Prof. SEMAVİ EYİCE İLE KASIM 2016 TARİHİNDE YAPTIĞIM RÖPORTAJ
-8-
Arif
Atılgan
Sayın Semavi Eyice ile 2016 Yılının Kasım ayında evinde
buluşarak bir sohbet gerçekleştirmiştim. Kendisini 28 Mayıs 2018 tarihinde
kaybettik. Kamuya mal olmuş bir insandı. Bu sebepten sohbetin tamamını tüm
ilgilenenlerle paylaşmayı doğru buldum. Ancak 50 sayfa civarında olduğu için
bölüm bölüm yayınlayacağım.
Açık siyah yazılar Semavi Eyice’nin, koyu siyah yazılar
benim (Arif Atılgan) konuşmalarımdır.
O İbrahimağa ve Koşuyoluna doğru
düzlükte değil mi?
Bir
takım fikirler ortaya atıldı ama belirli bir kalıntı çıkmadı konamadı ortaya
çıkmadı.
Hatta Euphemia’nın kemiklerini galiba
götürmüşler.
Efendim
Sasaniler Bizans’ı tehdit ederken şeye kadar geliyorlar. Deniz kıyısına
Kadıköyü’ne kadar geliyorlar. Ama o zaman Bizanslıların da korkusu bununda
kutsal eşyasına, kalıntılarını, kemiklerini vesaireyi alırlar götürürler
düşüncesiydi. Tahrip ederler korkusu da var. Onun için gene böyle Sasanilerin
Anadolu’da batıya doğru ilerledikleri bir sırada bunlarda yine korkuyla
Euphemia’nın nesi varsa kilisesinde topluyorlar onları İstanbul tarafında
surların içindeki bir kiliseye koyuyorlar. O kilisede mahiyeti pek anlaşılmıyor.
Belki
bir hamamın parçası, belki başka bir şey bir yuvarlak bina var Ayasofya’nın tam
önünde. Adliye Sarayının hizasında harabeleri durur. Ondan sonra o binaya
götürüyorlar koyuyorlar. Ondan sonra orası onun türbesi oluyor. Martyiron
oluyor. Yani şehitlik demektir Martyiron. Ondan sonra onun kutsal eşyasının
muhafaza edildiği yer. Fakat orada ne kadar kaldığını bilmiyoruz.
Fetihten
sonra orası baruthane oluyor ve 1492 tarihinde yani Fatihten ve fetihten pek az
sonra bir yıldırım düşüyor. Korkunç bir kasırga oluyor İstanbul’da. Ve bu
yıldırım tam Euphemia Kilisesinin tam tepesine düşüyor ve muazzam bir patlama
oluyor ve bu patlama neticesinde de barutlar tabi hepsi ateş alıyor. Bizim
tarihçilerin birinin yazdığına göre bu kilisenin yuvarlak bir bina olduğu için
ortasındaki kubbe tencere kapağı gibi komple bir vaziyette yerinden kopuyor.
Havada uçuyor. Ondan sonra Kabataş önlerinde denize düşüyor. Ve şeyde de uzun
müddette denizde bunun üstü görünüyor. Hatta orada yalısı olan bir kişi varmış
ondan sonra o bu kısmen görülen bu kalıntıya bir şekil vererek yalısının önünde
onu iskele gibi filan kullanıyor. Sonra oda kayboluyor denizin dibine gidiyor.
Ondan sonra Euphemia’nın olduğu yere de Nuruosmaniye Cami yapılırken topraktan
çıkan molozu oraya döküyorlar. Orası komple toprak oluyor. Ancak orası 1938 -
1939 yıllarında büyük harp yani ikinci harp çıkmadan az önce Alman Arkeoloji
enstitüsü orada kazı yaptı.
Ondan
sonra kilise gerçekten kubbesi yok fakat alt duvarların hepsi mevcut olarak
çıktı ortaya. Duvarlarında fresko resimler filan vardı. Ondan sonra hatta büyük
bir neşriyat yapmak istediler onun için. Renkli resimleri çekildi o
freskoların. Ondan sonra derken işte Alman Arkeoloji Enstitüsünde kapattılar.
İngilizlerin baskısı ile kapatmak zorunda kaldılar. Ondan sonra hatta bütün
personeli dahi Almanya’ya geri yolladılar. Kapısına kilit vuruldu. Hatta biraz
zorlasalar el koyacaklardı. Onu
yapamadılar ama ondan sonra bizim hükümet biraz direndi. Bizim üniversitede de direndi.
O kütüphaneyi bozulmadan elde tutmak için. Ondan sonra gittikçe o kütüphane
ancak 1945-1946 yıllarına doğru filan tekrar açılabildi.
Bir
süre bizim edebiyat fakültesinin idaresi altında, bir sürede sonra Almanlar
gelmeye başladı. Onlara teslim edildi. Şimdide faal bir vaziyette yürüyor. Yani
diyeceğim bu. Fakat daha onun üzerine tabi tamamlayamadılar o araştırmalarını.
Çünkü bina bir on sene kadar metruk bir vaziyette orada. Oyun yeri olduğundan
çocukların berbat bir hale gelmişti tekrar. Onun üzerine o freskolar filanda
tahrip edildi. Ondan sonra almanca iki cilt Euphemia Martyrion’un kazısı diye
kitap yazdılar. Fakat başka bir çalışma yapılmadı. Yalnız Euphemia’nın
kemiklerinden bir tanesi mi iki tanesi mi ne altın bir muhafazanın içinde
Patrikhane Kilisesinde duruyor. Fenerde Patrikhane Kilisesi var ya orada
duruyor. Ondan sonra orada muhafaza ediliyor.
Ben yurtdışına götürmüşler diye
okumuştum.
Yok
yok yurtdışına giden bazı şeyler var ama onlar burada yani. Patrikhanede.
Mesela birde bizim bulduğumuz şeyler var. Mesela Yahya diye bizim İslamiyet’ten
şey yaptığımız Yuhannes vardır. İsa’yı vaftiz yapmıştır. Onun mesela bir kol
kemiği vardır. Altın bir muhafaza içindedir. Fakat o şimdi sarayda Topkapı
Sarayında. Fakat onun da o bulunduğu yer adına kiliseler filan olmasına rağmen
kendi binası filan değil, Rodos’ta bulunmuş.
Rodos’u
fethettiğimizde orda bir kilisede bulmuşlar bizimkiler. Almışlar, getirmişler.
Ondan sonra burada muhafaza ediliyor. Ondan sonra saraya intikal etti. Sarayda
kutsal eşyalar arasına onu da koydular ama bize ait bir kutsal eşya değil.
Kadıköy İskelesi ve Şehremaneti
binasıyla ilgili neler söylersiniz?
Valla
o yapı temelinden itibaren yani bugün gördüğünüz yapı temelinden itibaren deniz
tesislerine göre yapılmıştır. Hatta deniz tarafından bakarsanız eğer, İskelenin
kuleleri vardır iki yanında çatıda. Kuleleri vardır ve kulelerin üzerinde o
zaman Kütahya’ya ısmarlamışlar. O zamanki Deniz Yollarının çiniden armasını
yapmışlar. Ondan sonra o arma kaldırıldı diye çekiçle kırmışlardır. Bizim o
merakımız da vardır malum ya. Hani kitabeleri medreseleri mesela o Çayır
Deresinin bir köprüsü vardı tek gözlü şimdi yok o köprü.
Taş Köprü hocam yukarıdaki.
Evet,
şimdi işte tam Kadıköy Haydarpaşa’dan dönerken virajda bir dere vardır ya. O
derenin bir tek gözlü bir de köprü vardı üzerinde. Abdülhamid zamanında
yapılmış. Üzerinden mermerden bir tane de kitabe koymuşlardı. Ondan sonra insan
boyunda yani yerden pek yüksekte değil. Öyle uzun bir kitabe. Kadıköy kaymakamı
beyin işi gücü yok ondan sonra o kitabedeki tamamını değil Abdülhamid’in adı
olan yeri takır takır, takır takır kırdırmış. O isim okunulmuyor. İşte manasız
bir şey. Ama bazı kitabeleri komple kazımışlardır. Kadıköy’de mesela o Halid
Ağa Çeşmesinin kitabesi de kazınmıştır. Bir çeşmesi de Halid Ağa’nın eski Verem
Hastanesinin veya sonra ki Sağlık Müdürlüğünün cephesindedir. Yani bahçe
duvarının dışındadır. Şimdi toprağa gömülü o.
Hangi Verem hastanesi Hocam?
Şeydeki
canım işte. Ona İntaniye Hastanesi derlerdi. Tek başına bir binadır. Demir
yolunun tam üstünde.
Hocam o binanın orası Verem Hastanesi
miydi?
Öyleydi.
İntaniye hastanesi olarak biliyordum.
Öyleydi
ama sonra isim değiştirdi sonra bir ara Sağlık Müdürlüğü oldu.
Şimdi Diş Hastanesi oldu galiba şu
arlar.
Bilmiyorum
ne yapıldığını.
Verem Hastanesi İntaniyeden sonra mı
oldu?
Valla
bir ara İntaniye Hastanesi diye ben bilirim. Sonra Verem Hastanesi oldu. Sonra
işte çeşitli şeylerden geçti. Sonra hatta dedim ya burada veremliler büsbütün
hasta olur filan burada dedim.
Trenlerin dumanı var o zaman kömür
yakıyorlar.
Evet,
birisi dedi ki efendim dedi rivayete göre dedi. Lokomotiflerin dedi dumanı dedi
şeye iyi geliyormuş dedi. Öksürüğe dedi. Valla bilmiyorum aklımın erdiği bir
şey değil ama pek inanılacak bir şeyde değil bu yani.(Gülüşmeler)
Yani Halid Ağa çeşmesinin şeyi orada
mı?
Valla
bilmiyorum ama bir çeşmesi de orada. Duvarın önünden geçerken göreceksiniz.
Gömülmüş vaziyette yalnız. Kitabesine kadar toprağa gömdüler. Toprağın
seviyesini yükselttiler orada.
Anladım çeşme orada.
Çeşme
orda ama çeşme artık yok ortada. Yalnız kemeriyle kitabesi var ortada
görülebilen.
8. Bölümün sonu. Devam edecek.
ATILGAN BLOG ARİF ATILGAN EYLÜL 2018
Blogumdan yazı yayınlayanların üst satırdaki ATILGAN BLOG ARİF ATILGAN imzasıyla yayınlamaları gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder