Kent Mektupları
ELEŞTİRİ VE ÖNERİ ÜZERİNE
Arif Atılgan
Mimarlar Odası İstanbul Şubesi seçimleri sürecinde ve sonrasında birçok şey
söylendi, yazıldı. Ben seçim günü yaşadığım küçük bir enstantaneden hareket ile
bir süredir çokça tartışılan ‘eleştiri ve öneri’ üzerine değerlendirme yapmak
istiyorum. Doğrusu uzun süredir bunun ihtiyacını da hissettiğimi ifade etmek
isterim.
27 Ocak 2008 Pazar günü Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’nde tüm meslektaşlarımız
oylarını kullanırken, İBB Başkanı olan meslektaşımız Sayın Kadir Topbaş da
oyunu kullanmış ve Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Başkanı Sayın Eyüp Muhçu
tarafından kahve ikramı için üst kata davet edilmişti. Yukarıdaki odada yapılan
küçük kahve sohbeti sırasında bende orada idim. Kadir Topbaş ve yanındakiler en
kibar şekilde konuk edilip ağırlanırlarken İstanbul’umuzun mesleğimizi
ilgilendiren konuları da konuşuluyordu.
Sulukule konu edildiğinde, belediye başkanı ‘hep eleştiriyor ve karşı
çıkıyorsunuz, öneri getirmiyorsunuz’ cümlesiyle Mimarlar Odası’na sitem
ediyordu.
Son bir yıldır Mimarlar Odası’na getirilen bu konudaki eleştirilere bir açıklık
kazandırılması gerekmektedir.
Mimarlar Odası sadece eleştiri mi yapmaktadır? Öneri yapmamakta mıdır? Yani
Mimarlar Odası kolaycı bir karşı çıkma politikasını mı tercih etmektedir?
Örneğin:
• Sulukule’de: Oradaki insanlar dışlanmadan, onlarla tartışarak ve ikna
edilerek onlar için proje hazırlanmalıdır,
• Haydarpaşa’da: Burası çalışan bir liman ve gar olması dolayısıyla
dünyanın önemli endüstriyel miraslarındandır, böylece kalmalıdır,
• Tarlabaşı’nda: Yenileyerek koruma değil, korunarak yenileme olmalıdır, bu
evleri yıkmadan bu haliyle restore etmek gerekir,
Demek aslında öneri getirmek değil midir?
Bu örnekler çoğaltılabilir ancak öneri ile proje hazırlamak karıştırılmamalıdır.
Bazı kişiler kentin bir parçasını değiştirmek, dönüştürmek veya yenilemek
isteyebilirler. Ama bazı kişiler de bu isteğin tersinin doğru olduğunu
savunabilirler. Aslında her iki düşüncede öneridir. Değiştirmek isteyenlerin, bu
değişim için bir proje hazırlatmaları gerekmektedir ki, bu çalışma için de
gerekli verilerin toplanması ihtiyacı doğmaktadır. Konu aslında oldukça
basittir, karmaşa çıkarmaya hiç gerek yoktur.
Mimarlar Odası’na, sürekli ‘öneri getirmiyorsunuz’ eleştirisini yapanların içinde
samimi olanlar kadar, olmayanlar da bulunmaktadır. Samimi olmayanların amacı
kurumu proje hazırlamaya zorlayarak, projeyi tartışır duruma getirmektir. Yani
bu şekilde, öneri kısmı kabul edilmiş, projeyi tartışmaya başlar hale gelinmiş
olunacaktır.
Örneğin: Kadıköy’de tarihi Kuşdili Çayırı’nın eski çayır ve koruluk haline
getirilerek kentin ortasında bir vaha yaratılmasını istemek önerisine karşın, o
alana inşa edilmek istenen alışveriş merkezinin projesini tartışmak apayrı
davranış biçimleridir. Projenin güzel mi, değil mi, fonksiyonel mi, değil mi
şeklindeki tartışmasına açık olunduğunda o alanın eski haline getirilmesinden
vazgeçildiği gerçeği ortaya çıkmaktadır. Zira artık yapılması düşünülen proje
tartışılmaktadır.
Mimarlar Odası bu noktada katı olmaktadır. Bu katılık bazı çevrelere sempatik
gelmeyebilir. Bu çokta doğaldır. Ancak konularla direkt ilgili olan ve yapılan
projelerden çok olumsuz etkilenecek olan halka ise sempatik gelmektedir. Amaç,
kamu ve toplum yararı olduğuna göre bu davranış biçiminin doğruluğu ortaya
çıkmaktadır.
Ayrıca bu projeler hazırlanırken sadece kâğıt üzerindeki verilerle yetinmenin
de yanlış olduğunu bilmek gerekmektedir. Proje hazırlanan bölgenin insanları
ile de konuşulmalı, tartışılmalı ve onların ikna edilmeleri sağlanmalıdır. Bu
anlamda örneğin: Kartal’a kentsel dönüşüm projesi hazırlayan Zaha Hadid bırakın
Kartallılarla konuşmayı, arabasından inip Kartal’ın toprağına ayağını basmış mıdır?
Ancak bütün bunlardan hiçbir zaman, eleştiri yapanların ifade ettiği şekilde,
öneride bulunulmamalı anlamı da çıkarılmamalıdır. Mimarlar Odası, olanakları
elverdiği oranda bu konuyu göz önüne almaya devam etmelidir.
Gerek kentimizde, gerekse ülkemizde deprem sonrası deprem bahane edilerek
kentsel dönüşüm ve kentsel yenileme projelerinin ortaya saçılması neredeyse
depremin bir kurgu olduğunu akıllara getirmektedir. Çünkü deprem bu projeleri
gerçekleştirmek isteyenlerin işine o derece yaramıştır ki. Ancak herkes şunu
bilmektedir ki gerek yaşadığımız, gerekse beklediğimiz depremler gerçektir.
Yaşadığımız deprem gerçeğinden hareketle beklediğimiz deprem için halkı
dışlamadan yapılması gerekenler bunlar değildir. Kentli olmadan kent olmaz
prensibini bir kenara atarak kenti ve kentliyi dönüştürmek istemek kente de
kentliye de açık bir ihanet değil midir?
İstanbul’umuzu ele alırsak, bilinen tarihi 2.700 yıl olan bu kenti, rantı
çok fazla düşüncesiyle alt üst ederek başkalarına satmak istemek en azından
burada yaşayan insanlara çok büyük haksızlık değil midir?
Kentteki insanların kendi zararlarına olan bu durum toplum mühendisleri
tarafından medyada yararlarınaymış gibi sunulmaktadır. İnsanlar başlarına
gelecekleri ancak her şey olup bittikten sonra anlayabilmektedir. İşte burada
konuyu bilen insanların ortaya çıkarak halkı aydınlatması gerekmektedir ki
Mimarlar Odası da bunu yapmaktadır. Aslında aydın olmanın gereği de halkı en
azından kendisiyle ilgili konularda bilgilendirmek ve aydınlatmaktır.
İstanbul binaları ve insanları ile bir bütündür. Bu
iki unsurun değiştirilmesinin doğuracağı sonuç, bir kent Frankenstein’ı
yaratmaktan başka bir şey değildir. Yıllar önce oynamış olan bu film
hatırlanacak olursa, Frankenstein’ın ilk önce kendisini yaratan doktorun katili
olduğunu düşünmekte yarar vardır.
Eleştiri ve öneri tartışmasının konuyu nerelere getirdiği görülmektedir. Demek
oluyor ki tartışma çokta satıhta değildir.
ARİF ATILGAN
MART 2008 Arkitera
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder