22 Eylül 2025 Pazartesi

 İskeleler

SARIYER İSKELESİ

Yazılarımda iskelenin bulunduğu mahalleyi ele aldığım için ilgimiz Sarıyer Mahallesinedir. Sarıyer Mahallesi 1.4 km2 alanda 11571 nüfuslu bir yerleşimdir. Ele alacağım bazı yapılar Sarıyer Mahallesinin dışında olabilir. Ben içinde hissettiğim için yazacağım.

  
Sarıyer İskelesi

Sarıyer mahallesini de içine alan Sarıyer ilçesi ise İstanbul Boğazı’nın Avrupa yakasında, Karadenize de kıyısı olan bir yerleşimdir. Nüfusu 337681, yüzölçümü 177 km2’dir. Güneyinde Beşiktaş ve Kağıthane, batısında Eyüpsultan ilçeleri, doğusunda İstanbul Boğazı, kuzeyinde Karadeniz vardır. 1930 yılında ilçe olmuş, İstanbul Belediyesi’ne bağlı şube müdürlüğü olarak çalışmıştır. 1984 yılında çıkarılan Yerel Yönetimler Kanunu ile belediye teşkilatı kurulmuş, İBB’ye bağlı ilçe belediyesi olmuştur. 38 mahallesi olup bunlardan biri Sarıyer Merkez Mahallesidir.

Sarıyer İlçesinin İçinde Sarıyer Mahallesi (Kırmızı İşaretli)

Sarıyer isminin öyküsüyle başlayalım. Maden Mahallesinin bulunduğu alanda sarı renkte bakır madeni çıkıyormuş. Bu bölge yamaçlık olduğu için de oraya ‘yar’ denirmiş. Dolayısıyla tüm çevre Sarıyar olarak anılır olmuş. Daha sonra Sarıyar kelimesi Sarıyer’e dönüştürülmüş.  

Buradaki yaşam Bizans’a kadar dayanır. Türkler ilk olarak Baltalimanı civarına yerleşmişler. 16. ve 17. Yüzyılda çevrede küçük balıkçı köyleri varmış. 18. Yüzyılda Osmanlı sarayından kişilerin yalıları oluşmuş. 19. Yüzyılda balıkçılıktan başka meslekler de görülür.  Büyükdere’nin kuzeyindeki buruna Mezar Burnu denirmiş. 1867-1894 yılları arasında Şirketi Hayriye’nin müdürü olan Hüseyin Haki bey buranın adını ‘mesire yeri’ anlamında Mesar Burnu olarak değiştirmiş. Eski adı Simos’muş. Derenin eski adı ise Sketrimos’muş. Buradaki kiraz ağaçları için ‘bir kirazdan yüz damla su çıkardı’ diye anlatılır. Sarıyer’in dağları bağlıkmış.

İskele…

1851 yılında eski kayıkhane iskelesine ekler yapılarak vapurların yanaşabileceği hale getirilmiş.

1890 yılında İskeleler Tamirat Memuru Kirkor Efendi ve Yani Kalfa ile eski iskele genişletilir ve yenilenir. Daha sonraki yıllarda üst katına gazino ilave edilir.

1948 yılından sonra Taksim’den Sarıyer’e otobüs seferlerinin başlaması vapurların yolcu sayısını azaltır.

2003 yılında bina betonarme olarak yenilenir.

İskelenin tüm alanı 569.10 m2, yolculara ayrılan kısım 464.90 m2, büro kısmı 52.80 m2, yanaşma yeri uzunluğu 13 metre, su derinliği 3.65 metre, denizden ortalama yüksekliği 1.15 metredir. Galata Köprüsü’ne uzaklığı 11.70 deniz mili olup Şirket vapurları bu mesafeyi 58 dakikada alırlar.

Sarıyer İskelesi Havadan Görünüş

Kilyos’a giderken Sarıyer Yusuf Ziya Öniş Stadı’nı keşfetmiştim. Çok şirin bir semt sahasıydı. Sarıyer 2. Ligdeyken bazı maçlarını seyretmeye giderdik arkadaşlarla... Yine şirin bir mekan olarak Boğaz kıyısındaki Sadberk Hanım müzesini anımsarım... Bir de Sarıyer’in tepesindeki Hünkar Suyu’ndan bahsetmeliyim. Arabayla bile çıkmak zordu. Ama nefis bir mesire yeriydi. Padişah 2. Mahmud bir av gezisinde suyu ve çevresini keşfetmiş. Bu sebepten Hünkar Suyu denmiş. Tüm alanı Silahtar Ali Ağa ile evlenen kızına düğün hediyesi olarak vermiş. Mülkiyet o ailenin torunları olan Hamamcıoğlu ailesindeymiş. Günümüzde burada düğünler yapılıyormuş diye okuyorum… 1970’li yıllarda İskele yanında Urcan Balık lokantası vardı. Arkadaşlarla rakı-balık efsanesinin tadına vardığımız mekanlardan biriydi burası...

                                                 İskele ve Urcan Balık Lokantası

Rumelikavağı’na doğru giderken Telli Baba isimli bir evliyanın türbesi vardır. Türbe, denizden yüksekte olan yolun deniz kıyısı tarafında 4-5 metre aşağıdadır. Evlenmek isteyenler mezarına gelin teli bırakarak dua ederler. Kişiliği ile ilgili çeşitli rivayetler anlatılır. Bu zat ile birlikte Beykoz’da Yuşa Efendi, Üsküdar’da Aziz Hüdai Efendi ve Beşiktaş’ta Yahya Efendi’nin Boğazın bekçileri oldukları söylenir. İkisi Anadolu ikisi Avrupa yakasındadır. Buradaki çeşitli gemi facialarını onların önledikleri rivayet edilir... Bir de merkezdeki Sarıyer Börekçisi’nden bahsetmeliyim. İlk olarak 1970’lerin başlarında gitmiştim. Daha sonraları da gitmişliğim vardır. Ancak.  Ben yine de börek denince çocukluğumda Yeldeğirmeni’ndeki İhsan Ağabeyin simitçi fırınındaki böreği unutamayanlardanım. Hele üzerine pudra şekeri de serpiştirildiğinde... Boğaz kıyısında olması dolayısıyla ilginç bulduğum bir tesisten de bahsedeyim. Kefeliköy mevkiinde Bosstay Meyve Suyu fabrikası. Katıksız meyve suyu idi. 1980’li yıllarda kapandığını öğrendiğim bu fabrikanın ürününün lezzetini daha sonraki hiçbir meyve suyunda tatmadığımı söylemek isterim…

Bosstay Şişesi ve Fabrikası

Biraz merkeze uzak ama 1970’lerdeki Belgrad Ormanlarının doğal güzeliğinden bahsetmeden olmaz. Artık değil bence. 1930-1988 arasında aktif olan Tekel Kibrit Fabrikası Bahçeköy’de Belgrad Ormanı yolunda idi. Biraz ilerisindeki Bilezikçi Çiftliği’ni herkes bilmez. Yolun kenarındadır ama gözükmez. Çiftlik alanı içerisindeki binaların inşasını B. Bilezikçiyan başlatmıştır. 1910 yılında çiftliği satın alan Abraham Paşa yeni yapılar inşa ettirmiştir. Tarihi filmler burada çekilirdi.

Bu yazdıklarımın hepsinin canlı şahidiyim. O yıllarda cep telefonu yoktu. Fotoğraf makinası da lüks sayılabilecek bir eşya idi. Yani şimdiki gibi her dakika fotoğraf çekilemiyordu. Kısa anlatımlarla akıllarda canlandırabildiysem ne mutlu bana. Kuru kuru iskele anlatmak tarzım değil. Amacım iskelenin nasıl bir yerlere hizmet ettiğini de aktarabilmek sayın okuyucularıma.

Tüm iskeleler bitince bitecek bu yazı dizim. Kurtuluş yok benden sevgili dostlar.

ARİF ATILGAN 2025 EYLÜL

 

https://atilganblog.blogspot.com/2025/09/sariyer-iskelesi-yazlarmda-iskelenin.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/sariyer-i%CC%87skelesi%CC%87

 

 

 


7 Eylül 2025 Pazar

Köşe Yazısı

KAMU KURUMLARI VE HALK

31 Ağustos Pazar günü Yalova’da Akasya kumsalındayız. Denizde sahil boyunca 10 metrelik beyaz bir tabaka var. Geldiğimde gördüm ki herkes endişeli. Ne yapacağını bilmiyor. İlgilendim.

                                                                 Beyaz Tabaka

Önce 153 nodan Yalova Belediyesi’ni aradım. Telefona çıkan hanım not aldı. Sonra Sahil Güvenlik’i aradım.  Durumu anlattım. En son da Yalova Valiliğini aradım. Oradan telefona kimse çıkmadı. Pazar tatili diye sanırım.

Biraz sonra Sahil Güvenlikten iki kişi geldi. Denizdeki sorunu gösterdik. ‘Deredendir’ dediler. ‘Ama derenin akıntısı diğer tarafa’ dedim. Onlar da ’ters rüzgarda bu tarafa gelebilir’ dediler. Onlar gittikten biraz sonra Yalova Belediyesinden 3 kişi geldi. Yanıma gelmeden kanal bacasına uzun demir uzatarak baktılar. Yine yanıma gelmeden gidiyorlardı ki ben yanlarına gidip sordum. ‘Bir şey yok’ dediler. Denizdeki tabakayı gösterip ‘Biz bunları hayal olarak görüyoruz herhalde.’ dedim. Konu istemediğim bir yere gelmişti. ‘Sahil Güvenlikten geldiler. Onlar deredendir dediler’ dedim. Aralarında amir sandığım kişi kızdı. ‘Dereye kanal akmaz’ dedi. Halbuki biz ‘Nedir?’ Diye soruyorduk. Sessizlik oldu ve gittiler.

Ertesi gün Pazartesi. Sabah kumsala geldim. Herkes beni bekliyor. Denizde sorun gözükmüyor ama kimse denize girmiyor. Doğrusu ben de girmeye çekiniyorum. Başladım bir gün önce telefon ettiklerime yeniden telefon etmeye. Tahlil yapılıp yapılmadığını ve durumu anlamak istiyordum. Bir gün önce görüşemediğim için önce Valiliği aradım. Bir erkek çıktı. Durumu anlattım. ‘CİMER’E yazmamı’ önerdi. Mecburen kendimi tanıttım. ‘Ben elli küsur yıllık mimarım. Prosedürü bilirim’ dedim. Biraz daha yumuşadı ama somut bir cevap vermedi. Sonra Sahil Güvenlik’i aradım. Bir gün öncekinden başka biri çıktı. Tamamen konudan uzak. Ona durumu anlattım. O başka bir yere bağladı. Oradan adımı ve telefonumu aldılar, döneceklerini söylediler. Dönen olmadı. Daha sonra 153 ile belediyeyi aradım. Oradan da somut bir bilgi alamadım. Ama YASKİ’nin numarasını verdiler. YASKİ’den bir hanım çıktı. Tesislerine gelen atıksuyun arıtmasını yaptıklarını anlattı. Biraz sonra tekrar arayıp bana yararı olacak başka bir yerin telefon numarasını verdi. Ben de teşekkür ettim ve ‘Kamu kurumları sadece yol  ve adres gösteriyor. Derde derman olmuyorlar’ dedim. Yani sonuç sıfıra sıfır. Bizler Pazartesi günü de denize girmedik. Güneşlendik, duş aldık ve çıktık.

Öğleden sonra eşimle dondurmacıda otururken dedim ki ‘Belediye merkezdeki Balıkçı Barınağı rıhtımında onarım yapıyor. Gidip bir bakalım.’ Baktığımızda gördük ki oradaki kazılmış bölüme blokaj olarak doldurulan kayaların rengi beyaz. Birikmiş suyun rengi ve görünüşü de aynı bir gün önce bizim denize girdiğimiz sahildeki tabaka gibi.’ Belli ki o tabaka barınak dışına çıkmış, mendireğin dış yüzünden bizim plaja doğru akmış. Yani pis su değil.

                         Tekne Barınağında Onarım Yapılan Yerdeki Aynı Beyaz Tabaka

Ertesi sabah kumsala geldiğimde yine beni bekliyordu herkes. Durumu anlattım. Tehlike olmadığını, denizimizin temiz olduğunu, rahatça yüzebileceğimizi anlattım. Herkes mutlu, mesut yaşamlarına kaldıkları yerden devam etti.

Sahilimiz

2-3 günlük bir olayı tarafsız bir şekilde oldukça kısaltarak yazmaya çalıştım. Şikayet etmiyorum. Tespit yapıyorum. Şimdi konuyu yorumlayalım.

Öncelikle şunu belirteyim ki işi siyasete bulayıp mundar etmeyelim. Yukarıda adı geçen kamu veya özel kurumlarda her parti var. Bu iş parti işi değil. Kültür işi. Kamu görevi yapanların 'kamu' kelimesini öğrenmeleri gerekir. Kamu halk demektir. Yani oradaki görevliler bizim ‘efendimiz’ değildir. Aksine ‘görevlilerimizdir’. İşleri, bizim yararımız ve rahatımız için çalışmaktır. Hizmet etmektir. Bunun için aldıkları maaşları da verdiğimiz dolaylı-dolaysız vergilerle bizler öderiz.  İnsanımız bu bilince varmalıdır.

‘Halk tebaa değildir’ demeyeceğim ‘Halk tebaa olmadığını bilmelidir’.

ARİF ATILGAN 2025 EYLÜL

https://atilganblog.blogspot.com/2025/09/kose-yazs-kamu-kurumlari-ve-halk-31.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/kamu-kurumlari-ve-halk

 

3 Eylül 2025 Çarşamba

 İskeleler

RUMELİ HİSARI İSKELESİ

Rumelihisarı Mahallesi Sarıyer ilçesine bağlı olup adını Rumeli Hisarı’ndan almıştır. Kuzeyinde Baltalimanı, güneyinde Beşiktaş’a bağlı Bebek, batısında yine Beşiktaş’a bağlı Etiler,  doğusunda ise İstanbul Boğazı bulunur. Nüfusu 9244’dür.

Rumeli Hisarı İskelesi mahallenin iskelesi olduğu için adını mahalleden almış olmalıdır. Ama sonuçta mahalle de iskele de adlarını Hisardan almışlar.

Rumelihisarı İskelesi

Hisar, Bebek tarafındaki Kayalar Burnu ile Baltaliman tarafındaki Baltalimanı Burnu arasındadır. Kayalar Burnu önündeki akıntıya Kayalar veya Rumelihisarı akıntısı, Baltalimanı önündeki akıntıya Şeytan akıntısı denirmiş. Şehir Hatlarına ait eski bir bilgide Bizans döneminde burada bulunan Let isimli kalenin hapishane olarak kullanıldığı yazılmış. Rumeli Hisarı Anadolu Hisarı’nın karşısındadır. 700m olan iki hisar arası boğazdaki en kısa mesafedir.

  Bölgenin Havadan Görünüşü.

Fatih Sultan Mehmet, Hisarı 1452 yılında inşa ettiriyor. 30000m2 civarı bir alana sahiptir. Amacı, Bizans’ı kuşattığında onlara Karadeniz’den gelecek yardımları önlemektir. Hisarın inşaatı 4 ayda bitiriliyor. Üç büyük kulesini Saruca Paşa, Zağanos Paşa ve Halil Paşaya yaptırıyor. Kulelere onların adını veriyor. Kayıtlarda 2000’in üzerinde işçi çalıştığı yazılmış.  Tarihte Kulle-i Cedide, Yenice Hisar, Boğazkesen Hisarı adlarıyla anılmış. Hisar fetih sonrası bir süre hapishane olarak kullanılmış. 1509 depreminde büyük hasar görmüş. Onarılmış. 1746 yılında çıkan yangın ahşap bölümleri harap etmiş. 3. Selim (1789-1807) döneminde onarılmış. Ancak kulelerin üzerindeki ahşap külahlar yok olunca kale içi küçük ahşap evlerle dolmuş. Hisarın üst tarafındaki arazide bulunan Şehitlik Tepesinin denizden yüksekliğinin 140 metre olduğu yazılır.

                                  Hisar, Kuleleri Restore Edilirse Gerçeğine Dönecek..

Sultan 2. Mehmet (Fatih) zamanında inşa edilen Hacı Kemalettin Cami 1746 yılında 2. Mahmud zamanında yeniden inşa edilmiş... Ali Pertek Cami 17. Yüzyılda yapılmış. 1960’larda yeniden inşa edilmiş… Surp Santuht Ermeni Kilisesi de 1856’da yapılmış… Kırmızı tuğlalı Yusuf Ziya Paşa Konağı ise Perili Köşk adıyla tanınmıştır... Fatih’in gemilerini yapmak için çok ağaç kesen Kaptan-ı Derya Süleyman Beyin lakabı Balta olmuş. Ondan dolayı buraya Baltalimanı denmiş... Rumeli Hisarı’nın ortasındaki Boğazkesen Mescidi 18. Yüzyılda yıkılmış sadece minaresi kalmış... Boğaz Köprüsü tarafındaki Müşir Zeki Paşa Yalısının mimarı Alexandre Valluary’dir… Kalenin üst tarafında Tevfik Fikret’in (1867-1915) evi bulunur…

Rumeli Hisarı’nın içindeki Boğazkesen Mescidinden kalan Minare.

1953 yılında Hisarda onarım çalışmaları başladığında kale içindeki evler kamulaştırılarak ortadan kaldırılmış. 1950’li yıllarda Açıkhava tiyatrosu yapılmış. 1989 yılında amfi tiyatroya çevrilmiş, 2008 yılına kadar burada konserler verilmiş, tiyatro oyunları oynanmıştır.  2009 yılında ilgili Koruma Kurulu mescidi ve çevresini tescil ediyor, 2013 yılında restorasyon için ruhsat alınıyor ve 2015 yılında mescidin inşası tamamlanıyor. 

İskeleye gelirsek…

1851 yılında Rumelihisarı İskelesi Mektepönü denilen yere inşa edilmiş.

1890 yılında yıkılarak yeniden inşa edilir.

1910 yılında o da yıkılarak kalfa Kirkor Ustaya yeniden yaptırılır.

İskelenin tüm alanı 233.09 m2, açık alanı 177.86 m2, kapalı alanı 37.08 m2’dir. Yanaşma yeri uzunluğu 14.30 metre, su derinliği 6.50 metre, denizden ortalama yüksekliği 1.15 metre civarındadır.

Rumelihisarı İskelesi Galata Köprüsü’nden 6.2 deniz mili ( 11.5 kilometre ) mesafededir. Şirket vapurları köprüden bu iskeleye 30 dakikada ulaşırlar.

1991 yılında Rumelihisarı İskelesinin işlevine son verilmiş. İskele binası restoran yapılmış.

 Rumelihisarı İskelesi (Restoran), Ali Pertek Camii, Yusuf Ziya Paşa Konağı (Perili Köşk)

1975  yılının haziran ayı… Eşimle henüz sözlü bile değiliz. Rumelihisarı’nı geziyorduk. Başka bir çift te geziyordu. Erkek olanı yanımıza gelip fotoğraflarını çekmemi rica etti. Çektim. ‘Biz de sizi çekelim’ dediler. O akşam yurt dışına gideceklerini söylemişlerdi. Henüz cep telefonu icat edilmemiş. Fotoğraf makinası kullanılıyor. Dolayısıyla 12 veya 24 pozluk film rulosu fotoğrafçıya götürülüp tab ettirilecek. Bizim pozumuz bozuk çıkmamışsa karta bastırılacak ve İstanbul’a postayla gönderilecek. ‘Nasıl olsa olmaz’ diye düşünerek ‘Boş verin. Bize ulaştıramazsınız’ dedim. Israr ettiler. Biz de pozumuzu verdik. Gerçekten 15-20 gün sonra fotoğrafı postayla gönderdiler. O fotoğraf eşimle birlikte çekilmiş ilk fotoğrafımızdır. 40 yıl sonra 2015 yılında Hisar’a tekrar gittik. Aynı yerde bir fotoğraf daha çekilelim istedik. İçeri girmek te otopark ta ücretli olmuş. Ayrıca bir intihar olayından dolayı surlara çıkmak yasaklanmış. Görevlilere durumu anlattım ve ‘ortalıkta kimse yok, siz çekeceksiniz’ dedim. ‘Tamam’ dediler. Aynı yerde bir fotoğraf daha çektirdik.

1975 ve 2015 Yılı Fotoğraflarımız.

1970’li yılların ikinci yarısı… O yıllar trafik rahat. Ben de araba sahibi şanslılardanım. Olmadık sokaklara girip kendimce kaybolup keşif yapmayı severdim. Eşimle arkadaşlığımız devam ediyor. Bir gün Etilerden daldım, doğru gittim. Hisarüstü denilen yere geldim. Oradan boğaza bir yol iniyor. İndim. Asfalt bitti. Toprak yol başladı. Rumeli Hisarı’nın üst taraflarındayım. Sağa doğru bir yol gidiyor. Ama ağaçlardan sonu görünmüyor. O yola girdim. Yol sonunda güzel bir ev. Aşiyan Müzesi. Tevfik Fikret’in evi. İndik. Bir hanımefendi çıktı. ‘Gezebilir miyiz?’ dedik. ‘Tabii’ dedi. Alt katı bitirdik. Üst kata çıktık. Odaları, resimleri herşeyi inceledik. O hanımefendi dedi ki ‘Şimdi şu pencerenin önünde durun’. Evin İstanbul Boğazı’na bakan cephesinde perdeleri kapalı iki kanatlı pencere. Dediğini yaptık. Hanımefendi pencere kolunu çevirdi ve iki kanadı da sonuna kadar açtı. Önümüzde adeta nefis bir Boğaz tablosu oluşmuştu. En yakında ağaçlar, sonra deniz ve sonra karşı kıyı… Denir ya ‘adeta büyülenmiştik’… Tam da öyleydi durumumuz. Abartmıyorum. Duvara asılı bir resim tablosu olmuştu o pencere. Biz tabloya bakıyoruz. Hanımefendi de bize… Etkilenmiş halimizden mutlu olmuştu. Biraz sohbet ettik, vedalaştık ve çıktık. Duygu durumumuz tepe yapmıştı. O hanımefendiye kim olduğunu soramadık. Sanırım ailedendi. Tevfik Fikretin mezarı da oradaymış. 1961 yılında Eyüp Mezarlığından nakledilmiş. Evin planlarını kendisi çizmiş. O heyecanla bu konuları unutmuştuk.

Biraz aşağıda İstanbul’un en güzel mezarlıklarından biri olan Aşiyan Mezarlığı vardı. Asıl adı Kayalar Mezarlığı. Boğaz yoluna indiğimizde arkamızda kalmıştı. 16. Yüzyıldan beri varmış. Tevfik Fikret evine Kuş Yuvası anlamında Aşiyan adını takınca Mezarlığın da çevrenin de adı Aşiyan olarak değişmiş.

Bazı başka iskeleler gibi bu iskeleden de ne vapura bindim ne de vapurdan indim. Ama onlar İstanbul’un hafızalarıdır. Keşke işlevi sonlandırılanlar restore edilip deniz ulaşımıyla ilgili küçük müzeler haline getirilselerdi.

ARİF ATILGAN 2025 EYLÜL

https://atilganblog.blogspot.com/2025/09/rumeli-hisari-iskelesi-rumelihisar.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/rumeli%CC%87-hi%CC%87sari-i%CC%87skelesi%CC%87

 

 

 


14 Ağustos 2025 Perşembe

 Yaşam

YALOVA ERDİNÇ ERKORKMAZ’I KAYBETTİ

Yalova’ya ev yapıp yerleşmem 10  yıl oldu. Eşimle bir prensibimiz vardır. Balık yağı içeceğimize haftada bir balık yeriz. Kolajen hapı yerine de haftada bir paça çorbası içeriz. Yalova’da da bu anlamdaki lokantaları bulduk. Sahilde 3 adet balık lokantası vardı. Önce iki yandakileri denedik. Son olarak ortadakine gittik ve ona devam ettik. Restoranı biri kız biri erkek iki kardeş işletiyordu. Ama bir süre sonra babalarının ağırlığı olduğunu hissettik. Yani Erdinç Beyin.

                                                   Balıkçı Erdinç Erkorkmaz

Erdinç Erkorkmaz Yalovalıların tanıdığı bir kişi. Balıkçılık yapmış, Yalovasporun kurucu başkanı olmuş. Yani sosyal yaşamı olan bir sima. Biz bir yere alıştık mı devamlı gittiğimiz için bir süre sonra o da bizi tanıdı. Geldiğim zaman yanıma uğrar hatır sorar kısa bir sohbet yapar ve giderdi. İyi esnaftı yani. Rahatsız etmezdi insanı.

Neler anlatmıştı bu kısa sohbetlerde. Egede balık tuttuğunu, Yunan adalarına balık sattığını, onların balık kültürünü… Çevre illerdeki özellikle İstanbuldaki balıkçıları…

Benim ne yediğimi merak ederdi. Gelir gelmez genel olarak tanıdığı masaları dolaşıp ‘Hoş geldin’ der, bana geldiğinde ‘Ne yiyorsun?’ diye sorardı. Ban İstanbul çocuğu olduğum için balık kültürüm ve de merakım vardır. Bu bakımdan denizden tutulmuş günün balığını yerim. O da bu huyumu sevmişti. Yaz sezonunda Yalova’nın sardalyasını tavsiye etmişti. Bilmiyordum. Gerçekten taze ve lezetliydi.

Eşimle sabah erken denize gideriz. Öğlen 12 civarı yeşillikte oturup denize karşı kahvaltı yaparız. O da önümüzden kalın tekerlekli elektrikli bisikletiyle geçer, selamlaşırdı.  

Geçtiğimiz salı günü (5 Ağustos 2025) restorandaydık. O yine bana ‘ Balık elle yenir’ diye takılmış, ben de ‘Hiçbirşeyi elle yemem’ demiştim. Sohbete devam etmişti. ‘Yakında çingene palamudu çıkar. Ardından palamut başlar.’ Benim palamutçu olduğumu biliyordu.

O gün yemekten sonraki çaylarımızı o getirdi. Otoparktaki arabamın arkasındaki arabayı o çekip bana yol verdi.

1 hafta sonra 12 Ağustos 2025 Salı günü… Akasya kumsalındayız yine. Hergün camiden sala okunur neredeyse. Rahmet dileriz gidenin ardından. O gün balıkçı Erdinç Erkorkmaz deyince şaşırdık. Bu sefer hep sağlıkla ilgili sohbetlerimiz geldi aklıma. Yaklaşık bir yıl önce ikinci stend takılmştı kalp damarına. Önce biraz dikkat etmişti. Bir süre sonra eskisi gibi sigara içmeye devam etmişti. Her defasında ‘İçme şunu’ diyordum. ‘Az içiyorum’ deyip beni geçiştiriyordu güya. Son gördüğümüzde renginin beyazlığı dikkatimizi çekmişti. Zatüree de varmış galiba.

Denizden çıktım, arabanın bagajında eşofman altı vardı. Onu giydim. Terlikli de olsa kıyafetimi şekle sokmuştum. Cenazeye gittim. Oğluna Baş Sağlığı diledim. Kızı pek kendinde değildi. Rahatsız etmedim. Cenaze namazını kıldım ve ‘güle güle’ dedim.

Erdinç bey haftada bir gördüğüm, en fazla beş dakika sohbet ettiğim bir insandı. Yani samimiyetim yoktu. Ama bazı insanlar vardır ya hani… Enerjileri vardır. Yer ediverirler hafızanızda. O öyleydi.      

5 Ağustos akşamı el sallayıp ‘Allahaısmarladık’ anlamında çaldığım korna  vedalaşmamızmış meğer. Allah rahmet eylesin.

ARİF ATILGAN 2025  AĞUSTOS

 https://atilganblog.blogspot.com/2025/08/yalova-erdinc-erkorkmazi-kaybetti.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/yalova-erdi%CC%87n%C3%A7-erkorkmaz-i-kaybetti%CC%87

8 Ağustos 2025 Cuma

 İskeleler

CADDEBOSTAN İSKELESİ

Caddebostan, Kadıköy ilçesinde 21058 nüfuslu bir mahalledir. Güneyinde deniz, doğusunda Suadiye, batısında Fenerbahçe, kuzeyinde  Göztepe ve Erenköy vardır. Bizans döneminde bir liman kasabasıymış. Osmanlı döneminde bostanlık alanların olduğu bölge. Kanun kaçakları boş alan çok olduğu için buralarda saklanırmış. Bu sebepten Cadıbostanı adıyla anılmış. Cumhuriyet döneminde yerleşim olarak fazlaca kullanılmaya başlanınca Cadıbostanı adı Caddebostan olmuş.

                                                        Caddebostan İskelesi

1910 yılında denize yaklaşık 70 m uzanan iskele yapılır ve işletmeye açılır. Osmanlı Seyr-i Sefain İdaresi şehir hatları işletmesini devralmıştır. 1923 yılında Cumhuriyetin ilanından sonra adı Türkiye  Seyr-i Sefain İdaresi olur. İşletme  Avrupa  ve Anadolu yakaları ile Adalara vapur çalıştırmaya başlar.

Türkiye Seyr-i Sefain İdaresi'nin İskeleleri (Eski Türkçe Olduğuna Göre 1928 Öncesi)

1926 yılında iskelenin Kadıköy tarafında bir plaj açılır. 1928 yılında plajın iskele tarafında lokantası da olan ikinci bir plaj açılır. Aynı dönemlerde ikinci plajın iskele tarafında kır kahvesi açılır. Burası 1940’lı yıllarda Ayten Gazinosu adını alır. 1950’lerin sonlarında Orhan’ın Gazinosu ve 1957 yılından sonra 1996 yılına kadar Caddebostan Maksim Gazinosu olur.

Maksim adı 19. Asrın sonlarında 20 asrın başlarında yaşamış, türlü maceralar sonunda Türkiye’ye gelip Taksim’de Maxim adında caz kulübü açmış olan Maxim Frederick Bruce Thomas’ın adından geliyormuş. Bu mekan Gazinocular Kralı olarak bilinen Fahrettin Aslan tarafından 1961 yılında Maksim adıyla gazino olarak açılıyor.

Göztepe tarafındaki Cemil Topuzlu Köşkü 1900 tarihlidir. Caddebostan’ın en ünlü eski eseri deniz kıyısındaki 1906 tarihli Ragıp Sarıca Paşa Konağı’dır. Hemen yanında kızına ait Tevhide Hanım Konağı bulunur. Konakların kara tarafında yolun karşı sırasındaki tek katlı taş bina ise yaverlerin oturması için yapılmıştır.

Ragıp Sarıca Paşa Köşkü, Koyda İki Plaj, Maksim Gazinosu ve İskele

Bağdat Caddesi üzerindeki iki camiden bahsetmek istiyorum.  Çınardibi durağındaki Mihrimah Sultan Camii 1560 yılında yapılmış. O zamanlar Hac Yolu olan Bağdat Yolunda... Tarihini bilemediğim bir zamanda cami yıkılıyor ve yok oluyor. Yerinde yazlık Çiçek Sineması yapılıyor. Ben 1960’lı yıllarda bu sinemaya giderdim. 1984 yılında arsanın vakıf malı olduğu anlaşılıyor. 1986 yılında bir hayırsever tarafından tarihteki ismiyle şimdiki cami yapılıyor.

1899 yılında inşa edilen Galip Paşa Camii’ni her kes biliyordur. Ethem Efendi Caddesiyle Bağdat Caddesinin kesiştiği köşede.

1985 yılına kadar Sahil Yolu açılmamıştı. Cemil Topuzlu Caddesi Caddebostan’a gelir oradan İskele Sokağa saparak Bağdat Caddesine çıkardı. Cemil Topuzlu’nun bitme noktası 13 nolu Kadıköy-Caddebostan otobüslerinin son durağıydı. İskelenin çalıştığı yıllarda kimi yolcular vapurdan iner otobüse biner, kimi yolcular otobüsten iner vapura binerdi. Kimi de çevredeki evine gider-gelirdi.

1950’lerin sonlarında en küçük teyzemin kocası İskele Sokağa sapınca sağdaki ikinci bahçeli evi satın almıştı. Karşısında Ozan isimli yazlık sinema vardı. Tüm akrabalar ‘Kadıköy’e sapa değil mi?’ Diye düşünmüştü. Ama Ali enişte anne tarafımdaki tek tüccardı. Bakırköy’de kasaplık yapıyor, ticareti biliyordu. Sonraki yıllarda o evi kat karşılığı müteahhitte vermiş, daireler ve altındaki dükkanı almıştı. 1980’lerde akşamları arabayla eve dönerken kendisini boş dükkanın önünde sandalyede otururken görürdüm. Yani o yıllarda oralarda dükkan tutan yoktu.

1960’ların sonları... Bir gün Fenerbahçe DDY kampından 5 arkadaş denizden yüzerek Caddebostan plajına gelmiş sonra da karadan asfaltta ayaklarımız yanarak koşa koşa geriye dönmüştük. Gençlikle delilik arasında ne küçük bir fark varmış diye düşünüyorum şimdi.  

1960’lar… Caddebostan İskelesi'ne vapur seferlerinin sona erdiği yıllardır. 1967 yılında iskelenin disco-clup-restoran olarak kullanıldığını kullananlar anlatmıştı bana. 

1970’lerin ikinci yarısı. Caddebostan Maksim’de dünya yıldızı Rafealla Carra konseri var. Eşimle nişanlıyız. Plajın karşısındaki binalardan birinde otururlardı. Oralarda dolaşırken Maksim Gazinosu civarında birileri yanımıza yaklaştı ve ‘Raffealla Carra konserine girmek ister misiniz?’ Diye sordu. Ücretsiz davet ediyorlardı. İşimiz vardı ‘Hayır’ dedik. Belli ki iyi tanıtım yapılamamış veya ücretler fazla yüksek tutulmuştu. Salon doldurulamayınca sanatçıya ayıp olmasın diye tipi düzgün kişileri bedava içeri sokuyorlardı.  

1980’lerde tek tük dükkanlar açılıyordu İskele Sokakta. Örneğin Sahan Kebabı çok beğenirdim. Küçük bir dükkandı o yıllarda. Bir de karşısında adını anımsayamadığım ünlü bir dönerci vardı.

1980’li yıllara kadar yazlık Caddebostan Budak Sineması tüm Kadıköylülerin kullandığı en önemli açık hava sinemasıydı. Sadece film seyredilmez konserler de olurdu orada. 1984 yılında sinema alanına tek katlı üç adet altıgen şeklinde binadan meydana gelen Caddebostan Kültür Merkezi (Kadıköy Belediyesi Kültür Merkezi) yapıldı. Çok şirin ve fonksiyonel bir yapıydı. Diğer yandan deniz dolduruluyor dolayısıyla yalılar bahçeli ev haline giriyordu.

Günümüze iskeleden hiçbir iz kalmamıştır. Maksim Gazinosunun yerinde market, plajın yerinde apartman sitesi bulunmaktadır. 13 numaralı Kadıköy-Caddebostan otobüsü seferden kaldırılmış, orası sahil yolu otobüsleri için ara durak olmuştur. Sakinliğiyle tercih edilen İskele Sokak ise Barlar Sokağı adıyla İstanbul’un en gürültülü patırtılı sokaklarından biri haline girmiştir. Budak sinemasının yerinde yapılan tek katlı kültür merkezinin yerinde CKM adıyla obez bir bina vardır bugün.

1966 ve 2021 Yılları Hava Fotoğrafı

Caddebostan İskelesi 1910’lardan 1960’lara kadar hizmet verdi… O yılların iskele çevrelerinde köy ölçeğini bile tutturamayan yerleşimler bulunuyordu. İnsanlar bu noktalardan şehir merkezi olan Avrupa yakasına götürülüyor ve getiriliyordu. Sefayla ve de keyifle…

Ben o günleri yaşayan mutlu insanlardanım…

ARİF ATILGAN 2025 AĞUTOS

https://atilganblog.blogspot.com/2025/08/caddebostan-iskelesi-caddebostan-kadkoy.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/caddebostan-i%CC%87skelesi%CC%87

19 Temmuz 2025 Cumartesi

 Yaşam

KAYBOLAN ESKİ ARKADAŞLAR

1965 yılı üniversitedeki ilk yılımdır. İTÜ futbol takımının seçmeleri olduğu yazısı asıldı ilan tahtasına. Gittim tabii. Anadoluhisarı sahası. 65 kişi kalmış aklımda. Çift kale maç. Hoca eski GS’li milli bek Saim. 1956 yılındaki 3-1 lik Macaristan maçında sonradan oyuna giren (Arap) Saim. Uzatmayayım. Birkaç gün sonra ilan tahtasına seçilenlerin listesi asıldı. Ben de varım. Diğer dokuz kişi başka kulüplerde lisanslı. Bir tek benim hiçbir yerde lisansım yok. O sebeple amatör kümedeki takım için de lisansım çıkıyor.

İşte o seçmelerde Uğur’la tanışıyorum. FB genç takımında oynuyor. Kimya bölümünde ve tesadüf Kadıköy’de oturuyor. Bakıyorum. Liseden futbolcu arkadaşım Haydar da onların sınıfında. Bir süre sonra görüyorum ki kimyacıların büyük bölümü Kadıköy’de oturuyor. Yani benim üniversitedeki arkadaşlarım kimyacılar oluyor.

O gruptan Engin’in emekli albay babası Kadıköy’de Münih birahanesinin arka sokağındaki Ege Kıraathanesini çalıştırıyor. Dolayısıyla genellikle orada buluşur oluyoruz.

Bu alışkanlık okulu bitirince de devam ediyor. Farklı olarak artık meyhanelere de takılıyoruz. Cebimiz para görmeye başlıyor çünkü. Bilen bilir. O binaların önünde de arkasında da içkili lokantalar ve kahvehaneler bulunur.

Bizler 68 kuşağıyız. Kimse farkında değildir. Ben yazayım. İşsizlikle cezalandırılan kuşaktır bizim kuşak. İş aramayanı yoktur neredeyse. Aslında bizler de hep serbest çalışmak isterdik ya. Bir yerde memur olayım duygusu memur olanlarda bile yoktu emin olun. Ben ÇBS’de işe girmiştim. Tanıdık da yok torpil de yok. Gazete ilanından… Büro Karaköy’de, fabrika Alibeyköy’de. Fabrikada laboratuar için kimya mühendisi aranıyordu. Uğur’a söyledim. Görüştü patronlarla. İşe girdi. Girdi de 3 gün sonra çıktı. Demiş ki patrona ‘Ben petrol rafinerisinde çalışmak istiyorum. Kusura bakmayın.’ Şaban Çavuşoğlu da sever böyle şeyleri. ‘Kara altını merak ediyorsun demek. Yolun açık olsun.’ Demiş ona. Uğur epey kahvehaneye takıldı diğerleri gibi. Sonra kendisi tiner imalatı yapmaya karar verdi. Avrupa yakasındaki gecekondu semtlerinden birinde bir bodrum kat kiralamış. Kazana üsten tiner hammaddelerini koyuyorr alttaki musluktan imalatı tenekelere dolduruyordu. Musluğun altına bir de terazi koymuş. Bir kefesinde17 kiloluk ağırlılkları koymuş. Diğer kefeye boş tenekeyi. Musluğu açıyor. 17 kilo olunca tartı kıpırdıyor. O anda vanayı kapatıp tenekeyi indiriyor. Etiket yapışıyor, imalat tamamlanıyor.. Gülmeyin. Fabrikalarda da bu iş böyleydi o yıllar. İki de işçi bulmuştu. Sadece dolu varilleri bodruma indirmenin çok zor olduğundan şikayetçiydi. Ben de ona üç uzun boruyla ceraskal yapmayı önerdim. Bilmiyormuş. Çok sevindi. Yaptırmış. Müthiş kolaylık olduğunu söyledi. Bir akşam yiyip içme paramı ödeyiverdi. ‘Hayrola’ dedim. ‘Danışmanlık ücreti’ dedi.

Sonra Haydar da onunla ortak oldu. Kağıthanede eski Şakir Zümre sobalarının olduğu arazideki tek katlı binalardan birine yerleştiler. Şakir Zümre burada uçak yapmak istiyormuş ta engel olunmuş. Konuyu dağıtmayayım. Bilginiz olsun sadece. Biz onlara şakadan ‘fabrikatör’ diyorduk. ‘Yapmayın’ diyorlarsa da hoşlanıyorlardı. Sonra her ortaklıkta olan oldu. Ayrıldılar. Haydar ‘Mühendisler’ markasını devam ettirdi. Uğur ise ‘Aromatik Kimya’ diye ağır ve anlamlı bir marka koydu kendi üretimine.

Ben de işten ayrılmış mimarlık bürosu açmıştım. İnşaat ta yapıyorum. Bir yandan da askerden gelen kardeşime iş olsun diye nalbur dükkanı açmıştım. ÇBS’de pazarlama öğrenmiştim ya. Uğur ‘ortak olalım’ diyor. ‘Kardeşimi yalnız bırakamam’ diyorum. Ama ortaklıkların da devamlılığı olmuyordu. Dedim ki ‘Bizim de aramız bozulur. Sen yap. Ben satayım.’

Sonraki yıllarda yine aynı sınıfta olan Ercan’la Okay çalıştıkları Maltepe sahilindeki Rikket marley fabrikasından ayrılıp tiner-vernik yapmaya başladı. Onlar da kısa süre sonra ayrıldılar ve ayrı ayrı yapmaya başladılar.

Ben hepsinin malını sattım. Başka markalar da sattım. Ünlü fabrikaların bayiliğini aldım. Rikket marleylerin de bayiliğini aldım.

Haydar ortaklıktan ayrılırken mal verdikleri sağlam tanınmış bir firmayla çalışmaya devam etti. Ondan koptuk. Ama tenise merak saldığını, önce öğrendiğini sonra hocalığını yaptığını duyuyordum. Hırslı bir arkadaşımızdı zaten. Örneğin o bilardo bilmiyordu. Benimle oynarken avans vermem gerekiyordu normal olarak. Almazdı yenileceğini bile bile. Ama birgün beni yenmişti.   

Uğur 4. Levent Sanayi sitesinde büyük bir yer tuttu. Gelişti. Sonra da Kurtköy’de arazi satın alıp fabrikasını oraya taşıdı. Şaka değil resmen fabrika. Daha da gelişti. Ama ticaret bizi de dargın yaptı sonunda. Yıllar önce yine onların sınıfından Faruk’la konuşmuştum. ’İflas etti. Trakya’da kendine çiftlik gibi bir şey yaptı. Orada yaşıyor’ demişti.

Ercan kendince birşeyler yapmış ve sonra bırakmıştı.

Okay Ispartalıydı. Ticaret o taraftakilerin genlerinde vardır. Erco markasıyla üretim yaptı. Kartal sanayi sitesinde ikinci kattaki küçük bir yerde başladı. Gelişti. O da Kutköy’de arsa satın alıp prefabrik bir fabrika binası kurdu. Sonra Tuzla’da OSB’de fabrikası olduğunu duydum. Yani işleri iyiymiş.  

Bunları neden yazdım?

Geçtiğimiz günlerde gazetede bir haber ilgimi çekti. Bodrumda lüks bir sitedeki boğulma olayı anlatılıyordu. ‘Sağlık odası yapılacak mekan büfe yapılmasaydı boğulan kişi belki de kurtarılırdı’ diyor haberde. FB Yüksek Divan Kurulu üyesi Haydar Yanıkoğlu imiş vefat eden kişi. Kendi kendime ‘bizim Haydar mı acaba’ diye düşündüm. Faruk’u aradım. Konuyu anlatınca ‘O’dur ama araştırayım, beş dakika sonra arayayım seni’ dedi. Aradı ve ‘Oymuş’ dedi. Tabii sohbet ettik uzun uzun. Son bir yıl içinde Uğur’u ve Ercan’ı da kaybetmişiz. Canım sıkıldı. Faruk onların rahatsızlıklarını anlatıyordu detaylarıyla. Ne fark ederdi ki? Gitmiş adamlar. Telefonu kapatırken ikiz kardeşi Tarık’ı da kaybettiğini söyledi. Yine şaşırdım. Tarık’ı ilk tanıdığım günü anımsadım. Kadıköy’de PTT yakınında “Faruk’u” görmüştüm. ‘Ne haber?’ filan gibi şeyler sormuştum. O da bana anlamsız bakışlarla cevaplar vermişti. ‘Kızdırdım mı farkında olmadan’ diye düşünmüştüm. Sonraki ilk karşılaşmamızda baktım ki bizim Faruk bildiğim Faruk. ‘Geçen gün niye öyle donuk donuk konuştun benimle’ diye sorduğumda şaşırdı. O gün o saatte başka bir yerde imiş. Sonra birden aklına geldi ‘Sen benim ikizim Tarık’la mı konuştun yoksa?’ dedi. Güldük. Meğer ikiz kardeşler böyle tuhaflıklara alışık olurlarmış. Tanımadığı birine uzun uzun durumu anlatacağına vaziyeti idare ederlermiş. Sonra Tarık’la da tanıştık. O doktordu.

Tatsız konuya girmişken yine  onların sınıftan yıllar önce kaybettiğimiz Engin’i ve Haldun’u da yazayım. Engin’in Yunus Çimento fabrikasında ciğerleri bozulmuştu. Eski GS’li milli voleybolcu Haldun ise kendine hiç bakmayan bir arkadaşımızdı.

Teyzemin damadı (rahmetli) Cemal enişte Eczacılık Fakültesi dekanı idi. Mimar olduğum ilk yıllarda demişti ki ‘Toplum denilen kalabalığın içinde çevreni ite kaka kendine bir yer edineceksin.’ Çok zordu ama hepimiz o zorluğun üstesinden gelmiştik.

Çok iyi arkadaşım olan Uğur’la küstük bir de. Ben ona hakkımı helal ediyorum. Hepsine helal ediyorum. Engin, Haldun,Uğur, Ercan, Tarık ve Haydar… Aydın, yurtsever, zıpkın gibi arkadaşlardı. Ama hem de melek gibi çocuklardı. Allah Rahmet Eylesin hepsine.   

ARİF ATILGAN 2025 TEMMUZ

 https://atilganblog.blogspot.com/2025/07/kaybolan-eski-arkadaslar-1965-yl.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/kaybolan-eski%CC%87-arkada%C5%9Flar

 


15 Temmuz 2025 Salı

 İskeleler

SUADİYE İSKELESİ

Suadiye, Kadıköy ilçesinin bir mahallesidir. Doğusunda Bostancı, batısında Erenköy, kuzeyinde Şemsettin Günaltay Caddesi (Minibüs caddesi) ve güneyinde Marmara Denizi bulunur.

Osmanlı zamanında Anadolu yakasındaki tek yol Bağdat Yoludur. Yani şimdiki Bağdat Caddesi… Çevre bağlık bahçeliktir. 1872 yılında Haydarpaşa’dan Pendik’e ray döşenir ve tren çalışmaya başlar. Suadiye’ye istasyon yapılır. Tüm istasyon çevrelerinde olduğu gibi burada da yerleşim çoğalır.

1880’lerin sonlarında İdare-i Mahsusa zamanında Anadolu Yakası’nda Pendik’e kadar vapur çalışmaya başlar ama Caddebostan ve Suadiye iskeleleri henüz yoktur.

1905 yılında zamanın Maliye Nazırı Reşat Paşa genç yaşta ölen kızı Suad Hanımın anısına bir cami yaptırır. Adını Suadiye Camii koyar. Bir süre sonra çevrede yerleşim çoğalır. Buraya da camiinden dolayı Suadiye Mahallesi denir.

1910 yılında Seyr-i Sefain İdaresi kurulur. Ama yine Suadiye iskelesi yoktur.

1929 yılında jandarma binbaşılığından emekli olan Mustafa Güler isimli şahıs Suadiye sahilinde satın aldığı 80 dönümlük araziye plaj ve tesislerini inşa eder. Daha sonraki yıllarda plajın üst kısmına Suadiye Oteli yapılır.

1933 yılında AKAY İdaresi şehir hatlarını üzerine alınca iskeleler çoğaltılır. Yeni yapılan Suadiye İskelesi’ne de vapur çalışmaya başlar. AKAY’ın açılımı Adalar, Kadıköy, Anadolu yakası ve Yalova kelimeleridir.

                                Suadiye İskelesi’nde Suadiye Vapuru. 1965 Sonrası.

İskele kıyıdan yaklaşık 100 m açıktadır. Diğer bazı iskeleler gibi burada da vapurların yanaşabileceği derinliğe ancak bu şekilde ulaşılmış. Suadiye Plajı’nın sahibi gazetelere ilan verip Avrupa Yakasındaki vatandaşların Köprü İskelesinden vapurla Suadiye’ye kolay ve rahat gelebileceklerini açıklar.

1939 Tarihli Vapur Tarifesi Kapağı

29 Haziran1934 günü Suadiye İskelesi tarihi bir gün yaşamıştır. Dönemin İran Şahı Rıza Pehlevi Atatürk’ün misafiri olmuş, ikisi birlikte Sakarya motoruyla Suadiye İskelesine gelmiş, Plaj Gazinosunda istirahat etmişler. Yıllar sonra burası Suadiye Aile Çay Bahçesi sonra da Çüş isimli mekan olmuştur.

                                                  Şah Rıza Pehlevi ve Atatürk.

1950’lerde Köprü’den kalkan vapur Moda, Kalamış, Caddebostan, Suadiye, Bostancı’ya gider ve dönermiş.

1960’lı yılların ikinci yarısında iskele kapatılır. Yukarıdaki ilk fotoğrafta Suadiye vapuru görülüyor. Bu vapur 1965 yılında denize indirildiğine göre iskelenin çalışması 1965-1970 arasında sonlandırılmıştır. Ancak Suadiyeliler iskeleyi hava almak amacıyla kullanmaya devam ederler.

1971 yılında İskeleyi kiralayan Suadiye Yelken Kulübü sağ taraftaki çakıllık alanı da düzenleyip kullanmaya başlar.

Suadiye Yelken Kulübü

1980’li yıllarda deniz doldurulup 1985 yılında sahil yolu açılınca SYK belki de dünyadaki tek deniz kıyısı tesisi olmayan yelken kulübü durumuna girer.

1966 Yılında İskele ve 2025 Yılında İskeleden Kalan Kalıntı

Birkaç anımı anlatayım o yılları iyi canlandırabilmek için.

Bağdat Caddesi ve çevresi 1970’lerde henüz apartmanlaşmamıştı. Bahçeli evler çoğunluktaydı. Örneğin, sadece Göztepe-Şaşkınbakkal arasındaki bazı binaların altında dükkan vardı.

Şaşkınbakkal’da tren yolunun biraz yukarısında kardeş olan arkadaşlarımız Emin ve  Ender otururdu. Emin üniversiteden kimyacı arkadaşımız, Ender de onun iktisatçı kardeşiydi. Bostancı’daki sandalımız kışın onların tek katlı evlerinin bahçesinde dururdu. Yaz başında diğer arkadaşlarla orada toplanır sandala önce zımpara çeker sonra ahşapların aralıklarına  üstübüyle kalafat yapar sonra astar ve boya sürerdik. En sevmediğim kısım en zor tarafı olan zımpara işiydi. O işi hakkıyla yapmadan da sonrakiler sağlıklı olmazdı. Aramızda bu işi en iyi yapan Ender’di. Boya işi bitince küpeşte ve iç taraflar verniklenir, altına zehirli çekilir ve sonunda borda  çizgisi yapılırdı. Yani teknenin suda kalacak alt kısmı zehirli boyayla boyanır onun üst sınırına mavi boyayla ince bir çizgi çekilirdi. Borda çizgisi… İşte o çizgiyi sadece ben  çekerdim. Zira içlerindeki tek mimar bendim. Sonra da bir kamyonetle Bostancı’ya götürülüp denize indirilirdi. Emin’le Ender’in babası Hacı Amca bize şakalar yapar anneleri ise terliyken su içmememizi tembihlerdi.

Suadiye’den Bostancı’ya giderken tren yolu ile Bağdat Caddesi arasında büyük bir alan vardı. Taç Spor tesisleri denilen bu alan sürücü kursu olarak kullanılırdı. Karşı sırasında da bahçesinde süs havuzu olan bir ev. Bayılırdım böyle evlere.  

Taç Spor Tesisleri Sürücü Kursu İdi.

Denize inen her sokak kıyıda biterdi. Deniz doldurulup sahil yolu yapılmamıştı henüz. Böyle bir sokakta, deniz kıyısından ikinci evin bir katını 4-5 arkadaş kiralamıştık. Hepimiz bekardık ve para kazanıyorduk artık. İki katlı evin ayrı merdivenle çıkılan ikinci katıydı. Orada sabahlara kadar yaptığımız içkili muhabbetlerde memleketi kurtarırdık. O sohbetlerde çokça konuştuğumuz ‘Aydın İhtilali’ konusunu hala hiçbir yazarın işlediğine rastlamadım.

Suadiye Plajı ise eşimle tanıştığımız yerdir. 1970’lerin ikinci yarısı… Özeldir.

Suadiye İskelesi’nin kalıntısı var bugün... Denizde ucu kalmış. Israrla ‘Ben buradaydım’ diyor insanlara.  

Suadiye İskelesi’nden Kalan.

İskelenin kalıntısı dışında yukarıda yazdıklarımın hiçbiri bugün yok. Kalabalık, trafik, binalar hatta yüksek binalar var. Bahçeli evler, yalılar mazide kalmış. Havuzlu evler diyeceğim de yanlış anlaşılacak. Yüzme havuzu sanılacak. O yıllarda süs havuzu olurdu bahçelerde. İçinde kırmızı balıkları olan. Yukarıda bahsettiğim… Hiçbiri yok artık.

Beni tanıyanlar bilir. Derdim Kent Hafızasını canlı tutmaktır. İskele bahane… 

ARİF ATILGAN 2025 TEMMUZ

 https://atilganblog.blogspot.com/2025/07/suadiye-iskelesi-suadiye-kadkoy.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/suadi-ye-i-skelesi

 

 

 


4 Temmuz 2025 Cuma

 Kent Hafızası

DONDURMACILARIM

1960 yılının haziran ayı. Yeldeğirmeni Kemal Atatürk Ortaokulu’nda okuyorum. Bitirme sınavlarına giriyoruz. O yıllarda ilkokulun, ortaokulun ve lisenin son sınıfını bitirirken sınavlar olurdu. O gün Tarih-Coğrafya-Yurttaşlık Bilgisi sınavı var. İçeride öğretmenimiz Nevzat Aydınlı ve iki tane de diğer sınıfların hocası bulunuyor. O yıllarda diğerlerine ‘mümeyyiz’ denirdi. Sorulara doğru cevap veriyordum. Sonunda şimdi anımsayamayacağım bir soru soruldu. Cevabı biliyorum ama ‘Ya yanlışsa’ diye söyleyemiyorum. Ortam geriliyor. Nevzat beyin öğrencileri bilir. Öğrenci kalacaksa sıkıntıdan bir sigara yakar. Bunu ders yılında da sık sık söylerdi zaten. Ben sustukça yüzü ciddileşiyor. Sonunda sigarasını paketten çıkarıp ağzına koyuyor. İçimden ‘yandım’ diyorum. Ama aklıma gelen cevabı da bir türlü söyleyemiyorum. Bulunduğumuz sınıf Taşlıbayır Sokağı’na bakıyor. Sokaktan arada bir seyyar satıcılar geçiyor. Kimi ‘Pyaaaaaaeesoaaaan (Patates Soğan)’, ‘Zerzaaatçı (Zerzevatçı)’, ‘Skileralyooooom (Eskiler Alıyorum)’, ‘kaaaayciiii (Kalaycı)’, ‘Lastikaaaapçiii (Plastik Kapçı) gibi… Plastik Kap satıcısının sesi devamlı geliyor. Belli ki yorulmuş. Dinleniyor. Arada bir bağırmaya devam ediyor. Diğer öğretmenlerden erkek olanı ‘Yahu ne satıyor bu adam? Alın bütün malını da kurtulalım şundan.’ Diyor. Ben hangisi neci gayet iyi anlıyorum da kendi derdimle meşgulüm. O sırada en beklediğim ses gelmez mi? ‘İşneklataymak (Vişne çikolata kaymak)’. Üstü tenteli mavi dondurma arabasıyla Abdullah Ağbi. Kadın öğretmenin canı çekiyor sanırım. ‘Dondurmaa Kaymak’ diye o da tekrarlıyor Abdullah Ağbinin bağırtısını. Yaz başlamış. Hava sıcak. Çocukların en bayıldığı şey. Dondurma. Hele Abdullah Ağbinin dondurması. Canım çekiyor. ‘Ne olursa olsun söyleyeyim şu aklımdaki cevabı da dışarı çıkayım. Abdullah Ağbi gitmeden yetişeyim.’ Diyorum içimden ve söyleyiveriyorum aklıma gelen cevabı.

Nevzat Bey’in içinden ‘Oh’ çektiğini hissediyorum. Sigarasını yakmıyor. Tekrar paketine sokuyor. O da ben de diğer öğretmenler de hep birlikte rahatlıyoruz. Sevgili hocam ‘Heyecanlandırdın beni’ diyor. Diğer hocalar da bir şeyler söylüyor. Dışarı çıkıyorum. Arkadaşların sorularına da cevaplar veriyorum. Sonunda Dondurmacı Abdullah’ı kaçırıyorum.

                                                      Sokak Dondurmacısı

Esas konumuza gelelim.

Dondurma… O yıllarda yapılana su dondurması denirdi. En basit anlatımla… İç içe silindir şeklindeki iki kazanın iç taraftakine meyve püresi ile su konur, kaplar arasına buz parçaları doldurulur, içteki kap sağa sola elle çalkalanarak malzemenin karışım şeklinde donması sağlanır. Kaymaklı dondurma sütle, çikolatalı dondurma süt ve kakaoyla yapılır. Bir  de şeker tabii ki. Usul aynı. O kapları dondurma arabasına koyarlar. Erimeyi geciktirmek için havlulara sarıp izolasyon yaparlardı. Bu yüzden dondurmacılar aradaki buz ve kazandaki dondurma erimeden ürünü satıp bitirmek için acele ederlerdi. Genellikle ter içinde olurlardı bu sebeplerden.

1957’ye kadar Fatih’te oturuyorduk. Dondurmayla tanışmam orada olmuştur. Saraçhane’de alt geçit ile belediye binası yoktu henüz. Kavşağın Fatih Kaymakamlığı tarafında masalarda dondurma yenen bir bahçe vardı. Babam bazı akşamlar oraya götürürdü bizi ailecek. Dondurma bardağında, metal düz dondurma kaşığıyla yerdik. 10 yaşımda Yeldeğirmeni’ne taşındık. Sonrasında da Abdullah Ağbinin dondurması…

Üniversite yıllarımda delikanlı olmuştum ya… Erkek adam dondurma mı yerdi? Yumuşak, tatlı bir şey. Kızlar ve  çocuklar yerdi onu. Yani çevreye uymuş, dondurma yemeyi bırakmıştım.

                     Torunum Küçükken. Hem Kız Hem Çocuk. Mutluluğa Bakar Mısınız?

Ta ki evlenene kadar. Eşim her kadın gibi dondurmaya bayılıyor. Dolayısıyla ben de tabii ki. Bazen eve de paket şeklinde alıyoruz üstelik. Bu sebepten iyi dondurmayı anlar oluyorum ve öylesini bulduğumuzda da oraya dadanıyoruz.

O günlerden bugünlere iyi dondurmacı olarak bellediklerimizi sıralarsam eğer… Moda’da Ali Usta (1980’ler), yıllarca Kınalıada’ya denize gittiğimizde mutlaka uğradığımız dondurmacı Ömer Usta (1980-1990’lar), Bostancı Kasaplar Çarşısı’nda Hafız Amca (1980’ler), Onun yanında çalışan bir çocukken büyüyüp ayrılan ve ilk dükkanını Nokta durağı yolunda açan bugünün ünlü dondurmacısı Yaşar Usta (1990’lar), Esenköy’de meydandaki dondurmacı (1990’lar), Ezine’de oradakilerin pek önemsemediği belediyenin yanındaki çay bahçesinin dondurmacısı (2000’ler), Suadiye Kurudere Sokağı’ndaki dondurmacı (2010’lar) ve Yalova’nın Balım-Tadım dondurmacısı (2020’ler)… Bazıları artık yerinde yoktur belki ama her birine belli sürelerde abone olmuşuzdur.

                                                 Dondurmacı Hafız (Hıfzı) Yorgun

Günümüzde teknik ilerledi. Elle değil elektrikle karıştırılıyor dondurma kazanları. Bir de seyyar dondurmacılar pek yok artık. Dolayısıyla eriyecek diye koşturan satıcı da yok. Dükkanlarda soğuk hava tesisatı var. Malzemeyi bitirme derdi kalmamış.

Ama eski su dondurmasını bulamazsınız günümüzde. Su dondurması yediğinizde susamazdınız. Hatta susuzluğunuzu giderirdi o dondurma. Bugünküler öyle değil. Onlara çabuk kıvam alması için krema katılıyor. Krema uzun süre erimemesine de yarıyor. Bu yüzden günümüzde dondurma yediğinizde üzerine su içesiniz gelir. Bir de kremanın halisliği meselesi var ki o konumuzun dışında kalsın. Yine de fikir vermek için söyleyeyim. Eşim krema satın almaz, süzme yoğurt ile kendine özel bir üretim yapar.

Kadınlar ağızlarının tadını iyi biliyor. Onlara uyan çocuklar da… Oğlumun ve torunumun dondurma yemelerini unutmam mümkün değildir. Hele kız olan torunumun.

Son söz… Ey erkekler dondurma güzel bir lezzettir. Farkına varın. Uzak kalmayın.

ARİF ATILGAN 2025 HAZİRAN