limanından balık tuttuğum, dalgakıranından denize girdiğim, garından trene bindiğim Haydarpaşa Garı’nı o derece kendimin hissetmiştim ki...
Haydarpaşa Garı bana daha çok trenleri düşündürürdü. Buharlı kara trenler, kurumlu dumanıyla istim salarak semtimizden geçtiğinde her tarafı dumanının özel kokusuyla etkilerdi. Bir de tren giderken, rayların düzleminin eğiminden dolayı etraftaki binaların yıkılacakmış gibi eğik gözükmeleri beni eğlendirirdi. Bugün hâlâ trene bindiğimde, binaların o görüntüsüne gözüm takılır ve kendi kendime gülümserim.
Bu derece bizim olan bir yapıyı bize yasaklamayı düşünebilen TCDD yetkilileri, belli ki bizler kadar Haydarpaşa’yı benimsememişlerdir.
Kurumların yönetimine, oraları seven yöneticiler getirilmelidir.
Ekim 2008 Mimarlara Mektup

KEMAL ATATÜRK ORTAOKULU (SAİNT EUPHEMİE FRANSIZ KIZ OKULU)


Mimarlara Mektuplarım



Kemal Atatürk Ortaokulu
(Saint Euphemie Fransız Kız Ortaokulu)

Arif ATILGAN



Son günlerde okulların ve hastanelerin satılığa çıkarılmaları ile ilgili haberler sık sık gündeme gelmektedir. Bu anlamda yayımlanan listelerde Yeldeğirmeni Kemal Atatürk Ortaokulu’nun da adının geçmekte olduğu ilgili gözlerin dikkatinden kaçmamaktadır. Belli ki bu okula kenarda kalmış semtin kenarda kalmış binası gözüyle bakılmaktadır. Deprem sonrası ufak tefek çatlaklar oluşmuş olması sebebiyle bugün eğitime kapatılarak boşaltılmış olan Kemal Atatürk Ortaokulu, aslında Kadıköy’ün çok önemli bir yapısıdır.
1894 yılında Fransa’dan Türkiye’ye (Kadıköy’e) gelmiş olan Oblates de l’Assomption rahibelerinin 1895 yılında Haydarpaşa da (Yeldeğirmeni’nde) eğitime açtıkları bu okula, Kadıköy’ün önemli azizesi olan Saint Euphemie’nin adı verilmişti.
Bu rahibeler aslında bugün yerinde olmayan Moda’daki Şifa Hastanesi ile ilgileniyorlardı ve 1905 yılından itibaren bu hastanede faaliyet göstermişlerdi.
Saint Euphemie Okulu yatılı olarak da hizmet vermiş ve mezunlarını daha çok Moda’daki Notre Dame de Sion Okulu’na göndermiştir.
O yıllarda hepsi paralı kolej olan bu okullarda gelir düzeyi düşük olan Yeldeğirmeni ailelerinin çocukları eğitim görmekte zorluk çekiyorlardı. Ayrıca Yeldeğirmeni çocuklarının diğer bir sorunu da, özellikle kış mevsiminde Moda’daki Notre Dame de Sion, Saint Joseph gibi okullara ulaşabilme zorluğuydu. Bu sebepten, Yeldeğirmeni’ndeki Saint Euphemie Okulu, Notre Dame de Sion’un ilk ve ortaokulu olarak faaliyet göstermiş, daha sonra 1906 yılında eğitime açılan Saint Louis Okulu da Saint Joseph’in ilkokulu olarak görev yapmıştı.
Saint Euphemie Okulu’nun, 1906 tarihli Goad haritalarında görüldüğü gibi, önce Taşlı Bayır Sokağı’nda bulunan aşağıdaki binası inşa edilmiş ve faaliyete geçirilmiştir. Daha sonra yangın geçiren bu binanın bir kat fazlasıyla yenilenmesi ve diğer binaların da inşa edilmesi için 1912 yılında Osmanlı makamlarından irade alınmış, okul İskele Sokağı’ndaki binası ve kilisesi ile birlikte inşa edilerek bugünkü halini almıştır. Zaten 1936 Pervititch haritalarında da bu binaların hepsi gözükmektedir. Eglise Notre-Dame-du-Rosaire adı verilen kilisenin alt katına bahçeden girilebilmekte ve burası müsamere salonu olarak kullanılmaktaydı.
13 Aralık 1934 tarihinde yürürlüğe giren, ancak 1935 yılında uygulanan “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun”, din insanlarının dinî binaların dışında, özellikle okullarda, sokaklarda dinî kıyafetle dolaşmalarını yasaklamıştı. Kolejlerde öğretmenlik yapan papazlar, rahipler ve rahibelerin çoğunluğu bu kanuna uymakta zorlanmışlar ve ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardı. Onların eğitim verdiği okullar ise eğitim veremez duruma gelmiş, ayrıca ekonomik sebeplerin de etkisiyle kapanmak zorunda kalmışlardı. Daha sonra Maarif Vekâleti’ne devredilen bu okullardan biri olan Saint Euphemie Okulu da 1935 yılında kimlik değiştirmiş ve 3. Orta Mektep adıyla eğitim vermeye devam etmişti. 1950 yılında Kemal Atatürk Ortaokulu adını alan okul, 1999 yılındaki depreme kadar öğrencilerine hizmet etmiştir.
Bina Yeldeğirmeni’ndeki diğer binalar gibi art-nouveau süslemeleri olan tarzdadır. Bitişiğindeki kilisesi ile birlikte her iki binanın içinde ve dışında korunması gereken önemli öğeler bulunmaktadır.
1960’lı yılların başında Kemal Atatürk Ortaokulu’nda eğitim görmekteydim. İlk iki yılımda erkekler aşağıdaki, kızlar ise yukarıdaki binada sınıflarına giriyorlar, teneffüs saatlerinde bahçede birlikte olabiliyorlardı. Ancak üçüncü sınıfta kız erkek karışmış, birbirimizi tanımış ve daha modern olmuştuk.
O yıllarda da, bugünkü parmak arası terlikler moda idi. Ancak onları sadece kadınlar kullanır ve adına “tokyo” denirdi. Erkeklerde ise “espadril” denen altı lastik, üzeri mavi bez olan makosenler tercih edilirdi. Ayrıca günümüzdeki popüler bir şarkıda söylendiği gibi radyolarımız eskimemiş ve çatılara saklanmamıştı henüz.
İki yıl önce, geçen yıl yayımlanan Yeldeğirmeni kitabım için araştırma yapmak üzere bu okula gitmiş ve her köşesinin tek tek fotoğrafını çekmiştim. O gün beni gezdiren görevli, öğrencilik yıllarımdaki bütün hocalarımızın birlikte olduğu, büyük çerçeveli bir fotoğrafı getirmiş ve önüme koymuştu. Önemli bir fırsat yakaladığımı düşünerek hemen fotoğraf makineme davranmıştım ki görevli kişi “hiçbiri yaşamıyor artık” demişti. Bu cümle bütün keyfimi kaçırmış, o fotoğrafı çekmek içimden gelmemiş, vazgeçmiştim.
Tuhaf değil mi? İnsanların anılarını, semtlerin hafızalarını satılığa çıkarıyorlar.
Halbuki önce o kamu mülklerinin gerçek sahipleri olan halktan izin almaları gerekmez mi? Belli ki bu iznin hiçbir zaman verilmeyeceğini bilmektedirler.
Eylül 2008 Mimarlara Mektup

ALTUNİZADE BURHANİYE MAHALLESİ


Mimarlara Mektuplarım



Altunizade Burhaniye Mahallesi
Arif ATILGAN

Burhaniye Mahallesi, Altunizade ile Beylerbeyi arasında kalan, İstanbul Boğazı’na tepeden bakan, yeşili bol bir alandadır. Burası aslında Osmanlı’dan günümüze kalmış bir köydür. 1876 Osmanlı-Sırp savaşı sonrası Bulgaristan’dan getirilen göçmenlerin yerleştirilmesiyle oluşan bu köy, adını Padişah 2. Abdülhamit’in, oğlu Burhanettin Efendi için inşa ettirdiği Burhaniye Camii’nden almış, daha sonra 1902 yılında mahallelerin ayrılması esnasında ise bu yerleşimin adı Burhaniye Mahallesi olmuştur.

Bu mahalle sınırları içerisine giren Altunizade kavşağından Boğaz Köprüsü’ne doğru inerken sağ taraftaki koruluğa, resmî tarifiyle Burhaniye Mah. 218 pafta, 1326 ada, 22-31-33-35-38 parseller ve 318 pafta, 1326 ada, 23 parsel olarak tarif edilen 95939 m2’lik alana İBB tarafından yapılan 1/5000’lik bir plan tadilatı ile yapılaşma getirilmek istenmektedir.

Söz konusu parseller 11.7.2005 tasdik tarihli, 1/5000 ölçekli Üsküdar Büyük-Küçük Çamlıca Doğal ve Kentsel Sit Alanı Nazım İmar Planı’nda; kısmen 1. Derece Doğal Sit Alanında park ve dinlenme alanı ve yolda; kısmen 3. Derece Doğal Sit Alanında park ve dinlenme alanı ve yolda; TAKS: 0,15, KAKS: 0,40, Hmax: 9,50 m. yapılaşma koşullarında yönetici merkez alanında ve TAKS: 0,15, Hmax: 6,50 m. yapılaşma koşullarında orta yoğunlukta konut alanında kalmaktadır. Söz konusu parseller 4.10.2007 tasdik tarihli 1/1000 ölçekli Üsküdar Büyük-Küçük Çamlıca Doğal ve Kentsel Sit Alanı Uygulama İmar Planı’nda da 18. madde uygulama sınırı içinde aynı yapılaşma koşullarına sahip bulunmaktadır.

Mülk sahibi Emlak Konut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı A.Ş., H: 6,50 m. olan kısımların H: 12,50 m. yapılanma koşullarında konut alanı ve ibadethane alanına alınmasını talep etmektedir. Hazırlanan teklif planda uygulamanın avan projeye göre yapılacağı, bodrum katların iskân edilebileceği gibi plan notlarına yer verilmiş ve yeşil alan % 45,61 oranından % 36,47’ye indirilerek konut alanına alınmıştır. Halbuki avan projeye göre uygulama yapılması plan yapım kademelenmesine aykırı nitelik taşımakta, bodrum kata iskân siluet alanlarında olamamakta ve bu alanlarda KAKSmax: 0,30, Hmaks: 6,50 olabilmekte, yeşil alanın eksiltilmesi ise rekreaktif amaçlı yeşil alan ihtiyacını azaltmaktadır.

Ayrıca plan bütünlüğünden bağımsız olarak tek bir parsel için karar oluşturmak şehircilik ilkeleri ve planlama esasları açısından uygun olmadığı gibi, çevredeki yapılaşma koşullarından farklı olarak verilen imar hakları ise diğer parseller için emsal teşkil edebilmektedir.

Belediye Meclisi 14.3.2007 tarihinde H: 12,50 m.yi H: 9,50 m.ye indirerek teklif planı tadil etmiş ve planı ilgili yasalar gereği İstanbul 6 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kuruluna göndermiştir. İlgili kurul ise plan notlarında yaptığı bazı düzeltmeler ile bu planı uygun bulduğunu ifade etmiştir. Sonuçta İBB İmar Komisyonu da Kurul kararına uyarak teklifi kabul etmiştir.

İstanbul Boğazı’nın siluet alanındaki önemli bir bölge, yapılaşmaya açılmaktadır. Bu arada geçtiğimiz yıl içersinde, karar verici olan 6 No.lu KTVKK, Kocaeli’nden Üsküdar’a; Üsküdar’da bulunan 3 No.lu KTVKK da Kocaeli’ne gönderilmiştir.

Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Anadolu 1. Bölge Temsilciliği, tadilat planlarının askıya çıkmasını beklemektedir. Gereken itirazlar yapılıp hukuksal süreç başlatılacaktır.
Delikanlılık yıllarımda Yeldeğirmeni’nde ikamet etmekte ve semtin takımında futbol oynamaktaydım. Daha çok yaz aylarındaki antrenman programımızda gece krosları olurdu. Kros güzergâhımız Yeldeğirmeni-Acıbadem-Küçük Çamlıca-Kısıklı-Altunizade-Koşuyolu-Yeldeğirmeni şeklinde idi. Boğaz Köprüsü’nün ve dolayısıyla Altunizade kavşağının da olmadığı o yıllarda, oldukça eğlenceli geçen bu koşularımızda bazen Altunizade’den Beylerbeyi’ne inmeyi düşünürdük. Tam da bu arazinin bulunduğu yerlerde karanlık köy yolları ve köpek havlamaları her defasında bizi korkutur, fikrimizden caydırırdı.

İnsanın yaşarken anımsayacağı kadar kısa bir sürede bu kadar değişiklik biraz fazla değil mi? Temmuz 2008 Mimarlara Mektup

17 AĞUSTOS 1999 DEPREMİ'NİN ONUNCU YILDÖNÜMÜ

17 AĞUSTOS 1999 DEPREMİ’NİN ONUNCU YILI

Büyük Marmara Depremi’ni on yıl geride bırakmış bulunuyoruz.Bu depremde 100000 bina yıkılmış 20000 insan canından olmuştu. Özellikle ilk yıllarda yapılan birçok toplantıda deprem ve depremden yola çıkarak afet bilinci insanlarda oluşturulmuştu.
Doğrusu yapılan açıklamalar ,verilen demeçler insanlarda “şerden hayır doğacak” umudu oluşmasını sağlamıştı.Özellikle yakın yıllarda beklenen yeni depremde en çok etkilenmesi söylenen İstanbul’un ve diğer kentlerin kısa zamanda rehabilite edileceği düşünülüyordu.İnsanların sağlıklı yerleşimlerde güvenli binalarda mutlu bir şekilde yaşayacakları bekleniyordu.
Aradan on yıl geçmesine rağmen hala değişen bir şeyin olmaması anlamlı ve üzücüdür.
O yıllarda bazı akedemisyenler İstanbul’un yenilenmesi için 10 Milyar Doların yeteceğini ifade ediyorlardı.Oysa bu gün gazetelerde deprem vergileri ile 30 Milyar Dolara yakın bir paranın toplandığı yazmaktadır. Ancak halk için yapılan hiçbir şey bulunmamaktadır.
Depremde yıkılan binaları yapanların yargılanması cezalandırılması doğaldır.Ancak o binaların inşa edilebilmelerine olanak sağlayan ,riskli zeminlere kentleri yerleştiren planları yapan,bu bölgeyi 2. Derece Deprem Bölgesi sayan kamu görevlilerinin akıllara bile gelmemesi anlamlıdır.Halbuki onların yaptıkları hatalar sebebi ile hatasız inşa edilen binalar da depremde yıkılmıştır.
Düzce’de düzenlenmiş bir bilirkişi raporunda ”burada yıkılan binaların neden yıkıldığı değil,yıkılmayan binaların neden yıkılmadığı araştırılmalıdır” ifadesi kullanılmıştır..
Kamu görevlilerin hatasını halk mı ödemelidir yoksa kamu idaresi mi?Yinede halkımız deprem vergileri ödeyerek üzerine düşeni fazlası ile yerine getirmiştir.
Peki halk için düşünülen herhangi bir şey varmıdır?Görüldüğü kadarı ile vardır:Kentsel Dönüşüm.
Ana fikri gerçekten dönüşüm olan ,sadece binaları değil insanları da dönüştürmeyi hedefleyen Kentsel Dönüşüm Kavramı halka şifalı ilaç gibi sunulabilmiştir.Dönüşümün ilk unsuru olarak kabul edilen insanlar bile öyle inanmışlardır ki kendilerinden başka herşey dönüşecek ,dolayısıyla sadece onlar kazançlı çıkacaklardır.
Toplum olarak aynaya bakabilme cesareti gösterilebilmelidir.Yıllardır toplumsal ve kamusal düşünmek yerine kişisel düşünmeye öncelik tanıyan bir insan yapısı yaratılmıştır. Böyle bir insan yapısında itiraz yoktur ve onun ikna edilmesi kolaydır.
Esas itirazı olan insanların işi zordur.Onlar yıllardır “biz demiştik “ demekten usanmış ve yorulmuşlardır.
Deprem sonrası bazı belediyeler ile Mimarlar Odası ve İnşaat Mühendisleri Odası olarak bölgelerinde ortak çalışmalar yapmıştık.Yaşadıkları binaların deprem sonrasındaki durumu hakkında bilgilenmek isteyen vatandaşların isteklerini yerine getiriyorduk.Bu çalışmalar sonunda gördüm ki en lüks semtlerdeki en lüks binalarda bile bazı sorunlar bulunmaktadır.
Bugün yani depremin üzerinden tam 10 yıl geçtikten sonra bu sorunlar giderilmişmidir?Eğer giderilmemiş ise halk için yapılan nedir?Bu durum halka “sen başının çaresine bak” demek değilmidir?
Depremin 10.yılı dolayısı ile verilen demeçlerden birinde ,insanların binaları dolayısıyla rahat uyku uyuyamamaları gerektiği ifade ediliyordu.
Belli ki halkımıza kenti terketmek “havuç sopa” taktiğinin havucu ,terk etmez yerinde kalırsa riskli binalarda yaşamak ise sopası olarak gösterilmektedir.
Konuya ironi yaparak bakarsak eğer:
Sanki deprem yapay olarak birileri tarafından gerçekleştirilmiş gibi geliyor bazen insanın aklına.
Deprem sebep gösterilerek o kadar plan proje ortaya çıkarıldı ki depremden sonra.
ARİF ATILGAN eylül 2009 Mimarlara Mektup

SUADİYE OTELİ


Mimarlara Mektuplarım



Suadiye Oteli
Arif ATILGAN

1905 yılında, Padişah 2. Abdülhamid zamanının Maliye Nazırı Reşat Paşa genç yaşta ölen kızı Suad Hanım’ın anısına İstanbul’un Anadolu yakasında bir cami yaptırır ve adını kızından dolayı Suadiye Camisi koyar. Bu caminin yapımından kısa bir süre sonra mahalleleşme başlar ve bu semte de camisi sebebiyle Suadiye Mahallesi adı verilir. O yıllarda sahile kadar tarlalarla kaplı olan bu alanda, Suadiye Camisinden bakıldığında deniz görülürmüş.
1929 yılında jandarma binbaşılığından emekli olan Mustafa Güler isimli şahıs Suadiye sahilinde satın aldığı 80 dönümlük araziye plaj ve tesislerini inşa ederek bu alanı halkın hizmetine açtı. Gerek kıyısı, gerekse denizin içi çok kayalık olan bu plaj açılmadan önce günlerce kayalar parçalandı ve sahile kamyonlarla kum döküldü. Daha sonraki yıllarda plajın üst kısmına Suadiye Otelini de inşa eden bu şahıs 1952 yılında ölünce işin başına geçen oğlu tesisleri iyi idare edememiş ve 1962 yılında tamamını satmak zorunda kalmıştı. 1980’li yıllarda ise sahiller doldurulmuş, 1991 yılında gerek otelde gerekse bahçesinde yapılan kaçak yapılaşmalar Kadıköy Belediyesi tarafından tespit edilerek yıkım kararı alınmış, bu karar yerine getirilmeyince de ilgili kurumlara suç duyurusunda bulunulmuştu.
Bugün, resmî tarifi ile Kadıköy İlçesi, Suadiye Mahallesi, 70 Pafta, 870 Ada, 67-94-95 Parseller olan bu alanda yeni bir yapılaşma istendiği görülmektedir. 21.11.2007 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yapılan başvuruda bu parsellerin tamamının “Kaks: 2,40 Taks: 0,40 Hmax: Serbest” yapılanma şartlarında “Turizm-Ticaret Alanı”na alınması talep edilmektedir. Ayrıca plan notlarında mimari avan projeye göre uygulama yapılacağı ve bodrum katlar ile ara tesisat katının emsale dahil edilmeyeceğinin de belirtildiği tespit edilmektedir. Bu değişikliklerin sağlanması için 1/5000 ölçekli plan değişikliği önerilmektedir.
67 Parselde 1489 m2, 94 Parselde 3631 m2, 95 Parselde 1286 m2 olmak üzere toplam 6406 m2’lik bu arsa, 09.03.2005 Onanlı 1/5000 Ölçekli Kadıköy Merkez E5 Otoyolu Ara Bölgesi Nazım İmar Planı ve 11.05.2006 Onanlı 1/1000 Ölçekli Uygulama İmar Planında, 94 Parsel denize yüz alan cephesinde 40 m. derinliğe kadar Taks: 0,25, Hmax: 9,50 m., arka cephesinde Taks: 0,25, H:12,50 m.. yapılanma şartlarında “Turizm Tesis Alanı”nda; 95 ve 67 Parseller ise Taks: 0,25, Hmax: 12,50 m. yapılanma şartlarında “Az Yoğunluklu Konut Alanı”da kalmaktadır.
İstenen yeni yapılanma şartlarının yukarıda bahsedilen planın bütünlüğünü bozacağı, yapı ve hareketli nüfus yoğunluğunu artıracağı, diğer sahil parsellerine emsal teşkil edeceği, kaçak yapıyı yasallaştırıcı nitelik taşıyacağı, meri plana göre 5498 m2’lik inşaat hakkı var iken 15.370 m2’lik bir inşaat hakkını ortaya çıkaracağı, dolayısıyla 9872 m2’lik bir fazlalık meydana getireceği açıklıkla görülebilmektedir. Bodrum katlar ile tesisat ara katının emsale dahil edilmemesi ise İmar Yönetmeliği’nin 6.09 maddesine aykırı olmaktadır.
İBB Meclisi İmar ve Bayındırlık Komisyonu’nun 14.03.2008 tarih, 148 rapor no, 2008/340 dosya no.lu komisyon raporunda Planlama Müdürlüğü tarafından bütün bu sakıncalar detaylı bir şekilde açıklanmıştır.
Ancak raporun sonundaki komisyon görüşü, “Kadıköy İlçesi, Suadiye Mahallesi, 70 Pafta, 870 Ada, 67-94-95 parsellere ilişkin 1/5000 ölçekli Nazım İmar plan değişiklik teklifi incelenmiş olup E: 2,07 olmak ve otel dışı başka amaçla iskân edilemez kaydıyla Turizm Tesis Alanına alınması komisyonumuzca tadilen uygun görülmüştür” şeklindedir.
Açıkça görüldüğü gibi Kalamış Oteli’ndeki yanlış yapılaşmadan dolayı bahsedilen tüm sahile emsal teşkil edilme olayı gerçekleşmeye başlamaktadır. Eğer önlem alınmazsa bu tip sahil yapılaşmalarının devamının geleceği belli olmaktadır. Mimarlar Odası olarak bu tür plan tadilatlarının karşısında olmaya ve onlarla mücadele etmeye devam edeceğiz.
Nisan 2008 Mimarlara Mektup

GÖZTEPE METEOROLOJİ ALANI


Mimarlara Mektuplarım



Göztepe Meteoroloji Alanı 
Arif ATILGAN

Kadıköylülerin “Meteoroloji Alanı” olarak bildikleri ve yıllardır meteoroloji tespitleri yapılan Göztepe’deki geniş araziye dört adet gökdelen inşa edilmesi haberi bir süredir herkesi endişelendirmektedir.
Göztepe’de bulunan Meteoroloji Bölge Müdürlüğü’nün yerine inşa edilecek lüks konutlar için 23 Ağustos 2004’te kat karşılığı ihale açılmış ve ihaleyi Taşyapı adıyla bilinen inşaat şirketi kazanmıştır. 200-300 metrekarelik 288 adet konut için yüzde 60 pay vermeyi taahhüt eden firma, ayrıca Kartal’da, Hazine’nin gösterdiği alana da meteoroloji için ayrı bir bölge müdürlüğü binası inşa etmeyi taahhüt etmiştir.
Mimarlar Odası ve Kadıköy Belediyesi birlikte “ihalenin iptali için” dava açmış ve 17 Aralık 2004 tarihinde yargı, ihale için yürütmeyi durdurma kararı almıştır. Ancak karşı taraf bu kararı 31 Mart 2006 tarihinde temyiz etmiştir.
Bu alanın da içinde olduğu planlar, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 9.3.2005 tarihinde “1/5000 ölçekli Kadıköy Merkez E-5 (D-100) Otoyolu Ara Bölgesi Nazım İmar Planı”, 11.5.2006 tarihinde ise Kadıköy Belediyesi’nce hazırlanan “1/1000 ölçekli Kadıköy Merkez E-5 (D-100) Otoyolu Ara Bölgesi Uygulama İmar Planı” olarak askıya çıkarılmıştır. Mimarlar Odası bu planlara itiraz etmiş ve süreleri içerisinde dava açmıştır.
Mimarlar Odası bu planlarda 29 noktaya itiraz etmiş ve dava açmış; bu noktaların dışındaki vatandaşların mağdur olmaması için planın tümünün iptali yönüne gitmemiştir. Ancak Yargı “29 noktaya bir davada bakılamayacağı, her noktaya ayrı ayrı dava açılması gerektiği” ifadesi ile dava dilekçesinin reddine karar vermiştir. Dilekçenin reddi, davanın reddi olmadığı için Mimarlar Odası temyize gidebilmek için, yargıdan davanın reddi yazısını beklemektedir. Yani Mimarlar Odası’nın davası son bulmamıştır.
Meteoroloji arsasının alanı toplam 44.738 m2 olup bu arsanın 25.400 m2 yol, yeşil alan ve sosyal-kültürel tesise ayrılmıştır. Yani geriye inşaat yapmak için net 19.338 m2 alan kalmaktadır. Burada inşaat alanını hesaplamak için, Kadıköy’deki 2,07’lik emsal değeriyle net alanı, yani 19.338 m2’yi çarpmak gerekirken, 44.738 m2’lik brüt alanla çarpmak gibi önemli bir yanlışlık yapılmıştır. Oturma alanı ise kalan 19.338 m2 net alan çarpılarak doğru bulunmuştur, ancak inşaat alanı hesabı yanlış yapılmıştır... Brüt alan üzerinden hesaplanan inşaat alanı sebebiyle ortaya 113.644 m2 konut alanı ve 35.540 m2 otopark alanıyla birlikte toplam 149.788 m2 inşaat alanlı 156 m. yükseklikte 49 katlı dört blok çıkmaktadır.
Bu durum, vizyonu kültür-sanat olan ve hâlâ sayfiye yeri özelliğini koruyan Kadıköy’de, Levent’teki 117 m.lik İş Bankası kulelerinden daha yüksek binaların oluşmasını sağlayacaktır.
Mimarlar Odası Anadolu 1. Bölge Temsilciliğimizden ÇED raporu ve damgası ile geçirilen projelerdeki imar durumunda Kadıköy Belediyesi’nin yargıdan yürütmeyi durdurma ile ilgili karar gelinceye kadar inşaat ruhsatı verilmeyeceği notu bulunmaktadır.
Dava açtığı bu projeye, eylül ayında inşaat ruhsatı vermek zorunda kaldığını ifade eden Kadıköy Belediyesi tarafından, ruhsat tarihinden sonra yapılan bir açıklamada, kendi davasıyla ilgili olumlu bilirkişi raporu verildiği ifade edilmiştir.
Merakla öğrenmek istediğimiz konu, “İstanbul ili, Kadıköy ilçesi, 9.3.2005 onanlı 1/5000 ölçekli Kadıköy Merkez ile E-5 (D-100) Otoyolu Ara Bölgesi Nazım İmar Planı’nın Göztepe (Meteoroloji Arazisi) 421 ada 161 parsele ilişkin kısmının uygun olmadığı hususunda oybirliği ile oluşan kanaatimizi saygı ile sunarız” şeklinde biten bu bilirkişi raporunun tarihi, 15.9.2007 olan ruhsat tarihinden önce midir, sonra mıdır?
Eğer önce ise, bu bilirkişi raporuna göre yürütmeyi durdurma kararı verilme olasılığı neredeyse kesinken inşaat ruhsatı vermek doğru mudur?
Bu tartışmaları fazla uzatmadan Kadıköy Belediyesi’nin davasının bir an önce olumlu sonuçlanmasını beklemekteyiz.
Mimarlar Odası’nın amacı, ille de çarpıklıkları önleyenin kendisi olması değildir. Mimarlar Odası çarpıklıkların olmamasını istemektedir. En önemlisi, bu azmi başkalarına da aşılamak arzusundadır. Aralık2007 Mimarlara Mektup

MÜHÜRDAR OTELİ


Mimarlara Mektuplarım



Mühürdar Oteli
Arif ATILGAN

Son günlerde basının da gündeminde oldukça yoğun bir şekilde yer alan Kadıköy Mühürdar Oteli, Anadolu 1. Bölge Temsilciliğimizin, ayrıcalıklı imar koşulları nedeni ile 2005 yılından bu yana takip ettiği ve açtığımız dava süreci devam eden, bölgemizdeki imar sorunları açısından önemli bir dosya konusudur.

Pervititch haritalarında 1938 yılında çayır olarak gözüken bu alan, Kadıköy’ün yakın tarihinde, içindeki tek katlı ev ve geniş bahçesiyle hatırlanmaktadır. Son yıllarda küresel sermayenin İstanbul’a olan akıl almaz rantlı imar saldırısı bu yıl Kadıköy’de de kendini göstermeye başlamıştır. Aslında başvuruları daha önceden yapılmış olan bu çalışmalar, inşaatlara başlama safhasına bu yıl geldiğinde dikkat çekmektedirler.

Resmî tanımı Caferağa Mahallesi, 961 ada, 29-69-35 parseller olan bu arsada, ilk olarak İBB tarafından 18.02.2005 tarihinde onaylanmış, 25.04.2005 tarihinde ise askıya çıkarılmış olan 1/5000 ölçekli parsel bazında plan tadilatı önümüze gelmektedir.

1/5000 ölçekli nazım imar planları, 1/1000 ölçekli uygulama imar planlarının hazırlanmasında göz önüne alınması gereken temel hedeflerin, ilkelerin, arazi parçalarının kullanış biçimlerinin ve başlıca bölge tiplerinin belirlendiği bir plan türüdür. Bölge planı, çevre düzeni planı, nazım imar planı ve uygulama imar planı sıralamasında, üst ölçekteki planlar kararlarını alt ölçekteki planlara aktarırlar. Bu sıralamada parsel ölçeğinde bilgi içeren planlar ise uygulama imar planlarıdır. Yani 1/5000’lik nazım imar planlarında parsel ölçeğinde plan tadilatı veya parsel ölçeğinde nazım imar planı yapılması, kabul edilebilir bir yöntem değildir.

Daha sonra 16.08.2006 tarihinde Kadıköy Belediyesi tarafından bu arsayla ilgili olarak 1/500 ölçekli uygulama imar planı hazırlanmış ve askıya çıkarılmıştır. Plan tadilatı ile adı geçen arsada H=18,50 m., konut alanı olan imar durumu, TAKS=0,40, H=12 kat, turizm-ticaret alanı olarak tadil edilmiştir. Bu imar durumuna göre 2632,66 m2 alanı olan arsaya 21142,91 m2 inşaat alanlı, yüksekliği 50 m.ye yaklaşan bir bina yapabilme hakkı doğmaktadır.

- İstanbul İmar Yönetmeliği İstanbul’da Max=3 emsal belirlemiş iken burada emsal, 8’i bulabilmektedir. Plan notlarına yazılan bazı avantajlarla imar yönetmeliğinin delinmesi hem kente zarar hem de diğer vatandaşlara büyük haksızlık değil midir?

Yetkili kişiler özel sohbetlerinde “otel yapılacaksa en az 3 emsal olmalıdır” demektedirler. Bu yapılanlar da, yasalar delinerek düşündüklerini bir şekilde pratiğe yansıtmaları demek olmuyor mu?

- Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Anadolu 1. Bölge Temsilciliği 5 No’lu KVTVK Bölge Kurulu’na arsadaki ağaçlarla ilgili 1.12.2006 tarihinde başvuruda bulunmuş, Kurul ise bu yazıya, “konunun değerlendirilmesi için ... parseldeki ağaçların (yaş, taç, çap, cins vb.) rölövesi ve raporunun Müdürlüğümüze iletilmesi...” şeklinde cevap vermiştir. Bu istenenleri bizim yerine getirmemiz olanak dışı olduğundan konu çözümsüz kalmıştır.

Ayrıca, bu konuda 5 No’lu KVTVK Bölge Kurulu Kadıköy Belediyesi’nin kendilerine başvurusu üzerine Belediyeye yazdığı 11.05.2007 tarihli yazıda “... parsel sayılı yerin herhangi bir sit alanında kalmaması ve alanda tescilli herhangi bir kültür veya tabiat varlığının bulunmaması nedeniyle, parselde yer alan ağaçların alanda yapılacak imar uygulamalarından olumsuz etkilenmemesi için gerekli önlemlerin Belediyenizce temini hususunda gereğini...” demektedir.

Yakın tarihte çekilmiş hava fotoğraflarında buradaki ağaçlar bellidir ve verilecek zarar rahatlıkla tespit edilebilecektir.

- Kadıköy Meydanı Kentsel Sit Alanına komşu olan bu parseldeki projelerin önce ilgili kurula götürülerek görüş alınması gerekmez miydi?
Bilindiği kadarıyla bu arsaya çok yakın bir mesafede bulunan Kadıköy PTT Binasının projeleri, aynı Kurula, karşı komşusu olan tescilli Maliye Binası sebebiyle gelmişti.

Kentsel sit alanına komşu bir alanda etrafındaki yüksekliğin iki katından daha çok yükseklikte bir kütlenin siluete ve sit alanına etkisinin kurulca araştırılması gerekmez mi?

- Bu otel Kadıköy’e yapıldığında Kadıköy merkezine büyük bir trafik yükü gelecektir. Bu trafik yükünün altından kalkabilmek için ise, daha önce gündeme gelmiş ancak Mimarlar Odası’nın açtığı dava sonucu 11.11.2005 tarihinde iptal edilmiş olan, Moda Sahili Otoyolu Projesi çözüm olarak tekrar ortaya çıkarılacaktır. Her iki proje de Kadıköy’e girecek araç sayısını tetikleyerek çoğaltacak projelerdir ki, bunu düşünmek bile ürküntü vericidir.

Birkaç kişinin kazanacağı büyük rant sebebiyle Kadıköy, Kadıköylülerin yaşayamayacağı hale getirilmek istenmektedir.
- Bu arada Kadıköy Belediyesi, verdiği imar durumuna “yargıdan yürütmeyi durdurma ile ilgili karar çıkıncaya kadar inşaat ruhsatı verilmemesi”ni yazmasına rağmen, 2007 Eylül ayı başında ilgililerine inşaat iznini vermiştir. Dolayısıyla bu notun yasal bir yaptırımı olmadığı ortaya çıkmıştır.

Adı geçen 1/500 ölçekli Uygulama İmar Planı, Kadıköy Belediyesinde 16.08.2006 tarihinde askıya çıkmış, 16.09.2006 tarihinde askıdan inmiş, 13.09.2006 tarihinde Mimarlar Odası bu plana itiraz etmiş, 12.11.2006 tarihine kadar Kadıköy Belediyesi Mimarlar Odası’na hiçbir cevap vermeyince ise hukuk terimi ile bu itirazı zımnen reddetmiş sayılmıştır. Bunun üzerine Mimarlar Odası 10.01.2007 tarihinde 1. İdare Mahkemesi’nde 2007/1057 Dosya No’suyla Kadıköy Belediyesine “bu planın iptali ve yürütmesinin durdurulması” için dava açmıştır ve bu dava devam etmektedir.
Ancak bu konuların planlarla, dilekçelerle, tarih-no’larla, davalarla tartışılması, artık insanlara bıkkınlık vermektedir. Bu konuların etik ve ahlak sorunu olduğu vurgulanmalı, konu bu açılardan gündeme getirilmeli, tartışılmalıdır. Bin bir hileyle toplumun büyük bir kısmını enayi yerine koyanları sorgulamanın ve afişe etmenin daha doğru bir yöntem olduğu düşünülmelidir. Ekim 2007 Mimarlara Mektup

KENT KONSEYLERİ

Mimarlara Mektuplarım



Kent Konseyleri
Arif ATILGAN

Bir yıldır Kadıköy Kent Konseyi başkanı olmam sebebiyle, bu konudaki değerlendirmelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Kent konseylerini iyi anlayabilmek için önce Sağlıklı Kentler Birliği ve Yerel Gündem 21’in ne olduğunu öğrenmek gereklidir.

Sağlıklı Kentler Birliği’ne yönelik ilk adım, 1945 yılında Birleşmiş Milletlerin San Francisco’da yaptığı toplantıda Uluslararası Sağlık Örgütü’nün kurulmasına karar vermesiyle atılmıştır. 22 Temmuz 1946 tarihinde ise New York’ta düzenlenen Uluslararası Sağlık Konferansı’nda, Dünya Sağlık Örgütü Anayasası oluşturulmuştur. 7 Nisan 1948 tarihinde bu anayasanın onaylanması sebebiyle 7 Nisan, “Dünya Sağlık Günü” olarak kutlanmaktadır. Bu oluşumun ardından üye ülkelerde bölge ofisleri kurulmuş ve bunlar Dünya Sağlık Örgütü ile ulusal hükümetlerin ilişkisini sağlamışlardır. Daha sonra dünyada “Sağlıklı Kentler” hareketi başlamış, ülkemizde ise bu konu 20.2.2004 tarihinde Sağlık Bakanlığının bazı belediyelerle Sağlıklı Kentler Birliği kurulması için toplantı yapması ve 21.12.2004 tarihindeki Resmî Gazete’de yayımlanan Sağlıklı Kentler Birliği Kuruluşu Tüzüğü’nün, İçişleri Bakanlığı tarafından onaylanmasıyla gündemimize girmiştir. Sağlıklı Kentler Birliği’nin amacı “Yaşanabilir, sağlıklı kentler için sağlık ve sağlığı ilgilendiren tüm kentsel ve çevresel konularda eşitsizlikleri azaltmak ve kent yoksulluğu ile mücadele etmek” olarak tanımlanmıştır.

Yerel Gündem 21 ise, 1992 yılında Rio De Janerio da yapılan, Birleşmiş Milletlerin Çevre ve Kalkınma Konferansı’ndaki “Yeryüzü Zirvesi” toplantısında, kentler için “21. Yüzyılın Yerel Gündemi”nin oluşturulmasıyla kendisini belli etmiştir. Yerel Gündem 21, kalkınma ve çevre arasında denge kurulmasını hedefleyen “sürdürülebilir gelişme” kavramının yaşama geçirilmesine yönelik küresel bir eylem planıdır. Bu eylem planı “sürdürülebilir gelişme” için halkın karar süreçlerine katılımını öngörmektedir. STK’ları ortaklar olarak tanımlayan Yerel Gündem 21 kavramı, yerel yönetimleri halka en yakın yönetim kademesi olarak önemsemektedir.

Yani Sağlıklı Kentler Birliği sağlıklı çevrede yaşamayı amaç edinirken, Yerel Gündem 21 bu çevrede halkın katılımıyla sürdürülebilir gelişmenin sağlandığı bir yaşamın gerekli olduğunu ifade etmektedir.

Ülkemizde ise, bu amaçları sağlayabilmek için belediyelerde kent konseyleri kurulması öngörülmüştür. 3.7.2005 tarihinde yayımlanan Belediyeler Kanunu’nun 76. maddesi kent konseylerinin zorunluluğunu ortaya koymuş, 8.10.2006 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan Kent Konseyleri Yönetmeliği ise konuyu tarif etmiştir.

Bu yönetmelik yayımlanmadan önce bazı belediyelerde kent konseyleri kurulmuş ve belediyelerinin oluşturdukları yönergelerle faaliyet göstermişlerdir. Bunların çoğunluğu Sağlıklı Kentler Birliği amaçlarını esas alarak çalışmışlardır. Ancak 8.10.2006 tarihinde yayımlanan Kent Konseyi Yönetmeliği, Yerel Gündem 21’i esas aldığından, artık tüm kent konseylerinin Yerel Gündem 21’e göre şekillenecekleri belli olmuştur. Yani bundan sonra yerel yönetimler katılımcılığı geliştirmek zorundadırlar.

Bu anlamda konuya bakarsak yönetmeliğin çok yetersiz olduğu görülecektir. Öncelikle kent konseylerinin bütçelerinin olmadığı, dolayısıyla bağlı oldukları belediyelere bağımlı kaldıkları açıkça görülecektir.

* Bu yönetmelikte, konseylerin çalışma şekli, “kararlarını bağlı oldukları belediyelere bildirmek” olarak belirlenmiştir. Belediyeler o kararları meclislerinde görüşüp olumlu ya da olumsuz karar verme yetkisindedirler. Yani kent konseyleri özerk olamamakta, bağlı oldukları belediyeye uyumlu kararlar almak durumundadırlar.
* Kent konseylerinde çalışma grupları ve meclisleri önerilmektedir ki tamamen gönüllü insanlarla bu konuların kotarılması çok zordur. Zira bu işleri yürütebilmek için kent konseyinin binası, odası, elemanı yoktur.
* Genel kurulun yılda iki kez toplanmasının öngörülmesi ise bu toplantıların göstermelik toplantılar olacağının baştan kabul edildiğini hissettirmektedir.
* Beş kişilik yürütme kurulunun, genel kurul tarafından seçileceğini, ancak gerek genel kurulun gerekse yürütme kurulunun başkanlığını belediye meclisi 1. başkanvekilinin, onun bulunmaması halinde 2. başkanvekilinin yapacağı belirtilmektedir. Bu durum kent konseyinin idaresinin tamamen belediyede olduğunu açıkça belli etmektedir.
* Sekretarya hizmetlerini tarif eden maddede ise, sekretarya görevinin ilgili belediye tarafından önerilecek ve yürütme kurulu tarafından kabul edilecek görevliler tarafından yerine getirileceği, ancak sekretaryanın yürütme kurulu başkanına karşı sorumlu olduğu belirtilmektedir ki bu kişi belediye meclisi başkanvekilidir. Bu durumda yürütme kurulu, belediyenin elemanları olan başkan ve sekretaryanın emrindeki gönüllüler olmaktadır.
* Yedek yürütme kurulu üyesi tarif edilmemiş, yürütme kurulu üyeliklerinin nasıl düşeceğinden hiç bahsedilmemiştir. Genel kurulun, çalışma yönergesi hazırlayarak bu konuları belirlemesi önerilmektedir ki bu durum yönetmeliği hazırlayanların konuya verdikleri “önemi” belli etmektedir. Buradan çıkan sonuç yürütme kurullarının göstermelik olduklarıdır.

Bütün bunlardan anlaşıldığı gibi bu yönetmeliğe göre kent konseyinin gerçek sahibi, ilgili belediyesi olmakta, konsey adeta belediyeye bağlı bir STK durumuna sokulmaktadır. Bu durum ise Yerel Gündem 21’deki esas amaç olan katılımcılığı sağlamamaktadır. Aksine katılımcılık kavramı hafife alınarak, varmış gibi gösterilmektedir.

Bu yönetmelikte, ilgili belediyenin idare ve hâkimiyetinde çalışan ama sanki halkı katıyormuş gibi görüntü veren bir kurum tarif edilmektedir. Zira kent konseyi, bağlı olduğu belediyenin arzu etmediği hiçbir etkinliği yapamamaktadır.

Sonuç olarak, kent konseylerinin kurulması, katılımcı demokrasiyi sağlamak ve geliştirmek için olumlu bir adımdır. Ancak kesinlikle bu yönetmelik gerçek katılımcılığı sağlayacak şekilde yeniden hazırlanmalıdır. Temmuz 2007 Mimarlara Mektup

KORUMA KURULLARI

Mimarlara Mektuplarım



Koruma Kurulları
Arif ATILGAN

Bir yıldır 5 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nda Mimarlar Odası’nı temsilen gönüllü gözlemci üyelik yapıyorum. Bu sebepten koruma ve koruma kurulları ile ilgili söz söyleme hakkımın doğduğunu, hatta buna zorunlu olduğumu düşünerek bu yazıyı yazıyorum.

Kurullarda görev yapan insanları daha önce efsanelerdeki her şeyi bilen bilge kişiler olarak hayal ederdim. Kurul toplantılarına katıldığım ilk günlerde edindiğim izlenim ise kurul üyelerinin de etten kemikten insanlar olduğu idi. Doğrusu bu durum kendime güvenimi sağladı

Önce şunu ifade etmek gerekir ki, başta İstanbul olmak üzere bütün kentlerimizin büyük kısmı sit alanı olduğu için kurullar, belediyeler kadar işle yüklü olmaktadır. Bu durum belki yeni kurulmakta olan Koruma Uygulama ve Denetleme Büroları (KUDEB) ile biraz da olsa hafifletilmek istenilmektedir. Ancak kurulda görev yapan tüm üyelerin işlerinin ve sorumluluklarının çok ağır olduğunu kabul etmek gerekir. Çeşitli baskılar altında fedakârlıkla çalışan bu değerli insanların önce takdir edilmeleri gerektiğini kabul etmeliyiz.

Yapacağım eleştiri ve önerilerin kişilere değil, sisteme olduğunu da önceden ifade etmek isterim.
İlk söylenecek şey kurul üyelerinin empati yapmadan görev yapmaları gerektiğidir. Bir kurul üyesi eski eser sahibi bir vatandaşın yerine kendini koyup düşünerek, o kişinin zor durumda olduğuna göre karar verirse korumayı ikinci plana atmış olur.

Kurullarda çalışan tüm bürokratlar özel bir eğitimle o göreve hazırlanmalıdırlar. Ayrıca tüm kurul üyeleri gibi bürokratların da korumayı içselleştirmiş kişiler içerisinden seçilmiş olmaları gerekir. Özellikle raportörler, kurula gelen konuların çokluğuna göre ilgili meslek gruplarından tercih edilmelidir.

Kurullarda iki üye YÖK, beş üye Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından atanmaktadır. Bir üye de gündem konusuyla ilgili kurumdan bir yetkili olmaktadır. İşte bu üye atamalarında özenli davranılmalıdır. Örneğin: Kurula projeleri gelen kurumlardan birden fazla üye olduğunda, bu üyeler doğal olarak kendi kurumlarının projelerinde tarafsız davranamamaktadırlar. Yönetmeliğin ilgili maddesi bu konuda “gündemdeki konu ile kişisel ve birinci derece hısımları açısından ilişkisi veya çıkarı olan üye, bu konunun değerlendirilmesi sırasında koruma kurulunun toplantısına katılamaz ve oy kullanamaz” dediği için bu durum kâğıt üzerinde yönetmeliğe aykırı gözükmemektedir. Ancak bir kamu kurumunun projesi, o kamu kurumunun yetkililerinin direkt kendi projeleri sayılmalıdır. Konu bu şekilde yorumlandığında ise o insanların kendi projelerine karşı çıkmaları beklenmemelidir.

Ayrıca zaman zaman gündem konusuyla ilgili kurumlardan kalabalık bir katılım olmaktadır ki bunun doğru olduğunu yazan bir yönetmelik maddesi bulamadım.

Toplantı gündemlerinin ise genelde kurul müdürü tarafından yapılmasının doğru olmadığını belirtmek gerekir. Gündemler başkan ve ikinci başkan ile birlikte hazırlanmalıdır. Ayrıca kurula gelen yazılar kesinlikle her toplantı öncesi kurul üyelerine bilgilendirme olarak okunmalı ve düşünceleri alınmalıdır. O zaman sorumluluk sadece kurul müdüründe kalmaz, kurul üyeleri de sorumluluğu paylaşmış olurlar. Zira gelen yazılar da projeler kadar önemli olabiliyor, ilgilenilmediğinde tarihî değerlerin yok olmasına sebep olunabiliyor.

Kurul kararlarının kamuoyuna açıklanması konusu ise tekrar ele alınmalıdır. Bu konuda yönetmelik maddesi “alınan kararlar yazışma usullerine göre ilgili yerlere dağıtılır” şeklindedir. Ancak süre belirtilmediği için karar aylarca ilgilenenlere açıklanmayabilmektedir. Bu madde kesinlikle süre konularak düzeltilmelidir.

Gözlemci üyelikle ilgili de bazı şeyler söylemek gerekir diye düşünüyorum.
Öncelikle gözlemci üyelerin kararlara imza atmaları gerektiği bilinmelidir. Zira toplantı sonunda elle yazılıp üyeler tarafından imzalanan karar metni, daha sonra bilgisayarda yazılarak kesinleşmiş şekliyle tekrar imza altına alınıyor. Bu arada bazı düzeltmeler olabiliyor ki gözlemci üye bunları bilmiyor. Halbuki imza atma zorunluluğu olursa gözlemci üye de o kararı düzeltilmiş haliyle öğrenmiş olabilir.

Ayrıca gözlemci üyelerin meslek odasında profesyonel çalışanlardan tercih edilmesi daha doğru olur. Zira ülkemizde gönüllülükle yapılan işlere gereken değer verilmediği için gönüllü bulunamamaktadır. Kurullardaki bürokratların ise gözlemci üyelere de tüm kurul üyelerine verdikleri her hizmeti vermeleri sağlanmalıdır. Örneğin: Gözlemci üye bir belgeyi görmek istediğinde o belge kendisine görevliler tarafından verilmelidir.

Bunlar yapılmadığı takdirde gözlemci üyeliğin bir anlamı kalmamaktadır. Ancak şu bilinmelidir ki koruma kurullarının gözlemci üyelere gerçekten ihtiyacı vardır. Bugün bu konuya sıcak bakmayanlar bile zamanı geldiğinde bu sistemin gerekliliğini anlayacaklardır.

Benim özel olarak bir önerim daha var ki bu da koruma kurullarının saydam olmasının sağlanmasıdır. Toplantı mekânında yapılacak küçük bir düzenlemeyle, kurul toplantılarının, ilgi duyan insanlara açık olması sağlanmalıdır. Gelen izleyicilerin farkında olmadan koruma konusunda eğitilmiş olmaları bile böyle bir sistemin ne kadar yararlı olacağının ispatıdır. Böyle bir düzenlemeyle koruma anlayışı az sayıda kişinin bildiği bir konu olmaktan da kurtulacaktır. Her şeyden önemlisi gerek kurul üyeleri gerekse kurul çalışanları saydamlığın verdiği huzurla çok daha rahat çalışma imkânı bulacaklardır.

Koruma kurulları kentlerimizin geçmişini koruyan önemli kurumlardır. Bu açıdan bazen takdirle, bazen eleştiriyle de olsa onlara daima sahip çıkmalıyız. Haziran 2007 Mimarlara Mektup

SALI PAZARI (KUŞDİLİ ÇAYIRI)


Mimarlara Mektuplarım



Salı Pazarı (Kuşdili Çayırı)
Arif Atılgan

Kadıköylülerin Salı Pazarı olarak bildiği geniş alan, aslında Kadıköy’ün tarihî Kuşdili Çayırı ve Koruluğu’dur.
1970’li yılların başlarına kadar Yeldeğirmeni’nde haftada iki gün pazar kuruluyordu. Salı ve cumartesi günleri kurulan bu pazarlar, sokak içindeki evlerde oturan insanlara rahatsızlık vermesi sebebiyle Taşköprü Caddesi’ne alınmıştı. O yıllarda etrafında hiç ev olmayan bu cadde Ayrılık Çeşmesi Mezarlığı’ndan Söğütlüçeşme Caddesi’ne rampa aşağı iniyor ve bu caddeyle kesiştikten sonra Fenerbahçe Stadı’nın arkasından Kızıltoprak’a bağlanıyordu.
1980’li yıllarda Söğütlüçeşme Caddesi üzerine köprü yapıldığı için pazaryeri Kuşdili Çayırı’na nakledildi. Kuşdili Çayırı o yıllarda koruluk ve çayırlık özelliğini henüz kaybetmemişti. Pazaryeri kurulmaya başlandıktan sonra, ağaçların yok olduğu ve tabanının da betonlaştığı bu alan giderek çayırlık ve koruluk özelliğini kaybetmeye başladı.
1990’lı yıllarda ise cumartesi günleri Fenerbahçe Stadı’nda maç oynanmasının doğurduğu sorunlardan dolayı “pazaryeri kurulması” işi cumartesi gününden cuma gününe alındı. Yani bu yıllardan itibaren Kuşdili Çayırı’nda salı ve cuma günleri pazar kurulmaya başlandı.
Kurbağalıdere’deki kurbağaların sesini, üzeri örtülü kafeslerdeki saka, iskete, florya kuşlarına dinleterek, onların kanarya gibi “makara çekmesini” sağlayan kuşbazların, bu olaydan dolayı “Kuş Dili” adını verdikleri bu çayır, en az yüz yıldır Kadıköy tarihinde yer almaktadır.
Kadıköylüler 1900’lü yılların başlarında buradaki dere kenarında “piyasa yaparlar”, diğer taraflarda piknik, panayır gibi etkinliklerde bulunurlardı. Daha sonra uzun yıllar bayram yeri olarak da kullanılmış olan bu çayırda Fenerbahçe Spor Kulübü Lokali, Hamdi’nin Gazinosu, tramvay deposu olarak bilinen hangarda Kuşdili Sineması gibi önemli sosyal tesisler vardı.
Kadıköy için çok önemli tarihî anıları olan bu alanı, günümüzde hiç kimsenin koruluk ve çayırlık olarak hatırlamaması üzüntü vericidir.
Kuşdili Çayırı sadece doğal sit değil aynı zamanda tarihî sit olarak da değerlendirilmelidir. Henüz kaybolmamış olan bu alan, üzerindeki beton kaldırılarak tekrar eski doğal haline kavuşturulabilir. Bir köşesinde pazaryeri kurulmasında ise hiçbir sakınca yoktur. Zira pazarlar halkımızın geleneğinde yer almış sosyal bir olaydır.
* * *
Salı Pazarı ile ilgili diğer gelişmelere baktığımızda bu alanın, 1981 yılında Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından “Eski Kuşdili Çayırı Doğal Sit Alanı” olarak tescil edildiğini; 1994 yılında Kadıköy Merkez Planı olarak bilinen 1/5000 ölçekli nazım planda ise “Açık Otopark, Pazaryeri ve Kentsel Hizmet Alanı” olarak ele alındığını görebiliriz.
2002 yılında ise 2 numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’na İBB tarafından bu alanla ilgili “Kuşdili Çayırı ve Çevresi Projesi” adı ile bir düzenleme projesi getirilmiştir. Kurul bu tarihte alanın üçüncü derece doğal sit olarak değerlendirilmesine karar vererek getirilen düzenleme projesini uygun bulmuş, ancak 1994 planının bu projeye uygun şekilde tadil edilmesini istemiştir.
4.10.2006 tarihinde bu plan ve aynı düzenleme projesi, 5 numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’na İBB tarafından tekrar getirilmiştir. 5 numaralı kurul, 1/1000 ölçekli koruma amaçlı plan hazırlanmadan 1/5000 ölçekli plan içinde Kuşdili Çayırı’nın çerçeveye alınarak korunacak bölge olarak gösterildiği bu plana rapor yazmamıştır.
Ancak diğer yandan burada yapılması düşünülen alışveriş merkezinin maket fotoğraflarını tüm halkımız medyada izlemektedir. Ters şemsiye şeklindeki bu alışveriş merkezinin yeraltından da Kuşdili Caddesi’ni takiben Altıyol’a bağlanacağı söylenmektedir.
İBB’nin bugünlerde adı çok gündemde olan bir inşaat firmasına bu işi ihale ettiğini, ayrıca yapılması düşünülen alışveriş merkezi için oldukça ısrarcı olduğunu da, medyadan açıkça öğrenebilmekteyiz. Yani önceki düzenleme projesi Kuruldan geçtikten sonra Belediyeden yeni projeye göre bir plan tadilatı yapılacağı belli olmaktadır.
* * *
Şimdi konuyu bir de biz değerlendirelim isterseniz.
Önce ilgili Tapu Sicil Müdürlüğünden araştırma yapıldığı takdirde bu alanın 2/2/1967-456 yevmiye ile İstanbul Belediyesi Emlak İstimlak Müdürlüğü tarafından “yeşil sahada kaldığından kaydının terkin edildiği” öğrenilecektir.
Yani İBB bugün üzerinde tapusu olmayan bir mülkü ihaleye çıkarmaktadır.
Daha sonra da 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun 17. maddesine göre sit alanına öncelikle koruma amaçlı plan yapılması gerektiği, ancak bu alanın hâlâ koruma amaçlı planının olmadığı görülecektir.
Ayrıca yine ilgili Tapu Sicil Müdürlüğünden araştırılırsa, 1967 yılında “6 Pafta, 1 Ada, 66 Parseldeki 45990 m2 yüzölçümlü alanda bir gazino bahçesi, bir gazino barakası, bir dükkân, bir kayıkhane, üç baraka kahve, bir sinema ve bir kahvenin” de bulunduğu görülecektir. Yine bu yıllara ait planlarda buradaki çınar ağaçları tek tek tespitli bir şekilde belirtilmiştir.
Bütün bunlar gösteriyor ki Kuşdili Çayırı sadece doğal sit değil aynı zamanda tarihî sit alanı olarak tescil edilmelidir.
Kuşdili Çayırı tekrar eski haline getirilerek, hem insanların nefes alabileceği yeşil bir vaha yaratılmalı, hem de buradaki eski anıların hatırlanması sağlanmalıdır.
Ama yetkililer, akıl almaz bir şekilde bu alanın tamamını beton bir iş merkezine işgal ettirmek istemektedirler. O zaman alan özelliği de ortadan kalkacağı için eskiye dönüş tamamen olanak dışı olacaktır.
Kim bilir, belki de arzu ettikleri durum budur. Nisan 2007 Mimarlara Mektup