Kent
Mektupları
VAROŞLAR
Arif Atılgan
Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin kuruluşundan itibaren 1950'li yıllara kadar sürdürülen
ekonomik politikaya bir nevi Devlet Kapitalizmi adı verilmektedir. Ülkede, 1950
yılından itibaren gerçek kapitalist sisteme geçmek ve gerçek kapitalistler ile
kapitallerinin oluşmasını sağlamak amaçlanmıştır. Bu anlamda özellikle sanayiye
soyunan her girişimciye her çeşit destek verilmiştir. Bunun en belirgin
görüntüsü tarihe 'ithal ikameli ekonomik politika' olarak geçen
uygulamadır. Kısaca yurt içersinde üretilen her malın dışarıdan ithaline
getirilen kısıtlamalar olarak özetleyeceğimiz bu uygulama, üretenlerin
ürettiklerini içeride istedikleri fiyatla satabilmelerini sağlamıştır.
Sanayicilere
bundan başka da çeşitli destekler tanınmıştır. Bunların başında tesislerini
istedikleri yerde kurabilmelerinin sağlanması gelmektedir. Bu sebepten sanayi
tesisleri yoğun olarak en olmaması gereken kent olan İstanbul'da, İstanbul'un
da en olmaması gereken yerlerinde kurulabilmişlerdir. Örneğin: Haliç'te,
Levent'te, Boğaz Kıyıları'nda bile bu tip fabrikaları görebilmekteyiz.
Ancak
fabrikalarda kentli insanları çalıştırmak pahalı olduğundan köylerden ucuz işçi
getirmek düşünülmüş, kırdan kente göç teşvik edilmiştir. 1950'li ve 1960'lı
yıllarda planlı bir şekilde köylere binlerce traktör sevk edilmiştir.
Traktörler insan gücünü boşa çıkarmış ve bunun sonucunda özellikle gençler
kentlere göç etmişlerdir. Kentlere gelen kır insanları fabrikalara ucuz
işgücünü sağlamışlardır.
Daha sonra
bu insanların kentte ikamet etmelerinin ekonomik olarak olanak dışı olduğu
görülmüş, kendilerine çalıştıkları fabrikaların civarında gecekondu yapmalarına
göz yumulmuştur. O yıllarda bir gecede tenekelerden yapılan gerçek
gecekonduların sahipleri ileriki yıllarda giderek ekonomik olarak güçlenmeye
başlamışlardır. O zaman da onlara gecekondularının yerine beton binalar inşa
etmeleri konusunda tekrar göz yumulmuştur. Bu kişiler inşaatlarında
ihtiyaçlarına göre kat adedini ayarlamışlar, hatta ileride ihtiyaçları
olduğunda ilave kat çıkabilmek için üzerlerinde demir filizlerini bile
bırakmayı ihmal etmemişlerdir. Dolayısıyla gecekondu semtleri yeni bir çehre
kazanmış, bu yeni yerleşim tipine ise 'varoş' adı verilmiştir.
Varoş,
gelişmiş ülkelerde banliyö kelimesi ile eş anlamda kullanılmaktadır. Sadece
kelimenin anavatanı olan Macaristan'da bizim anladığımız anlamda kullanıldığını
görebilmekteyiz.
Varoşlar
giderek kendi kültürlerini oluşturmuş hatta bir nevi yeni dönemin folklorunu
meydana getirmişlerdir. Artık köylerde, sevdiği kızı atının terkisine bindirip
kaçıran ve onun için türkü yakan kültür unutulmuştur. Onun yerine sevdiği ile
minibüse binip yaşadığı varoşun semtinden uzakta, kentin başka bir köşesinde
dolaşan gençler ortaya çıkmışlardır. Birçok film çevrilen bu alana özel müzik
türü de oluşmuş, bu müziğe ise arabesk müzik denilmiştir.
Varoşlardaki
insanlar ekonomik durumlarını iyileştirdiklerinde kent içersine de taşınmak
istemişlerdir. 1960'lı yıllarda başlayan bu istek kentte 'kat karşılığı
inşaatçılık' denilen bir iş alanını ortaya çıkarmıştır. 1965 yılında Kat
Mülkiyeti Yasasının çıkmasıyla 'kat karşılığı inşaatçılık' patlama noktasına
gelmiştir. Ancak bu inşaatlara talepte bulunan kişilerin çoğunluğu yine
varoştaki insanlar olduğu için inşaat kaliteleri varoşlardaki seviyeyi
geçememiştir. O yıllarda, kent içersinde yaşayanların da apartmana taşındıkları
için sınıf atladıklarını düşünmeleri ve iyi konutun kendilerine sunulanlardan
ibaret olduğunu sanmaları, kentteki inşaatların kalitelerinin düşük olmasını
sağlamıştır.
Dolayısıyla
o dönemde genel olarak yaşanılacak değil baş sokulacak konut talebi oluşmuştur.
Bu taleplere göre inşaat yapan müteahhitler ise genel olarak mimarı-mühendisi
uygulama sürecinin dışında tutabilmişlerdir. 2000 yılına kadar devam eden bu süreçte,
kendiliğinden ortaya çıkan anonim bir mimari tarz oluşmuştur.
Bugün bu
tarza cesaretle 'varoş mimarisi' adını koyabilmeliyiz.
1980'li
yıllarda Ülkede özelleştirmenin başlaması yerli kapitalistlerin kapitalleri ile
birlikte oluştuklarının göstergesidir. 1990 lı yılların sonlarından itibaren
ise küreselleşme etkisini göstermiş, yerli ve yabancı sermaye birbirine
karışmıştır.
2000'li
yıllarda İstanbul'a sanayi değil hizmet sektörü yakıştırılmıştır. Dolayısıyla
artık varoşlardaki insanlara ihtiyaç kalmamaktadır. Ayrıca varoş semtleri geçen
süre içersinde gelişen ve büyüyen kentin merkezi yerlerinde kaldığından değerli
bir hale de gelmişlerdir. Bu sebeplerden dolayı, varoşta yaşayan insanları bir
şekilde İstanbul dışına çıkarıp evlerinin bulunduğu bölgede daha üst düzey
ekonomik durumdaki insanların yerleşimini sağlamak düşünülmüştür. Bu
operasyonun adına da 'kentsel dönüşüm' denmiştir.
Yeni bin
yılda artık insanlar yaşanılacak ev talep etmeyi öğrenmiş, buna göre gelişen
inşaat malzemesi sektörü de iyi malzemeler üretmeye başlamışlardır. Binalar
sıvasız boyasız cepheli, kiremitsiz çatılı, ortak alanlarına her çeşit
malzemenin tıkıştırıldığı yapılar olarak görünmekten uzaklaşmaya
başlamışlardır.
Buraya kadar
yapılan bilgilendirmeden sonra şunu açıklamak isterim ki 'mimari
tarz', o ülkenin ilgili dönemindeki ekonomik ve sosyal politikalarının
sonucunda oluşur. Ülkemizin 1950-2000 yılları arasındaki 50 yılına ait 'mimari tarz' da bu şekilde ortaya çıkmış olan 'varoş mimari
tarzı'dır.
Şimdi
mimarlık camiasına bir tartışma konusu sunmak istiyorum.
Ülkemiz
tarihinin önemli bir 50 yılına imza atmış olan ve o dönemi yansıtan varoş
semtlerinden hiç değilse bir iki tanesini korumaya almak gerekmez mi? Bu
şekilde en azından gelecek yıllardaki yetkililerin bu olumsuz örneklerden ders
almaları sağlanmış olmaz mı?
Yukarıda
açıklandığı gibi varoşlar gecekondu semtlerinin bir sonraki safhası olarak
ortaya çıkmışlardır. Bilim insanlarının çoğunluğu tarafından ideal yerleşim
olarak gösterilen bahçeli, tek katlı gecekondulardan oluşan semtlerden günümüze
örnek kalamamıştır. Bu durum kent hafızamız için bir eksikliktir.
Korunacak
olan varoş binaları kolaylıkla deprem ve afete karşı güvenli hale
getirilebilinirler. Bu suretle hiç değilse varoşlarla ilgili olarak kent
hafızasında oluşacak eksiklik önlenmiş olabilir.
Aslında bu
konuyu ortaya koyarken, itiraf etmeliyim ki kendim de kararsız ve tedirgin bir
durumdayım. Doğrusu tartışmanın ne tarafında olduğuma da karar veremiyorum.
Ancak bu konunun camiamızda tartışılması gerektiğine de kesinlikle inanıyorum.
Konuya birde
bu taraftan bakmakta yarar vardır sanırım.
ARİF ATILGAN Eylül 2011 Arkitera
ARİF ATILGAN Eylül 2011 Arkitera
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder