Anı-Öykü
YALOVA’DAN
ANIMSAMALAR
Yalova’da markete uğradık
eşimle. Sonra da fırına… Eşim ekmek almak için fırına girdiğinde etrafı
seyrediyordum. Apartmanlar, caddeler, arabalar, dükkânlar ve tabii insanlar.
Bir an eskilere gittim. Oraların bereketli ova olduğu yıllara… Anlatayım…
1950’ler ve aynı sayılan
1960’lar… Hacımehmet Ovas’ıdır burası. Eski adıyla Sazlık mevkii. Bulunduğum civarda
bir derihane vardı. Mezbaha da derlerdi ama esas orada deriler tabaklanırdı.
Çevre pis kokar, o kokudan huylanan hayvanlar oradan geçmek istemezlerdi. At,
eşek, sığır, koyun… Hiçbiri… İnce toprak bir yol vardı. Ancak at arabası veya
öküz arabası geçebilirdi. Ama Derihanenin haricinde bütün ova bir cennet
sayılırdı. Orası da ekinlerin arasında kaybolurdu zaten.
Mısır, fasulye, patlıcan… Aklınıza
gelebilecek her şey yetişirdi bu ovada. Yalova’nın top sahasından başlar, Hacımehmet
Köyü’nün mezarlık altına kadar uzanırdı. Köy tarafından girerseniz ekinlerin
arasında kaybolarak top sahasına kadar yürüyebilirdiniz. Veya tersi… Bir gün
ekinlerin arasından karşımıza tüfekli bir avcı çıkmıştı da biz de o da
korkmuştu.
Ovanın ortasından Safran
Deresi akardı. Biz o yıllarda Kocadere derdik. Derenin bir tarafı Kamberbaba’nın
alt hizası, diğer tarafı Karatepe’nin alt hizasıydı. Bereket saçılan
topraklardı. Akşam karanlığı alaca olunca aradaki patika yollarda tarlalardan
dönenler görülürdü. At veya eşeğin semerinin iki yanına genellikle kobak denilen
mısırlar yüklenirdi. Eve gelince içinden mısır koçanları ayıklanarak alınır
geri kalan yeşilliği hayvanlara verilirdi. Ova, fazla su istemeyen kavun,
karpuz, buğday, tütün gibi ekinler için harcanmazdı. O tip bitkiler tepelik
bölgelerde de yetişirdi çünkü.
Akrabalarımızın evi Hacımehmet
Köyü’ndeydi ama 1957’de Kamberbaba’ya da bir ev yapılmıştı. Oraya küçük amcam
ve ailesi yerleşmişti. Merkezdeki Fatih Caddesi’nden sonra hiçbir yerleşim
yoktu ve iskele dâhil her yerden sadece amcamın tek katlı evi görünürdü. Bugün
apartmanların arasında kaybolmuştur bu ev. Elektrik, su yoktu. Bir aralık
bahçeye bir musluk bağlanmıştı. Elektrik uzun yıllar Yalova merkezinin dışında da
yoktu zaten.
Kamberbaba’daki evin alt
tarafında su benti vardı. Sonradan yapılan bir kanalla Hacımehmet Köyü’nden
gelen Safran Deresi’nden bir kol ayırmışlardı. Mezarlık arkasından gelen bu kol
ovanın üst tarafından akardı. Kamberbaba’daki su değirmeni için yapılmıştı. Ama
ova tarafındaki yüksekte kalan tarlalara da buradan su verilirdi. 2-3 MT
genişliğinde bir suyolu idi. Amcamın evi değirmenin yukarısındaydı.
Yani Kamberbaba’da şimdiki
Armagaz önünden başlayan yol Hacımehmet Köyü mezarlık altına kadar giderdi. Alt
kottan o yola paralel suni yapılmış suyolu akardı. Yine paralel olarak ovada
tarlaların arasında bir patika yol bulunurdu. O yoldan sonra şimdiki Karatepe
üzerinden Yalova’yı Hacımehmet ve Safran Köy’e bağlayan, bugün de olan ama o
günkü haliyle toprak olan yol vardı. Bu yollar geçtiğimiz yıllara kadar köy
yolu ölçüsünde ve görünümündeydi.
Bir de Köydeki Gran Tepesi’nden
başlayıp Sırt Tepe’den devam eden yol vardı. Bu yol şimdiki Kazım Karabekir ve
Özden Mahallelerinin arasındaki sınırdır. Tepeden Kamberbaba’ya inilirdi. Yolda
yer yer koruluklar vardı. Gerek alt yoldan gerek bu yoldan
Hacımehmet-Kamberbaba arasını yürürdük hep. Karanlık zamanda isek bin bir çeşit
hayalet hikâyesi anlatarak ve de hayal ederek. Hem korkar hem giderdik nedense.
Kamberbaba’daki amcamın evinin
çevresi boştu. Biraz aşağıdaki su değirmeniyle arada biraz önce bahsettiğim
bent vardı. Evin yakınında sığırlar için ahır, biraz daha uzakta da koyunlar
için mandra bulunurdu. Tavuklar ahırın içindeki tüneklerde yatarlar, folluğa yumurtlarlardı.
Tabii bazen yol kenarlarını sınırlayan böğürtlen çalılarının dibine de
kendiliğinden folluk yapıp yumurtlayanlar hatta o yumurtaları biriktirip kendi
kendine kuluçkaya yatıp civcivleriyle ortaya çıkıverenleri de olurdu. Tabii
elektrik bile olmayan bu dağ başında kalmak için köpekler vardı. Kışın kurtlar
gelirdi. Evin çevresinde genellikle bostan ekilirdi. Henüz su bağlanmamıştı. Paşa
Köyden alınan iyi su küpe konurdu. Ben küpe maşrapa daldırıp su içmeyi
sevmezdim. Bostandan kopardığım karpuzu ağaç dibine vurup kırar onu yerdim.
Susuzluğumu çok iyi giderirdi. Evin karşı tepesinde iki meşe ağacı vardı.
Koyunları öğlen sıcağında o ağaçların gölgesinde dinlendirirdik. Kuzenlerim kışın
Yalova’daki okullarına gidebilmek için çizme giymek zorundaydılar. Zira evden
Fatih Caddesi’ne kadar çamursuz yol olmazdı.
Koyunlar demişken. Sabah
sütleri sağılarak çayıra çıkarılır. Akşam sütleri sağılarak ağıla sokulurlardı.
Tabii kuzuları olanlar bırakılırdı. İnekler de gündüz çayırda otlarlar, akşam
sağılarak ahırlarına sokulurlardı. Buzağısı olanlar kesinlikle yavrularına süt
saklarlardı. En önemli ulaşım aracı at, eşek, at arabası ve öküz arabası idi.
Evin deniz tarafına doğru
aşağısındaki su değirmeni artık çalışmıyordu. Biz çocuklar havuzunun içinde su
perisi olduğuna inanır ve karanlıkta yakınına gitmeye korkardık.
2 yengem Kirazlı Köy’dendi.
Bazen giderdik o köye. Tabii yürüyerek. Hacımehmet köyünden çıkar, Karatepe’den
Bursa Yoluna iner ve oradan karşı taraftaki Kirazlı Köy’e giderdik. Yemyeşil
ağaçlıklı bir köydü. Çok severdim orayı.
Köydeki eve gelirsek… Konuşmalardan
anladığım kadarıyla 1940’ların sonu veya 1950’lerin başında yapılmış. Hacımehmet
Köyü’ndeki ev yaklaşık 2 dönüm arazinin içindeydi. Önceleri 3 amcam ve aileleri
ile babaannem otururdu burada. Dedem ben doğduğum yıl ölmüş. O yüzden bana Onun
adını vermişler.
Evin tepe tarafındaki Gran
denilen yerde mandıra bulunurdu. Sonradan öğrendim ‘gran’ (veya ‘gıran’) tepedeki
düz yer demekmiş. Koyunlar orada, sığırlar ve tavuklar köydeki evin ahırında
yatarlardı. Bahçenin sınırlarında dut, erik, incir, nar vs çeşit çeşit ağaç
vardı. Köpekler Gıran’daki mandırada olurlardı.
Bu evde tüm sülale (babaannem,
3 amcam ve aileleri) hep birlikte yaşarken Mezarlık altındaki tarlaya tütün
veya buğday ekilirdi. Köyün dağ tarafında, Karaçalı mevkiindeki tarlaya buğday
ekilirdi. Mezarlık Altı’nın karşısında ise köyün merası bulunurdu. Meranın üst
kısmında bizim mandıra, mandıranın üst tarafında ise karpuz-kavun ekilen tarla.
Karatepe’ye tütün ekilirdi.
Bazen de buğday. Aklımda kaldığı kadarıyla Kamberbaba, Hacımehmet Ovası (Sazlık
Mevkii), Mezarlık Altı, Mera, Gran, Karaçalı, Karatepe bizimkilerin ekip
biçtiği tarlaların bulunduğu yerlerdi.
Yazıda Kamberbaba’daki evi
önce anlattım ama ilk yapılan ve yerleşilen ev Köydeki evdir. Kamberbaba’ya
oradaki araziyi korumak için ev yapılmıştı. Küçük amcam gönüllü oraya yerleşmişti.
Hep birlikte köydeki 2 katlı
evde kalındığı günlerden de bahsedeyim. Yani küçük amcamın Kamberbaba’ya
taşınmadan önceki 1950’li yıllara… O yıllar köylünün yoksunluk yıllarıydı.
Elektrik, su yoktu. Benim dikkatimi çeken hiç kimsede saat te yoktu. Güneş
doğunca uyanılır, hava kararınca yatılırdı. Tam bizim evin önüne bir tulumba
koymuşlardı da oradan su çekilirdi. Aşağıdaki dereden güğümlere doldurulan su
evdeki küpe aktarılır ve o su içilirdi. Ben çok zorda kalmadan o suyu içmezdim.
Meyvelerle susuzluğumu gidermeye çalışırdım. Bazen Paşa Köyden iyi su getirilirdi.
O suyu içerdim. Hastalanan hayvanlar için sadece Paşaköy’de baytar vardı.
Büyükbaş hayvanlar köydeki
evin bahçesine bağlanırdı. Sayıları 200 civarı olan koyunlar ise Gıran’daki
mandıraya. Bütün sürüden bir sığırın verdiği kadar süt sağılırdı. Ama koyun
sütü sığır sütünden daha kıymetlidir. Gerek mandıradaki koyunlardan sağılan
gerekse evdeki sığırlardan sağılan süt güğümlere doldurularak Yalova’daki
süthaneye götürülürdü. Tabii bu işi de atıyla küçük amcam yapardı.
Köyde sabah kahvaltısında
tencerede yapılan çay içilirdi. Yanında ekmek peynir zeytin. Ne bulunabilirse.
Öğlen herkes işinin başındadır. Kimi tarlada kimi hayvan otlatmada vs. O
bakımdan sabah evden çıkarken içinde azık denilen ekmek ve yanında domates,
biber vs gibi katık bulunan çıkın ile gidilir. Öğleyin o yenirdi. Akşam ise
evde ne varsa o pişirilir yenirdi. Akşam yemeği çeşitlerinden fasulye çorbası
meşhurdur. O kadar çok insanı başka türlü doyurmak mümkün değildir. Seyrek te
olsa hiçbir şey yoksa yağlı su çorbası da olabilirdi. En sevdiğim ise ocakta
döndürme yapılmasıydı. Yemek seçtiğim için Yengem benim hatırıma yapardı. Yufka
gibi açılmış hamurun alt-üst edilip kızartılmasıydı. İnanamıyorum şimdi
restoranlardaki sayısız çeşidi olan köy kahvaltılarına… Tüm ülke gibi köylüler
de yoksuldu o yıllar.
Ayaklarda çarık olurdu.
Sanırım sığır derisinden yapılırdı. Onun daha lüksü markasıyla anılan
Cızlavedlerdi. O da kara lastikten yapılmış bağsız ayakkabıydı. Ama bunları da
bulamayıp yalınayak gezenler de olurdu. Çok kötümser olmayalım. Ender de olsa
bazen tavuk, koyun kesilir, evin önündeki köy fırınında pişirilir ve ziyafet
çekilirdi. Köy fırını her evin bahçesinde bulunan 2 metrekare tabanlı dairenin
üzerindeki yarım küre şeklinde bir yapıdır. Daha çok ekmek yapılmasında kullanılırdı.
Ben kara ekmek dedikleri köy ekmeğini pek sevmezdim. Ama sıcak iken özellikle
kabuklarına bayılırdım. Bir de babamın her geldiğinde yaptığı yoğurt tatlısına…
Tarlada orakla biçilen
buğdaylar saplarıyla balya yapılır harman yerinde taneleri ayrılırdı. Köyün
harman yeri yanlış anımsamıyorsam Mezarlık altındaki meranın ucundaydı. Ben
daha sonraki tarihlerde Kamberbaba’daki Emir Bayırı’nın arkasında bir yeri de
anımsıyorum. Harman Yerini çocuklar çok severdi. Ben de. Burada köy halkı hep
birlikte imece usulü çalışırdı. Buğdaylar saplarıyla serilir, üzerinde dü(ö)ven
denilen aletle dolaşılırdı. 1-2 metrekarelik Düven, altında sivri çakıl taşları
olan tahtalardan yapılan bir aletti. Öküz veya atla çekilirken üzerine
genellikle çocuklardan biri otururdu. Büyükler ağır geliyordu sanırım. Düven,
altındaki çakıl taşlarıyla buğdayı saplarından ve başaklarından ayırırdı.
Sonraki safhada kürekle veya diğrenle yerdeki buğday, başak ve sapları havaya
fırlatılır. Buğdaylar yere düşer diğerleri etrafa uçardı. Tabii bu işlem için rüzgâr
olması gerekirdi. Yoksa ertesi gün rüzgâra bakılıp gelinirdi. Bu arada
buğdayları hayvanların yememesi için nöbet tutulurdu. Harman sonrası sap ve
saman hayvanlar için, çuvallara doldurulan buğday taneleri ise insanlar için
Harman Yerinden kaldırılırdı.
Eve getirilen sap saman ahıra
konurdu. Buğdaylar ise evin alt katındaki bir odaya… Biz çocuklar geceleri bir
odada oturup çeşitli oyunlar oynardık. Elektrik su olmadığı için oda karanlıktır.
Sadece gaz lambası yanıyor. Ama o da ancak çevresine ışık veriyor. İşte böyle
bir gecede kardeşim ayaktayken aniden ortadan yok oldu. Gaz lambasıyla odanın
etrafını aydınlatıp ararken gördük ki ocağın (şöminenin) önündeki tabanda 2
tahta yok ve orası aralık. Hemen alt odaya indik. Oraya buğdaylar depolanmıştı.
Kardeşim oynarken o aralıktan aşağı düşmüş ama buğdaylar olduğu için onların
üzerine gelmiş. Çok korkmuştu. Babaannemin ‘Çocuğa dumbuldak (takla) attırın’ demelerini
unutamam.
Her odada bugünün şöminesiyle eşdeğer ocak vardı. Isınma-pişirme için
kullanılırdı. Bir de gömme dolap şeklinde yerleştirilmiş banyo. Ama su yoktu.
Su olacağına göre hazırlanmış herhalde.
Tütün toplamak için
erkenden gitmek gerekirdi. Yapraklar çuvallara konur, evde günlerce oturup
tütün dizilirdi. Kadınların tütün dizerken ki muhabbetleri çok hoş olurdu.
Çamaşır derede yıkanırdı. Köyün kadınları ateş yakıp kazanda su kaynatırlardı. Çamaşırlar külle paklanır, derede taşlanarak yıkanırdı.
Yalova’dan köylere vasıta
yoktu. Atla, eşekle veya at arabası, öküz arabasıyla gidilir gelinirdi. Veya
yürünürdü. Köy ile Yalova merkez arası mesafe 5 Km’dir. Biz İstanbul’dan
geldiğimizde babam Yalova’dan bir taksi tutardı. Hatta döneceğimiz gün için de
saat verir, o saatte taksi köy meydanına gelirdi. Köydeki çocuklar pek araba
görmedikleri için taksinin çevresinde dolaşıp incelerlerdi.
Ülkenin her yanında yokluk
vardı aslında. Biz İstanbul’da oturduğumuzdan güya köye göre varlık içindeydik.
Aslında bizler de yokluk içindeydik. Ama yokluk içinde eşitlik vardı. Ne yalan
söyleyeyim bu da insanın içini rahatlatıyordu. Hatta ısıtıyordu.
Yalova merkeze bakalım biraz
da… İskele şimdiki heykelli meydanın hizasındaydı. Deniz henüz doldurulmamıştı.
İskele denize doğru uzanırdı. Moda İskelesine benzerdi.
Şimdiki Kent Müzesi’nin
şimdiki belediye tarafından Bursa’ya otobüsler kalkardı. Kâhyaların ‘Bursa’yaa…
Bursa’yaa…’ diye bağırarak yolcu kapmaları unutulmaz. Termal istikametindeki Çınarlı
Yol çalışırdı o yıllarda. Atatürk bu yolun iki yanına, Yalova’daki Yürüyen Köşk’ten
Termal’deki Gazi Köşkü’ne kadar çınar ağaçları diktirmişti. Buraya iki yanı
ağaçlı yol anlamında Hıyaban denirmiş. Meydanın Termal tarafında Paşaköy
suyunun üzeri kapalı çeşmesi bulunurdu.
Denizden sonra iki cadde
vardı. İstanbul Caddesi en önemli cadde idi. Buradaki bir kasaptan bahsedeyim.
Babamla Yalova’ya geldiğimizde mutlaka uğrardık. Selanik, Drama, Demirciören
Köyünden tanıdıkmış. Onunla oturup uzun uzun oradaki günlerini konuşurlardı.
Atatürk’le ilgili olduğu için aklımda kalanı yazayım.
Atatürk Yalova’yı adeta
Türkiye Cumhuriyeti’nin yazlık başkenti gibi kullanıyormuş. Yani Yalova çokça
zaman geçirdiği bir bölgeymiş. Bir gün bu dükkâna uğramış. Sanırım o kişinin
babası varmış o yıllar dükkânda. Selanik’ten tanışıyorlar ya… Gazi espri yaparak
hatır sormuş memleketlisine. ‘Arayıp sormuyorsun?’ diyerek. Kasap demiş ki ‘Sen
şimdi kâinatın bildiği Mustafa Kemal Atatürk’sün. Bense bir garip kasap. Senin
zamanını nasıl alabilirim?’.
Atatürk Yalova’yı Yalova
Atatürk’ü çok severdi. Belki de o yıllarda burada hemşerileri çok olduğu
içindi. Çünkü: Yalova ahalisi çoğunluk olarak mübadillerdi.
Atamızın Yürüyen Köşk’ünü
başka bir yazıda anlatırım.
İskele Meydanı’nın Termal
tarafında Fatih Caddesi vardı. Bu cadde ve etrafı daha çok ABD’lilerin yaşadığı
bölgeydi. Onlar Karamürsel’deki NATO üssünde çalışırlardı. Hepsi müstakil
evlerde otururdu. Bahçelerindeki kontra pedal bisikletleri ortalıkta dururdu.
Biraz daha kara tarafında Top Sahası bulunurdu. Çevresi uzun tomruklarla çevrili
bir sahaydı burası. Her Pazar Yalova Sporun maçları olur ve mutlaka kavga
çıkardı. Biz yukarıdaki amcamın evinden seyrederdik. Top Sahası boşken ABD’liler
uzun ipe bağlı küçük model uçak uçururlardı. Veya köpeklerini gezdirirlerdi.
Deniz henüz doldurulmamıştı. Safran
Deresi PTT’nin hemen yanından denize kavuşurdu.
Top sahası ve geniş çevresini
amcam mera olarak kiralamıştı. Koyunlar orada otluyorlardı. Kuzenim koyunları
otlatırken bir Amerikalı devamlı köpeğini getirip koyunları ürkütmekten keyif
alıyormuş. Bir gün kuzenim Sadettin köpekle inmiş çayıra. Çoban köpeği tabii.
Amerikalı yine gelip bizim köpeği görmeden kendi köpeğiyle koyunları ürküterek
eğlenmeye başlamış. Kuzenim bizim köpeğe ‘tut’ demiş sadece. ABD’li bir daha
oralara köpek gezdirmeye gelmemiş.
Büyüdüğüm yıllarda babam beni
amcamlara gönderirdi. Karpuz, mısır, yumurta vs alırdım. Çuvala doldurulan
malzemeyi Yeldeğirmeni’ndeki eve tek başıma yüklenir gelirdim. Kartal’da
vapurdan trene ve trenden inince de eve kadar… Vapura amcam atla getirirdi. Akşamüstü
amcamlardan çıkarken bazen karnım tok deyip yemek yemezdim. Bütün iştahımı
iskeledeki köfte-ekmekçiye veya gemiye bağlı olan balık-ekmekçiye
saklardım.
Yaz mevsimlerinde ailecek köye
giderdik. Annem, babaannemle birlikte Termalde kiralanan bir eve yerleşirdi.
1-2 hafta orada kaplıca suyu banyosu yaparlardı. Bu suretle 1 yıl ağrı-sızı
olmazmış. Bizler de arada ziyarete giderdik. Hacımehmet Köyü’nden Termal’e
gitmek için komşu köy olan Kadıköy’den Termal minibüslerinin geçtiği yola
yürünürdü. Oradan vasıtaya binilirdi.
İlk ata bindiğim, sığır, koyun
güttüğüm yerlerdi buraları. Büyüklerim köydeki ilk evin bizim ahır olarak
bildiğimiz kerpiç bina olduğunu söylerlerdi. Aile kalabalıklaşınca 2 katlı ev
yapılmış.
Yalova baba toprağımdır. Yaz
mevsimlerinde gelirdik. Biz çocuklar yazları 1-2 hafta kalırdık. Amcamın
çocuklarıyla enine konan yatağa sıra sıra yatardık. Ayaklarımız yatak dışına
taşarak. Sığır-koyun güderdik. Ağaç tepelerindeydik hep. 2 kere incir ağacından
düşmüştüm. İlginç ağaçtır o. Dalın ucundaki inciri koparmaya çalışırken birden
yumuşak dal kayıverir ayağının altından. Yerde bir süre nefes alamazsınız.
Kimseye tavsiye etmem.
Bu arada Yalovalı bahçecilik
öğreniyordu.
1950’li ve 1960’li yılların
sonuna geldik bence. Anlatma sırası biraz ters oldu. Köydeki evden başlayıp
sonra Kamberbaba’daki eve geçmeliydim. Ama yazının başında aklıma gelenlerin
sırasına uydum.
Yazılanlardan öncesi 1924
Mübadelesiyle başlıyor. Tabii ki fark vardır ama fazla da olduğunu sanmıyorum.
1970’lere gelirsek…
Bizler büyüdük. Eskisi gibi
yaz mevsiminde kalmıyoruz Yalova’da. Ama gidip gelmelerle çevreyi takip
ediyorum.
Mimar olduktan sonra babam,
tanış olduğu Belediye Başkanı Fikri beye göndermişti beni. Belediye binası
meydanda İş Bankasının karşısındaki boşlukta 2 katlı ahşap bir binaydı.
Gittiğimde Fikri Bey kapı önünde oturuyordu. Kendisine kendimi tanıttım. Hemen
içeri girip üst kata çıktık. Bir tek tekniker çalışıyordu. Ona beni tanıttı ve
yakında orada görev alacağımı söyledi. Hissettiğim kadarıyla tekniker
arkadaşımız pek mutlu olmadı. Nitekim görev alamadım.
Öncelikle Yalova’nın ve Yalovalı’nın
para yüzü gördüğü yıllardır diyebilirim. Tütüncülük bırakılmıştı. En bereketli
toprakların bulunduğu Hacımehmet Ovası başta elma olmak üzere meyve
bahçeleriyle dolmuştu. Diğer taraflar da öyleydi. Yalova Elması marka olmuştu.
Tarım-hayvancılık gelişmişti. Elmadan başka Yalova’nın ince kuyruklu Kıvırcık
koyunu da ün kazanmıştı.
Elektrik köylere kadar
ulaşıyordu. Köydekiler derede çamaşır yıkandığını çoktan unutmuşlardı.
1969 yılında AKSA Fabrikası
kurulmuş Yalovalı orada da çalışmaya başlamıştı. Köylerden bile servisle
fabrikaya çalışmaya gidenler oluyordu.
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı
sonrası başbakan Bülent Ecevit Amerikan üslerinin kapatılmasını istemişti.
Karamürsel’deki üs kapatılmış ve ABD’liler ülkelerine dönmüştü. Dolayısıyla
Yalova’daki ABD’lilerin terk ettiği evlere yerli insanlar yerleşiyordu. Hem
buradaki evlerin hem de Karamürsel’deki tesislerin yerlileşmesi dışarıdan belli
oluyordu. Örneğin: Karamürsel Tesislerinin önündeki çimler hızla kurumuştu.
İstanbul’da Yalova çiçekleri
de ün kazanmaya başlıyordu.
Hacımehmet Köyü’ndeki
akrabalar başta AKSA olmak üzere çevredeki fabrikalarda çalışmaya
başlamışlardı. Köydeki tarım-hayvancılık serüvenini azaltmışlardı.
Kamberbaba’daki küçük amcam
ise işlerini geliştiriyordu. Evin çevresindeki araziyi elma bahçesi yapmıştı. Yüksekte
kalan alana dereden su çıkaramadığı için derin kuyu açtırmıştı. Bahçeyi bu
şekilde suluyordu. Diğer yandan sığırlar da koyunlar da çoğalmıştı. Sütleri
artık pastaneye satıyordu. Ayrıca Kurban Bayramında özel olarak yetiştirdiği
koçları kurbanlık olarak pazarlıyordu. Yalova top sahasını hala mera olarak
kullanıyordu.
Çok belli olmasa da Yalova göç
almaya başlıyordu. Karamürsel tarafında
yazlık siteler görülüyor. Nüfus birden iki misline çıkarak 40000’leri aşıyor. Bana
göre en güzel yıllarıydı Yalova’nın. İnsanlar varlık görmeye başlamıştı.
1980’ler…
Yalova göç almaya devam
ediyordu. Doğal olarak inşaatçılık ta almış başını gidiyordu. En kolay inşaat
alanı ise Hacımehmet Ovası’ydı. O bereketli topraklara imar geliyordu.
Amcamlara her geldiğimde çevrede inşaat faaliyetlerine rastlıyordum. Doğal
olarak onlar da arazilerinin imarlı olmasını arzu ediyorlardı. Giderek
Yalovalının aklında tarla, ürün, çiçek, hayvan, süt, et gibi kavramlar yok
oluyordu. Muhabbetlerinde tarlalara imar gelmesiyle arsaya dönüşmesi konuları
ağırlık kazanıyor, gözlerinde bir anda zengin olunmasının parlaklığı
hissediliyordu.
Yazlık siteler çoğalıyordu.
Yalova’yı modernleşiyordu.
Bizimkiler arazilerin paylaşılmasına karar vermişti. Babam arada bir
Yalova’ya gidiyordu. Konuştular, tartıştılar, anlaştılar, paylaştılar.
Top sahasına stat yapılmaya başlanıyordu.
1990’lar…
Yalova Stadı yapılıyor ve
birkaç yıl eklemelerle biraz daha büyütülüyordu.
1995 yılında zamanın başbakanı
Tansu Çiller tarafından Yalova il yapılıyordu. Ardından üniversite vs açılıyor.
İnşaatçılık adeta patlama
yapıyor. Özellikle Hacımehmet Ovasında ve çevresinde yapılan binalar insanı
endişelendiriyor. Zira buradaki zeminin bataklık, tepelik yerlerinin de kaygan
olduğu bilinmektedir. Ayrıca yapılan binaların çoğunun olması gerekenden daha
çok katlı yapıldığı da gözlemlenmektedir.
1997’de hazırlanıp ekleriyle
1998 yılında Deprem Yönetmeliği yayınlanıyor. O zamana kadar 2. Derece Deprem
Bölgesi olan Marmara Bölgesi 1. Derece Deprem Bölgesi ilan ediliyor. Ama
Bölgede çok sayıda bina yapılmıştır bile. İnsanlar sadece inşaat konuşmaktadır.
Doğrusu bu da antipati yaratmaktadır.
Nitekim 1999 yılında
gerçekleşen Marmara Depremi kentin felaketi olmuştur. Yeni Deprem
yönetmeliğiyle henüz bina yapılamamıştır bile. Başta Ova olmak üzere kaygan
tepelikler yıkıntılarla dolmuştur. Karamürsel tarafındaki yazlık sitelerin
durumu da fecaattir. Binlerce bina yıkılmış, hasarlanmış ve binlerce insan
canından olmuştur. Yıkılan binaları tartışıp o felaketi tekrar yaşatmak
istemiyorum.
2000’ler…
2001 yılında Yapı Denetim
Yasası ve Deprem yönetmeliği uygulanmaya başladı.
Yalova deprem acısını ve
korkusunu üzerinden atmaya çalışmaktadır. Yıkılan ve hasarlanan binalar ortadan
kaldırılarak ortalık temizlenmeye başlanmıştır. Hasarlı ama yıkılmayan binalara
kimse girmek istememektedir.
Yalova’ya Mimarlar Odası
İstanbul Şubesi’yle gelmiştik. Afet Komitesi Başkanıydım. Çay bahçesinde panel
yapmıştık. Sohbet ettiğim bir kişinin şu sözlerini unutamam. ‘Burada üniversiteler
çoğalsın. Hasarlı binaları öğrencilere kiralarız.’
2010’lar…
Depremin en çok hissedildiği
Hacımehmet Ovası, Adnan Menderes Mahallesi olmuştur. Kamberbaba, Kazım
Karabekir Mahallesinin içindedir. Karatepe de Bağlarbaşı Mahallesinin içindedir
artık.
Deprem unutulmuştur. Hasarlı
binalar sıvanıp onarılmış, insanlar tekrar oturmaya başlamıştır. Yeni binalar
da yapılmaktadır. Ama deprem öncesi binalar belli olmaktadır. Zira neredeyse
hepsinde kaçak kat vardır. Bu sorun nasıl çözülecek bilemem.
Yalova tarım-hayvancılığı
unutmuştur. Bereketli toprakların olduğu Hacımehmet Ovası inşaatlarla
dolmaktadır. Deprem öncesinden tek fark 3 katla sınırlı olmasıdır.
Hem kendim hem de iki kardeşim
için evler yaptım burada. Onlar yazları geliyor. Ben yaz-kış biraz Yalova’da
biraz İstanbul’da kalıyorum.
2020’ler…
Hacımehmet Ovası’ndaki imarlı
alan Köy mezarlığının altına kadar uzatılmış.
Yalova’da artık inşaat konuşulmaktadır. Yeni hastane, okullar vs
yapıldı. Bugün yeşil görünen çevre yakında inşaatla dolacak.
Paşaköy’ün eklendiği Safranköy,
Hacımehmet Köy, Kurt Köy köylüğünü korumaktadır. Birçok alan inşaata açılmıştır
ama Yalova’da hala yeşillik vardır. Hatta yeşil oldukça ağırlıklıdır. Ayrıca
kıyılarında çay bahçeleri vardır. İstanbul’da artık olmayan…
Eskiye göre en önemli
değişiklik insanların huyları. Örneğin: Köylüler bile bisiklete binmekte, engelliler
arabalarıyla gezmektedir. Sahildeki Atatürk’ün yaptırdığı ağaçlı yol (hıyaban) trafiğe
kapanmış, yayaların dolaşma alanı olmuştur.
Ulaşım minibüslerle
yapılmaktadır. Özellikle köylere gidiş-geliş oldukça kolaylaşmıştır. Köylerde
traktörden daha çok özel otomobil görünmektedir.
Kamberbaba’daki değirmenin yerinde Cemevi var şimdi.
Yalovalı’ya ayrı bir
yazı gerekir. Ama ketum duruşlarına aldanılmasın. Hepsi iyi insanlardır.
Bir konuya tek cümleyle
değineceğim. Başka birçok yerde olduğu gibi burada da idare edenlerin içinde
Yalovalı yok gibi.
Babamların geldiği
memleket olan Selanik ve Drama’ya gittim. Demirciören Köyü’ne çıkamadım. Tekrar
gider miyim bilemem. Bizim baba toprağımız Yalova’dır artık.
Dönelim yazının ilk
paragrafına... Eşim fırından ekmek alıp arabaya döndü. Onun inme-binme aralığındaki
sürede bunları düşündüğümü fark ettim.
ARİF ATILGAN KASIM 2022
https://atilganblog.blogspot.com/2024/06/yalovadan-animsamalar-yalovada-markete.html
https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan (KENT VE İNSANarifatilgan)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder