27 Kasım 2014 Perşembe


Yeldeğirmeni

 

YELDEĞİRMENİ’NİN OLUŞUMU
Arif Atılgan

Yeldeğirmeni kuzeyinde Haydarpaşa Çayırı, güneyinde Halid Ağa Caddesi, doğusunda Ayrılık Çeşmesi Mezarlığı, batısında ise deniz bulunan tepelik alandaki yerleşimdir.

Yeldeğirmeni’nin tarihini incelediğimizde jeolojik zamanlara kadar gidebiliriz. Yeldeğirmeni ile Pendik ve Yarımburgaz’da deniz kabuğu kalıntıları bulunmuştur. Bu durum bir zamanlar buraların deniz suları altında olduğunu göstermektedir.

Ayrıca Kadıköy’ün ilk yerleşimi olan Kalkedon’un kuruluşunun M.Ö 675 yıllarında olduğu bilinmektedir. O zamanlarda da Kalkedon şehrinin korunması için yapılan surların Yeldeğirmeni, Altıyol, Yoğurtçudan geçtiği kitaplarda yazmaktadır.

Ben Yeldeğirmeni’nin bugünkü yerleşiminin ne zaman ve nasıl oluştuğunu araştırmak istiyorum.

Osmanlı İmparatorluğu zamanında, İstanbul’un Anadolu yakasında uzun yıllar bakir kalmış önemli ve ünlü çayırlar bulunmaktadır.

Bunlar;
Uzun Çayır: Şimdiki Hasanpaşa’dan, SSK Göztepe Hastanesi ve E5 üzerindeki Otosan Fabrikasının bulunduğu yerlere kadar uzanan çayır.
Moda Çayırı: Moda Burnundan karaya doğru gidildiğinde şimdiki Moda Camii’ni içine alan düzlüğün bulunduğu yerdeki çayır.
Kuşdili Çayırı: Bir dönem Salı Pazarı’nın kurulduğu alandaki eski koruluk bölgenin bulunduğu çayır.
Paşa Çayırı: Yeldeğirmeni’nde, Karakolhane Caddesi ile tren yolu arasında şimdiki Yurttaş ve Yeşilay Sokaklarını içine alan küçük bir çayır.
Haydarpaşa Çayırı: Bütün çayırların en büyük olanı, Haydarpaşa Garının olduğu yerden başlayıp İbrahimağa’yı içine alarak Acıbadem’e kadar uzanan bir çayır.

Yeldeğirmeni’nde yerleşim olmadan önce burası da Haydarpaşa Çayırının içinde kalan bir alandı. Zira Yeldeğirmeni’ndeki eski yapılardan sinagog, kilise ve okulların hepsinin adı Haydarpaşa kelimesi ile başlamaktadır.

Geniş Haydarpaşa Çayırı Osmanlı’nın İstanbul’a gelmesinden itibaren kullanılmaya başlanmıştır.

Haydarpaşa Çayırında Osmanlı’nın Süvari Birlikleri talim yaparmış. Bu alanın süvariler tarafından kullanılmasından sonra Talimhanede de Piyade Birlikleri talim yapmaya başlamış. Talimhane, şimdiki Halit Ağa Caddesi ve Gazi Mustafa Kemal Paşa İlkokulu’nun bulunduğu düzlüktür. Zaten eski Kadıköy’lüler bu alana Talimhane derlerdi.

Yeldeğirmeni semti adı geçen iki kalabalık alanın arasında oluşmuştur.

15. ve 16.Yüzyıllarda bahçeli köşklerin var olduğu yazılan bu yerleşim alanında, 1774-1789 yılları arasında, Padişah I.Abdülhamit tarafından 4 adet yeldeğirmeni yaptırılmıştır. Bu yeldeğirmenleri ordunun, sarayın ve halkın un ihtiyacını karşılamak için kullanılmaktaydı. Bunlardan biri İbrahimağa’da diğerleri ise Rasimpaşa Camii’nin, Karakolun ve Osmangazi İlkokulu’nun bulunduğu yerlerde faaliyet gösteriyorlardı. Dördünden de bugüne bir iz kalmamıştır. Ancak yakın zamana kadar Osmangazi İlkokulu bahçesinde bazı kalıntıların görüldüğü söylenmekte ve yazılmaktadır. Semte adını veren 4 yeldeğirmeninden hiçbirinin bugünlere gelememesi bir yana, izlerinin bile kalmaması gerçekten çok üzüntü verici bir durumdur. Semtteki yeldeğirmenlerinin günümüze kalmış hiçbir fotoğrafı bulunmamaktadır. Bazı yayınlarda 1920 li yıllara ait olduğu anlaşılan 5 yeldeğirmeninin bulunduğu arazi fotoğrafı eski Yeldeğirmeni semti olarak gösterilmektedir. Bu fotoğrafın eski Yeldeğirmeni semtinin değil Keşan’ın bir bölgesine ait olduğunu kanıtlamıştım.

1789-1807 yılları arasında ise Padişah III. Selim zamanında Yeldeğirmeni’nde sokakların oluşmaya başladığını görebilmekteyiz.

1800 lü yılların ilk yarısında şimdiki Kır Kahvesi Sokakta Osmanlıda posta teşkilatı olarak kullanılan menzilhane teşkilatına ait menzil binası bulunduğu belli olmaktadır. Menzil binası bugünün postane binası anlamındadır.

1845 yılında düzgün sokakların oluştuğu bu semtte Kadıköy’ün ilk postanesi hizmet vermeye başlamıştır. I.Abdülmecid’in emriyle kurulan bu postane binası Aziziye (İzzettin) sokak No:126 daydı. Ancak semtin eski insanlarıyla yaptığım konuşmalarda No:26 daki binanın içinde mermer bankolar olduğunu öğrenmiştim. Bu anlamda belgeleyemesem de No:26 daki binanın postane binası olduğunu iddia ediyorum.

Yeldeğirmeni’nde 1800 lü yılların ikinci yarısında yerleşim hızlanmaktadır. Özellikle 1872 yılında Kuzguncuk Dağhamamı’ndaki yangından sonra buradaki Yahudilerin Yeldeğirmeni’ne gelmesi ile semtte apartmanlaşma başlamıştır.

Çoğunlukla Yahudilerin gösterişli apartmanlarının görüldüğü bu semtte Türklerin ve diğer gayrimüslimlerin apartmanları yok denecek kadar azdır. Bilinen iki tanesi, Türk apartmanı olarak Celal Muhtar ve Ermeni apartmanı olarak Demirciyan apartmanlarıdır.

Apartmanların denize bakan yamaçlarda yoğunlaştığı görülmektedir. Semtin üst düzlüğünde ise daha çok Müslüman Türklere ait az katlı ahşap evler göze batmaktadır.

1900 - 1950 yılları arasında Yeldeğirmeni İstanbul’un Avrupa yakasında yaşayanlar için yazlık-sayfiye yeri olarak kullanılmıştır. O yıllarda semtin deniz kıyısı kumsal, İbrahimağa tarafı ise içersinden Haydarpaşa Deresinin de geçtiği çayırlıktır.

Yeldeğirmeni’nin eski apartmanları yığma taş veya tuğla olup çoğunlukla art-nauveau süslemelerle donatılmışlardır. Semtteki apartmanların çoğunun günümüze kadar ayakta kaldıklarını görebiliyoruz. Ahşap evlerin ise neredeyse hepsinin yıkıldığını, yerlerine yeni betonarme binaların yapıldığını gözlemleyebiliyoruz.

Az katlı ahşap evlerin yıkılmasının sebebi, kat karşılığı müteahhitlere verildiğinde kazançlı oluşları idi. Apartmanlar çok katlı olduğundan müteahhitler de ev sahibi de kazanç sağlayamıyordu.

Yeldeğirmeni’ne İstanbul’un ilk apartman semti de diyebiliriz. Zira konutların bulunduğu apartman semti olarak kabul edebileceğimiz belirgin tek semt olan Cihangir, Cumhuriyetin ilanından çok sonraları oluşmuştur.
ARİF ATILGAN YELDEĞİRMENİ KİTABI

  
                                                 1900 lerin Başında Yeldeğirmeni Sahili

                                                  1950 lerden Sonra Yeldeğirmeni Sahili
 
                                 Pervititch Planlarında Eski Yeldeğirmeni                                                    

                                                                Yeni Yeldeğirmeni

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

25 Kasım 2014 Salı


TAKSİM TOPLANTILARI
Arif Atılgan
Taksim Toplantıları 1977 yılında başlamış. Taksimdeki bir otelin salonunda yapıldığı için Taksim Toplantıları adı konmuş. Ülkenin konularının konuşulup tartışıldığı toplantılarda konusunda dönemin önde gelen isimlerinden biri konuşmacı olarak davet ediliyor. O konuşmacı ilgili olduğu konuyu anlatıyor, daha sonra da kendisine sorular soruluyor. Toplantıya katılanların sayısı sınırlı sabit olup başka kişi katılamıyor. Ülke Entelijiyansının toplantısı olarak lakap yakıştırılan kapalı toplantılara medya katılamıyor. Süleyman Demirel, Erdal İnönü, Turgut Özal, George Papandreou bu toplantılarda konuşan isimlerden bazılarıdır.

Sanırım bir süre ara verilen bu toplantılara 21 Kasım 2014 akşamı Pangaltı’da bir otelin salonunda yeniden başlandı. 200 civarında kişinin katıldığı bu toplantıya ben de davetli idim. Doğrusu adımın nerden, nasıl bulunup katılımcı listesine alındığımı öğrenemedim.

Konuşmacı Kemal Kılıçdaroğlu idi. Kemal Bey o akşam bana daha önce verdiği intibaın aksine daha sakin ve rahat bir insan olarak göründü. Konuşmasında Ülkenin sorunlarını 3 ana başlıkta topladı:

1- Ekonomi: Bu sorun için üniversitelere ve eğitime önem verilmesini, yetişen eğitimli kuşağın buluşlar yapmasını, Dünyada artık yeni buluş yapanların yaşam standartlarının yükselebileceğini savundu.
2- Dış İlişkiler: Ülkemizin gerek komşularıyla gerekse ABD ve AB ile ilişkilerinin sorunlu halde olduğunu, bu durum dolayısıyla zorluklar yaşadığımızı ifade etti.
3- Çözüm Süreci: Süreçte 3. Göz tartışmalarının doğru olmadığını, sorunu kendi içimizde çözmemiz gerektiğini söyledi.


Yaptığı tespitlere katılmamak mümkün değildir. Ancak her zamanki gibi tespit ve tespit üzerinden eleştiri yapmakla yetindi.

Toplantıda soru sormak için önceden isim yazdırılması gerekiyormuş. Ben daha çok konuşmaların gelişmesine göre soru sormayı veya fikrimi açıklamayı seven bir insan olduğum için soru soramadım. 

Ancak gerek Kemal Beyin konuşmasında gerekse soru soranların sorularında hiç değinilmeyen konunun Kentsel Dönüşüm olması ilgimi çekti. Hâlbuki Ülkede her taraf şantiyeye dönmüş ve ekonominin lokomotifi inşaat sektörü olmuştu. Üstelik sektörün devamının bütün sırrının imar rantı olduğu belli iken bu konuya kimsenin değinmemesi ilginç olduğu kadar beni endişelendirdi de. Zira durumdan herkesin mutlu olduğu belli oluyordu. Kentsel Dönüşüm konusu iktidarın eleştirileceği en önemli konuların başında gelmektedir.

Toplantının düzenleyicilerine de eleştirim olacak. Soru soranların önemli kısmı partili idi. Dolayısıyla toplantı partinin toplantısı gibi oldu. Bazı partililer gerek sorularıyla gerek davranışlarıyla parti ileri gelenlerine kendilerini belli etmek gayretinde idiler. Bu durumdan benim gibi herhangi bir parti üyesi olmayanların sıkıldıkları bilinmelidir.

Eğer bütün toplantılarda bu davranışlar devam edecekse bundan sonrakilere katılmama düşüncesinde olduğumu belirtmek isterim.

Toplantı sonrası CHP lilerin parti dışındakilerde bıraktığı izlenimi yazmalıyım. Genel Başkanın ‘Her CHP li iktidara talip olmalı’ anlamındaki uyarısına rağmen CHP li üyeler iktidara taliplik duygusunda değiller gibi. Aksine alacakları yüzde 20-30 arasındaki oyu kabullenmişler. Bu ortamda kendilerinin bir yere gelmesi gayreti içersindeler. Yani partinin dolayısıyla ülkenin başarısından çok kendilerini düşünmekteler. Dost acı söyler. Seçimlere kadar kendi kendilerine özeleştiri yapmalılar.

Kemal Kılıçdaroğlu’na İsmet İnönü’nün ‘Ortanın Solu’, Bülent Ecevit’in ‘Demokratik Sol’ kavramlarıyla tarz oluşturduklarını ve kitleleri peşlerinden sürüklediklerini anımsatmak isterim. CHP nin, Ülkemizin mutluluğu için önerilerinin bütününü oluşturan programla tarzını oluşturması gerekir. Sadece eleştiri yetmemektedir.

Bir yere gittiğimde biraz erken davranıp çevrede küçük bir tur atmayı severim. Toplantının yapıldığı otelin yakınına geldiğimde de aynı şeyi yaptım. Otelin 3-5 bina aşağısında 1970 li ve 1980 li yıllarda İstanbul’un Reinası olan Gala Kulübün bulunduğu pasajı gördüm. 10-15MT derinlikte dikdörtgen şeklindeki Pasaj ileri çıkarılan vitrinlerle daraltılmış gibi geldi. Bodrum kattaki Kulübe inen merdivenlerin bulunduğu kapıda başka bir mekânın ismi yazıyordu. Gala Kulübün adına bugün internette bile rastlanmıyor. Tuhaf oldum.

Toplantı sonrası yetkililerden birine ‘toplantıyı internet ortamında yazabilir miyim?’ diye sordum. Yazabileceğimi söyledi. Ancak yine de Toplantının geleneğine ve CHP ye saygımdan dolayı konuşmaların partiye özel olanlarını yazmamayı uygun buluyorum. 
ARİF ATILGAN MİMDAP KASIM 2014

    

24 Kasım 2014 Pazartesi


MİMAR MELİH KORAY
Arif Atılgan
1791 yılında Mozart son günlerini yaşamaktadır. Bu arada ölümü işleyen Requiem isimli bestesini yazmaktadır. Sarayın müzisyeni Salieri kendisini ziyaret eder. Amacı Mozart öldüğünde cenaze töreninde Requiem’i kendi bestesi gibi çaldırmak ve kendini ünlü bir müzisyen olarak tarihe geçirmektir. Ancak Mozart’ın karısı notaları kendisine vermez. Mozart ölür. Cenazesini 4 kişi kimsesizler mezarlığına gömer. Bugün Mozart’ın bütün besteleri, özellikle Requiem tüm dünya insanları tarafından dinlenmektedir. Mozart yaşamaktadır. Saray bürokratı Salieri’yi kimse anımsamaz.

1800 li yıllarda 27 yaşında resme başlayıp 1890 yılında ölen Van Gogh çok sayıda resim yapmış ancak tek resim satamadığı için yoksulluk içersinde yaşamıştır. Kendisinin bütün resimlerini resim galerisi sahibi olan kardeşi Theo almış ona geçineceği kadar para vermişti. Van Gogh öldükten sonra resimlerinin değeri anlaşılmış. Bugün onun resimlerine paha biçilememektedir.

1970 li yıllarda okulu bitirmiş, işe başlamış ve o yaştaki bekâr biri için fazlaca gelire sahip olmuştum. Halk tabiriyle gece hayatı denilen yaşantıyı yaşamaya başlamıştım.  O yaşam içersinde birçok sanatçıyla dostluğum olmuştu. Onların birbirlerini çeşitli konularda kıskandıklarını ancak birbirlerinin iyi işlerini kesinlikle takdir ettiklerini gözlemlemiştim.

Bu örnekleri Mimar Melih Koray’ın eserlerini takdir etmemiz gerektiğini belirtmek için yazdım.

                                       Melih Koray’dan Eski Bir Anı.
                                                  
Yukarıdaki örneklerde belli olduğu gibi sanat eserinin değerini halk belirler. Krallar, saraylar, STK lar, jüriler değil. Melih Koray’ın binalarına halkımız değer vermiş ve tercih etmiştir. Melih Koray’ın binaları 1950-1980 yılları arasında Kadıköy’e ama özellikle Bağdat Caddesine kimlik vermiştir. Bugün Kentsel Dönüşüm içersinde Bağdat Caddesindeki binalar yıkılmaktadır. Bunların içinde Melih Koray’ın binaları da bulunmaktadır. Bu binaların kesinlikle korunması gerektiğini düşünüyorum.

Melih Koray Evine Yaptığımız Ziyarette.

Aslında Caddedeki binalar oldukça hor kullanılmışlardır. Alt katlarında mimarlarından habersiz dükkân yapılanları olduğu gibi üst katlarında da cepheleri camekânla kaplanıp dükkân haline getirilenleri bulunmaktadır. Bağdat Caddesinin kimliğinin korunması için buradaki, sadece Melih Koray’a ait olanların değil, diğer binaların da korunması gerektiğini düşünüyorum. Bağdat Caddesini ünlü yapan caddedeki binalardır. Paris’teki Champs-Élysées Caddesinin binaları yıkılıp yenileri yapılsa o caddenin bir anlamı kalır mı?

Bütün sanat dallarındaki eserler önce yaratılır sonra satılır, sadece mimarlıkta tersi olur. Onlar proje safhasında beğenilmek zorundadırlar. Dolayısıyla mimarlık eserleri diğerlerinden daha değerli olmak durumundadırlar. Bitirildikten sonra da yıllarca beğenilen ve sahip çıkılan Melih Koray binalarının değerini hem toplum hem mimarlık camiası olarak belgelememiz gerekir.

Melih Koray’la Karakteristik Binalarından Birini İnceliyoruz.

Mimarlık öğrencisi olduğum 1960 lı yılların ikinci yarısında Bağdat Caddesinin ara sokaklarında dolaşıp oradaki köşkleri izlemeyi severdim. Bugün onların hiçbiri kalmadı. Herhangi bir arşivleme çalışması yapılmadığı için de hafızalardan silinmiş oldular. Bugünlerde onlardan sonra inşa edilen ve Bağdat Caddesini ünlü yapan Melih Koray dönemi binaları da yıkılmaktadır. Bu binaların korunması, yıkılmış olanların ise arşivlerinin tutulması gerekir.  

Bazı kurumlar veya kişiler halk, taban kavramlarını fazlaca öne çıkarmaktadırlar. Ancak davranışlarına bakıldığında kendi bürokratik ve entelektüel çevrelerinin dışını öneme değer bulmadıkları görülmektedir. Hâlbuki özellikle sanat dallarında, sanatçının rakipleri dâhil halk kendi değerlendirmesini yapmaktadır. Zira onlar kriterlere bağımlı kalmadan doğal davranmaktadırlar.

Ben bir mimar olarak Melih Koray’ın binalarını kıskanıyorum ama kesinlikle çok takdir ediyorum. Lütfen başta Meslek Odamız olmak üzere Üniversitelerin Mimarlık Bölümleri, Kadıköy Belediyesi, İBB,  5 Nolu Koruma Kurulu ve diğer meslektaşlarım da konuya yeteri kadar ilgi göstersinler.

Melih Bey’in değerini yaşarken verebilelim.
ARİF ATILGAN MİMDAP KASIM 2014

 

21 Kasım 2014 Cuma

Yeldeğirmeni


GİRİŞ

Kadıköy’den Haydarpaşa’ya uzanan sahilin kara tarafındaki yerleşim alanı Yeldeğirmeni semtidir.

Ben bu semtte büyüdüm. Burada geçen yıllarımdan dolayı kendimi çok şanslı hissediyorum. Bugün eski mahalle arkadaşlarımla sohbet edip o günleri andığımızda hepimizin mutluluktan gözlerinin parladığını görüyorum.

Sokaklarımız arnavutkaldırımı tanımıyla bilinen tarzda taş döşenmişti. Bu sokaklar bizim doğal parkımızdı sanki. Oysa semtimizin yakınları çayırlarla doluydu. İbrahimağa, Çiftlik, Acıbadem gibi.

Evler ise iki tip idi Yeldeğirmeni’nde; denize bakan yamaçlarda daha çok yığma yapı taşıyıcı sistemiyle yapılmış apartmanlar, Ayrılık Çeşmesi Mezarlığı’na doğru olan üst düzlükte ise genellikle iki katlı ahşap evler göze çarpardı. Bunların bazıları dışarıdan kâgir bina gibi görünseler de aslında bağdadi denilen ahşap üstü sıva şeklinde inşa edilmişlerdi.

Her ailenin aşağı yukarı aynı ekonomik seviyede olduğu bu orta hallilerin semti Yeldeğirmeni’nde komşuluk ilişkileri de üst düzeyde idi.

Bugün kaç kişi bilir, yemeğin kokusu komşuya gitti diye mutlaka bir tabak komşu hakkı gönderme âdetini?

Hiç kimsenin evinde buzdolabı yoktu. Yiyecekler teldolaplarda saklanırdı o zamanlar. Turşu, reçel yapılması ise gerçekten sebze ve meyveleri uzun süreli saklayabilmek içindi.

Yiyecek ve içecekleri soğutma işlemi ise bahçelerdeki kuyularda yapılırdı. Bir de Duatepe Sokaktaki buzcudan kilo ile buz alınırdı bu işlem için. Buzcularda uzun dikdörtgen prizma şeklindeki buzlar talaşların içinde tutulur, testere ile kesilerek tartılır ve ipe bağlanarak satılırdı.

İp deyince aklıma geldi. O zamanlar pek bol olan uskumru balığından kurutularak yapılan çirozların Balıkçı Halit’in dükkânında iplere dizilerek sergilendiğini unutmak mümkün mü?

Hiçbir evde telefon yoktu. Telefon esnaflarda bile çok seyrek bulunurdu. Onlar da telefonu toptancıya sipariş vermek için kullanırlardı zaten. Başkasında olmayınca birkaç kişideki telefonun işlevi olmuyor normal olarak.

Ama bütün semtte iletişim üst düzeyde sağlanıyordu. Dükkânlardaki alışveriş esnasında yapılan sohbetlerle her çeşit haber semtte en kısa sürede yayılabiliyordu.

Her sokağın köşe başını bekleyen delikanlılar vardı. Zaman zaman birbirleriyle kavgada etseler, semtin dışında herkes birlik olur, birbirini tutardı. Büyüklerimiz ağabey, abla, amca, teyze gibiydi.

O yıllardan kalma bir karakter oluşmuştur bende. Kimseye kolay kolay ağabey, abla diye hitap etmem. Hitap edeceksem eğer, kesinlikle karşımdaki kişi tahsili ne olursa olsun saygı duyduğum biri olmalıdır.

Yedek subaylığım sırasında semtte bir ağabeyim astsubay olduğu için bana selam vermeye kalkmıştı da, hemen anlamazlığa gelip ‘merhaba ağabey’ demiştim.

Onlar ve o günler yok şimdilerde.

Semtimizde Türkler, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar hep birlikte yaşardık. Birbirimizi sever, sayardık.

Ne iyi arkadaşlarımız, ne iyi arkadaşlıklarımız vardı.

Semtin bir futbol takımı olduğu gibi, her sokağın da kendi takımı vardı. İşte bu durum futbol rekabetini semtten hiç eksik etmezdi.

Esnaf herkesi tanır, kime nasıl davranacağını iyi bilirdi.

Semtin kabadayısı da vardı doğal olarak. Arap Kemal. Ama asla mafya babası değildi O. Kabadayılık her semtte bulunan bir kişilikti o yıllarda ve de bu iş bilekle olurdu. Kabadayı silah kullanmazdı.

Yaşı ilerleyince bileğin yerini saygı almıştı. O yine semtin kabadayısıydı. Zaten onlar da son kabadayıydılar.

Semtin kahvehaneleri ayrı bir çeşniydi, her kesimin kahvehanesi ayrıydı. Ama bunların arasında Nedim’in Kahvesi ayrıcalıklıydı herkes için. Hepimiz o bahçeli tek katlı binaya girebileceğimiz günü hayal ederdik bir yandan büyürken.

Henüz flört, sevgili, çıkma, arkadaş gibi tanımlar bulunmamıştı o zamanlar. Çok masum bir şekilde ‘konuştuğum kız’, ‘konuştuğum çocuk’ denirdi. Ama asla kızlar erkeklere değil, erkekler kızlara konuşma teklif ederdi.

Semtte sıkıntılı günler de olmaz değildi. Örneğin: Her evin arka bahçesindeki kümeslere bazen gelincik, sansar gibi hayvanlar dadanır ve bu durum uzun süre sohbet konusu olurdu.

İşte böyle bir semtte büyürken, bugünkü sivil mimari merakım oluşmuş herhalde.

Büyüyüp de “adam” olunca, küçüklüğümde hayran olduğum bu gizemli binaları araştırdım.

Bir tarih çıktı ortaya, bu küçük semtin çok eski tarihi. Mimarisiyle, insanıyla, yaşamıyla.
ARİF ATILGAN YELDEĞİRMENİ KİTABI
                                   1968 Yılında Nedim’in Kahvesi. Arkadaki Tek Katlı Bina.



                                                                     

























6 Kasım 2014 Perşembe


Mimarlara Mektuplarım



KARACAAHMET MEZARLIĞI
Arif Atılgan

Geçtiğimiz ay Ağabeyimi kaybetmem sebebiyle mezarlıklarla fazla iç içe olmak durumunda kaldım. Bu arada artık kentin içersinde kalmış, İstanbul’un en eski mezarlığı olan Karacaahmet Mezarlığının da farkına varmış bulunduğumu ifade etmek isterim. Kentin içersinde hayatın akışı dolayısıyla baktığımız ama görmediğimiz yerlerden biri olan bu Mezarlığı ele almak istiyorum.

Orhan Gazinin 1352 yılında Üsküdar’ı fethetmesinden sonra burada giderek Müslüman halkın yaşamaya başladığı görülmektedir. Daha sonra 1. Murad ( Hüdavendigar) döneminde (1361-1389) nüfusun önemli kısmı Türklerden oluşmuş ve burada kendiliğinden bir kabristan gerçekleşmeye başlamıştır. 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra ise burası Müslüman Türkler tarafından çok talep edilen bir mezarlık haline gelmiştir. Ancak bu tercihin önemli sebeplerinden biri de Üsküdar’ın Müslümanlar tarafından ‘Medine-i Üsküdar’ veya ‘Peygamber Toprağı’ olarak vasıflandırılmasıdır.

                                              Eski yıllarda Mezarlığın Duvardibi Bölümü.

Mezarlığa adını veren Karaca Ahmet ise 14. Yüzyılda yaşamış, Horasanlı, Anadolu’da ruh doktorluğu yapmış, Hacı Bektaşi Veli saflarında hizmet vermiş bir kişidir. Yedi yerde Türbesi olan bu kişinin Karacaahmet Mezarlığı’ndaki Türbede yattığına inanılır.    
Alan, 1698 yılından itibaren Karacaahmet Sultan Mezarlığı olarak anılmaya başlanmıştır.

Karacaahmet Mezarlığının başlangıç noktası geçmişte Menzilhane denilen şimdiki Gündoğumu Caddesinin bulunduğu yer iken, Cumhuriyet sonrası imar faaliyetlerinden dolayı bugün Tunusbağı’ndaki 1681 tarihli Hacı Faik Bey Çeşmesinin önü olmuştur. Diğer ucu ise İbrahimağa’ya kadar uzanmaktadır. Aslında 750 Dönümlük bir alana sahip olan Mezarlık Kızıltoprak’a kadar devam etmiştir. Ancak çeşitli tarihlerde yapılan imar düzenlemeleri ile İbrahimağa Camisi ile Ayrılıkçeşmesi bölümü birbirinden kopmuş, daha sonra ise Ayrılık Çeşmesi Bölümü ile Kuşdili Çayırındaki Mahmut Baba Türbesi arası ve Mahmut Baba Türbesi sonrası giderek yok olmuştur.

                     Karacaahmet Mezarlığının Bugün Yok Olan Kurbağalıdere Taşköprü Bölümü.

Menzilhane-Ayrılıkçeşmesi arası Osmanlının Sürre Alayının Tören Yolu olmuş, bu yolun kenarlarında önemli aile mezarlık sofaları ile Osmanlı devlet adamlarının mezarları yer almıştır.

Karacaahmet’te çekilmiş en eski fotoğraflar 1852-1854 yıllarında Ernesty de Caranza tarafından çekilen fotoğraflardır. Daha sonra Abdullah Biraderler, G. Berggren ve Foto Sebah’ın burada çekilmiş fotoğrafları görülmektedir.

Mezarlığın çevresinde çeşitli mahalle ve semtler oluşmuştur. Ayrıca çok önemli bir bölümü olan 35 Dönümlük Seyid Ahmet Deresi Yatağı bugün beton dökülerek nakliyat ambarı durumuna getirilmiştir.       
                                                       
Karacaahmet’in içinde ve çevresinde Osmanlı döneminde oluşmuş 6 tekke ve namazgâh, 3 cami, 7 çeşme, 2 mektep, 1 hastane, 1 kireçhane ve birçok kuyu bulunmaktadır.

Özellikle Yeniçerilerin gömüldüğü bölümlerde görülür ki hayattaki hiyerarşi burada da devam etmektedir.

Bu anlamda Mezarlıktaki mevki ve bölümler aşağıdaki gibidir:

1-Çiçekçi: İsmini buradaki camiden ve çiçekçilerden alır.
2-Duvardibi: Dört yol ağzında su terazisinin bulunduğu yerdedir.
3-Harmanlık: Nuh Kuyusu Caddesinde Karacaahmet Mezarlık Memurluğunun alt ve yan tarafında kalan alandır.
4-Hattatlar: Şeyh Hamdullah’ın gömülü olduğu 9. Adadır.
5-Hünkâr İmam: Karacaahmet’in Ayrılık Çeşmesi Mezarlığı ile birleşen en güney ucudur.
6-İnadiye: Tunusbağı ve Karacaahmet Türbesine doğru giden yoldadır.
7-Kaygusuz İbrahim Baba: Tıbbiye Caddesi ile Saraçlar Çeşmesi Caddesi arasındadır.
8-Kuyubaşı.
9-Miskinler: Saraçlar Çeşmesi Caddesi üzerinde Balim Ağa Çeşmesi civarıdır.
10-Saraçlar Çeşmesi: İbrahim Ağa Camisi ile Ayrılık Çeşmesi arası olup bugün yok olmuştur. Çeşme ile namazgâhı ise yolun altında kalmıştır.  
11-Seyyid Ahmet Deresi: İranlılar Mescidi ve özel mezarlığı vardır. Bugün tahrip olmuştur.
12-Şehitlik: Mezarlığın iç tarafında, orta kısmındadır.
13-Yüksekkaldırım: İnadiye’nin doğusundadır.
14-Tunusbağı: En bilinen kısımdır. Tunusbağı kelimesinin Tunus ve üzüm bağı ile ilgisi yoktur.  Bu kelime ‘tonozu bagi’ sözcüğünden üretilmiştir. ‘tonozu bagi’ ‘eşkıya ini’ veya ‘eşkıya yuvası’ anlamında kullanılmaktaymış. ‘Tonozu bagi’, tuğla ve horasan harcından inşa edilen 2- 3 kişinin sığabileceği çeşme haznesini andıran tonoz örtülü küçük yapılara verilen admış. Kanun kaçakları buralarda gizlenir, civarda haydutluk yapar sonra bir at tedarik ederek Anadolu’ya kaçarlarmış. ‘Atı alan Üsküdar’ı geçti’ sözü de buradan üretilmiş.

                                        Günümüzde Mezarlıkta Eski Mezar Taşı Kalmamış.

700 yıllık bir mezarlık olan Karacaahmet’te 17. yüzyıldan kalan mezar taşları olduğu, en eski taşın 1521 tarihli Hattat Şeyh Hamdullah’a ait olduğu, ancak genellikle 19. Yüzyıla ait taşlar bulunduğu kitaplarda yazmaktadır. Ancak Mezarlıkta etrafımıza dikkatle baktığımızda fark edebiliyoruz ki burası artık yeni mezarların bulunduğu bir alan durumuna gelmiştir. Hatta görebiliriz ki 1700 lü yılların sonu ile 1900 lü yılların başı arasında defin yapılmış olan Ayrılıkçeşmesi Mezarlığında daha çok tarihi mezar taşı bulunmaktadır.

           Ayrılık Çeşmesi Bölümünde Çok Sayıda Eski Taşlar Bulunmaktadır.

Karacaahmet Mezarlığına ilk olarak 1960 yılında kaybettiğim anneannemin gömülmesi dolayısıyla girdiğimi hatırlıyorum. O yıllarda içersindeki selvi ağaçları ile Anadolu Yakası’nın siluetinde yer alan, tamamı tarihi mezarlarla dolu bir yerdi Karacaahmet Mezarlığı.

Burası ile ilgili duyulan en ünlü efsane ise Haydarpaşa Tıp Fakültesinin bodrum katındaki Kadavra Bölümü ile Mezarlık arasında bulunduğu söylenen dehlizdi.

Bugünlerdeki duygularım dolayısıyla olsa gerek pek iç açıcı bir yazı yazmadığımın farkındayım. Ancak çok önemli bir tarihi eser olan Karacaahmet Mezarlığı’nın bu kimliğini kaybetmeye başladığını fark edelim istedim.
ARİF ATILGAN MİMARLARA MEKTUP KASIM 2011