29 Haziran 2024 Cumartesi

 Kent Hafızası

Yalova

YALOVA KAĞITHANESİ

Kâğıt ilk olarak MS.105 yılında Çin’de icat edilmiş. Matbaa ise yine Çin’de MS.593’te kurulmuş. Anadolu’ya kağıt VIII.Yüzyılda gelmiş. Matbaa 1727 yılında Sait Mehmed  Efendi ile İbrahim Müteferrika tarafından İstanbul, Sultanselim civarında İbrahim Müteferrika’nın evinde kurulmuş.

Zamanla ucuz kâğıt temin etme gereği hissedilmeye başlanmış. İbrahim Müteferrika 1744 yılında İstanbul’da kâğıt fabrikası açılması için girişimlerde bulunur. Bu iş için su gerekmekte olduğundan dere kenarı olması tercih edilecektir.

Kâğıthane Deresi’nin çevresi düşünülmüşse de XVIII. Yüzyılın ilk yarısında o mevki saray ileri gelenleri tarafından beğenildiğinden talim, yarış, mesire yeri olarak değerlendirilmiş. Dolayısıyla Onların binaları yapılmış. Sonunda kâğıt fabrikasının Yalova’da kurulmasına karar verilmiş. Bu iş için Lehistan’dan 3 kâğıt ustası ile anlaşılmış. Onlar buraya gelip belirli ücret karşılığı ustalara işi öğretecekler ve sonra ülkelerine döneceklerdir.

1744 yılında Yalova’da Çardaklı mevkiindeki değirmenin bir fermanla İbrahim Müteferrika’ya kiraya verilmesi istenir. Aynı vesikada gerekli malzemelerin alınması da istenmiştir.

Koyu Mavi-Bent/Ark, Açık Mavi-Hırka Deresi, Kırmızı Çerçeve-Değirmen, Sarı Çerçeve-Amcamın Evi.

1745 yılında Yalova Kâğıthane’si, Hırka Karye’si (Köyü) arazisi içindeki Çardaklı Değirmeni’nin müceddeden (yeni baştan) yapılmasıyla kurulur.  O yıllardaki belgelerde Karamürsel nahiyesi, Hırka Deresi mevki, Hacı Mehmed Çiftliği Karyesi (köyü) olarak tarif edilmiştir. Burası Yalova’da Hacı Mehmed Köyü arazisinin denize en yakın bölümü olan Kamber Baba mevkiidir. Fabrika için gerekli olan su Hırka Deresinden sağlanmıştır. Dere, Karaçalı mevkiinin 500 metre yukarısından bent/kanal açılarak ayrı bir kol ile değirmene ulaştırılır.

Bend ve arkların temizliği işi ise Elmalık Köyü’nün gayrimüslimlerine verilir. Onlar bu işi ücretsiz yaparlar ama karşılığında devlete olan sorumluluklarından muaf tutulurlar.  

İbrahim Müteferrika üç Lehistanlı kâğıt ustası ile kâğıt üretimine başlar.

Üretilen kâğıtların üzerine filigran olarak ‘Yalakabad 1158’ yazılmıştır.  (Hicri takvime göre 1158 yılı miladi takvime göre 1745 yılına denk geliyor.) Kalitesi Avrupa’dakilerle eşittir. Hammadde olarak kullanılan ham bez, pamuk ve keten bezi İstanbul’da eskiciler tarafından halktan toplanır. Bu malzeme Kâğıthane’de tunç dibeklerde dövülerek bol su ile temizlenir. Temizleme işlemi, akan suyun çarkı, çarkın ağaç mili döndürmesi, dönen milin de tokmakları kaldırıp indirmesiyle gerçekleştirilir. Yoğurt kıvamında olan köpük, suyun üzerinden alınıp saklanır. Üretim yapılacağı zaman ağzı geniş bir fıçı içine konarak karıştırılır, ayran kıvamına getirilir. Dört köşeli bir elekle suyun üzerinden alınır. Geniş bir keçe üzerine konur ve kuruması için sırıklara asılır. Yazı yazılabilecek duruma getirmek için kaynamış paça suyu şap ile terbiye edilmiş suya batırılır. Tunç mengenelerde sıkılır. Satışa gönderilir. Daha sonra mühürlenir.  

1747 yılında Leh’li ustalar ülkelerine döner. İbrahim Mütefferika vefat eder. İşleri Elmalık Köyü Rumlarından 12 kişi devam ettirir. 

1758 yılında Kâğıthane kapatılır.

1760 tarihinde Yalakabad (Yalova) kadısına (hâkim) ve serdarına (başkomutan) yazılan yazı ile Kâğıthane ile ilgili bilgi istenmiştir. Verilen cevapta Kâğıthane’nin kapanma sebepleri yazılmış. Artık kullanılmayan araç gereçler ise İstanbul’a götürülerek ilgili yerlere teslim edilmiştir. En önemli sebep Voyvoda ( Devlet adına vergi toplayan) Bostancı Ali Ağa’nın burayı çiftliği gibi kullanmaya başlamış olmasıdır.

1804 yılında III.Selim, kağıt fabrikasını Kağıthane’ye yaptırdıysa da kısa bir  süre  sonra fabrika Beykoz’a nakledilmiştir.

Yalova’daki Kâğıthane binası tekrar değirmen olarak faaliyete başlar. Tam olarak tespit edemediğim sonraki yıllarda faaliyeti bitmiş. Metruk olarak duran bina 1996 yılında belediyece yıkılmıştır.

Şimdi olayı yaşadıklarıma ve gördüklerime göre günümüze uyarlayıp daha anlaşılır şekilde yazayım.

Kâğıthane, Yalovalıların “değirmen” olarak bildiği Kamber Baba mevkiindeki binadır. Burası şimdiki Vega isimli AVM’nin karşısındaki Cemevi’nin civarındadır. Hırka Deresi ise şimdiki Safran Deresi’dir. Derenin yatağı aşağı kotta Sazlık mevkiinin ortasındadır. Yani şimdiki Adnan Menderes Mahallesinin içinde…

Yüksek kottaki Kağıthane’ye alçak kottaki Safran Deresi’nin suyu bağlanmak istenmiş. Bunun için derenin yüksek kotta olan bir noktasından kol ayırmak gerekiyor. O noktayı Hacı Mehmet Köyünden sonraki Karaçalı Mevkiinden Kurt Köye doğru 500 metre mesafede tespit etmişler. Oradan ayrılan bent Hacı Mehmet Köyü mezarlığının arkasındaki yol kenarından devam etmiş. Hatta mezarlık altını geçince iki kol olmuş.

Bu iki kolun üstte olanı Kamber Baba’daki Kâğıthane’ye geliyor. Yaklaşık 4-5km. Daha sonra sağa dönerek yol kenarından tekrar dere yatağına bağlanıyor.

Açık Mavi Hırka Deresi, Koyu Mavi İse Bent/Ark.

Ben değirmeni de bendi de gayet iyi bilirim. Zira değirmenin üst tarafındaki arazi bizim sülalenindi. Oraya koyunlar için mandra yapılmıştı. Güvenlik için çoban köpeklerimiz vardı. Amcamlardan biri kalıyordu ama şartlar oldukça kötüydü. Orada kalana doğru düzgün yer gerekiyordu.

1957 yılında mandıra ile değirmen arasına bir ev yapıldı ve küçük amcam ailesiyle oraya taşındı. Değirmen boş ve metruktü. 2 metre civarı eni olan bent bizim arazinin sınırı gibiydi. Ovadaki bahçeleri sulamaya yarıyordu.

Bahsetmeden geçemeyeceğim. Bendin değirmen tarafında iki dev erik ağacı vardı. Elma büyüklüğünde erikler olurdu. İstanbul’dan geldiğimde köpeklerden korktuğumdan o ağaçlara çıkar amcamlara seslenirdim. İskeleden oraya kadar yürüdüğümü yazmama gerek yoktur sanırım.

Fatih Caddesi’nden sonra ev yoktu. Stadyumun yerinde, ortasında top sahası olan geniş bir çayır vardı. Bugün değirmeni bildiğini söyleyenler ancak 1970-1980’lerden sonra o civara gelebilmişlerdir. Zaten o yıllarda yapılaşma da oralara kadar çıkmıştı.

Gelelim Değirmen’e… 2 katlı bir yapıydı. İçine girmedim. Zira kapısı yarıya kadar toprağa gömülmüştü. Arka tarafında küçük bir oda büyüklüğünde (3mt/3mt gibi) havuz vardı. Sanırım bendin suyu önce oraya doluyor, sonra basınçla akıtılıyor ve çarkı döndürüyordu. Çark ta içeride üst üste olan değirmen taşlarından üsttekini döndürüp iki taş arasına akıtılan buğdayı öğütüp un yapıyordu.   

 

1970’lerde Değirmen. (Bülent Yüksekol Arşivi)

1988’de Değirmen. (Ayşe Kulaber Arşivi.)

Günümüzde her taraf bina dolduğu için o günlerdeki durumu hayal ettirebilmek zordur. Tarım yapılan ovayı sulayan bent en son 1990’lardaki hava fotoğraflarında görünüyor. Tespit edebildiğim kadarıyla Şehit Ayhan Saybo Caddesi eski bendin üzerine denk getirilmiş. Değirmenin yerini de yukarıda yazdım.

Ülkemizde genel olarak koruma anlayışının olmaması beni çok üzer. Maalesef bu durum Yalova’da da öyledir. O bendi ve değirmeni hep merak etmiştim. Zorlama olarak görmüştüm oraya bent ile su getirilmesini. Su değirmenleri o yıllarda Paşaköy’de vardı. Şimdi Paşaköy bile yok.

1745 yılında buradaki değirmeni Kâğıthane yapıyorlar. Osmanlı’nın ilk Kâğıthane’si… Yani değirmen daha da eski. Ne zaman yapılmış bilmiyoruz. 1758 yılında bina tekrar değirmen oluyor. Ne zaman metruklaşıyor bilmiyoruz… Belli ki bent de o yıllarda açılmış. Kazma kürekle. Neredeyse 300 yıl… Öncesi de var ama onu da bilemiyoruz. Müthiş bir geçmiş. Müthiş bir tarihi bilgi…

Günümüze kalan hiç bir şey yok. Yazık... Yazık... Yazık... 

ARİF ATILGAN 2024 HAZİRAN

Not: Bugün o çevredeki en eski bina 1957 yılında yapılışına şahit olduğum amcamın tek katlı evidir.

https://atilganblog.blogspot.com/2024/06/hafzas-yalova-yalova-kagithanesi-kagt.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/yalova-ka%C4%9Fithanesi%CC%87

 

22 Haziran 2024 Cumartesi

 Anı-Öykü

KADIKÖY, YALÇIN (UÇMAK) AĞABEYİNİ KAYBETTİ

1960’lar…  Onu eski Fenerbahçe Stadı’nda Boksör Yalçın olarak tanımıştım. Formasını giyer, sahaya çıkar ve kapalı tribünün duvarlarına şut atardı. Sonraları Caferağa Sahasında o mahallenin takımı olan Caferağa formasıyla tanıdım. Onlar oraya Adliye derlerdi. Yanan eski Adliye binası dolayısıyla…

1970’ler… Sahayı ışıklandırmış ve gece maçları oynatmaya başlamıştı. O maçlarda birçok şöhretli oyuncu oynamıştır. Başka takımların oyuncuları da oynamıştır ama Fenerbahçeli oyuncuların çoğu Onun takımında oynamıştır.

Şunu belirtmeden geçemem. Onun ve o sahanın sebebiyle birçok oyuncu yetişmiştir Türk futboluna.

Balıkçılığını sonradan öğrendim. Kadıköy Çarşısında dükkânı varmış. Bu sebepten çoğu kişi Balıkçı Yalçın der Ona. Bizler Yalçın Ağbi derdik.

1980… O sahaya önce Caferağa Spor Salonu, ardından Barış Manço Kültür Merkezi inşa ediliyor.

Yalçın Ağbi’nin Caferağa Spor Salonu’nun büfesini işlettiğini duyuyorum.

Neredeyse bir yıldır o Salonun yakınındaki Baklavacı arıyordu beni. Kitaplarımı almış. Hem tanışmak hem yazılarımdaki yer-kişi-zamanları öğrenmek hem de kitapları imzalatmak istiyordu. 3-4 ay önce yolum düştü. Oturduk. Sohbet ettik. Caferağalıydı. Yalçın Ağbi’den de bahsettik. Dedim ki ‘Büfedeyse gidip tanışalım. İki laf edelim.’ Hemen telefon etti. Rahatsızmış. Evindeymiş.

Yalçın Uçmak

Bugün o mahallenin insanlarının sosyal medya paylaşımlarından Onu kaybettiğimizi öğreniyorum. Keşke İstanbul’da olsaydım ve sevgili büyüğümüze son görevimi yapabilseydim.

Kadıköy farkında mı bilmiyorum ama tarihine geçecek isimleri kaybediyor. Allah Rahmet Eylesin Yalçın Uçmak Ağbiye.

ARİF ATILGAN 22/05/2024

Not: Eski fotoğraflarından birini koymayı isterdim ama maalesef bulamadım.

https://atilganblog.blogspot.com/2024/06/kadikoy-yalcin-ucmak-agabeyini-kaybetti.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/kadik%C3%B6y-yal%C3%A7in-u%C3%A7mak-a%C4%9Fabeyi%CC%87ni%CC%87-kaybetti%CC%87

 


20 Haziran 2024 Perşembe

Köşe Yazısı

YALOVA AKASYA PLAJI BÖLGESİ

Safran Deresi’nin denize aktığı bölgeden bahsetmek istiyorum. Derenin Termal tarafında Gazipaşa Caddesi ve bu caddenin kara tarafında Fatih Caddesi bulunmaktadır. Yani Tigem’e kadar uzanan, denize en yakın iki cadde… Kumsala da Akasya Plajı deniyor.

Bu caddelerde 1999 Depreminden kalma eski binalar var. Bu binalar yıkılıp yenileri yapılmaya başlandı. Diğer yandan Gazipaşa Caddesinde yiyecek satan seyyarlar daha doğrusu seyyar-sabitler var. Bunlar Belediyeden izinli ve yerleri sabit. Zamanımız belediyelerinin yeni icadı. Bugünlerde seyyar-sabitler kumsala indirildi. Orada boşluk bulunmuş.

Amaç trafiğe kapalı olan Gazipaşa Caddesi’nin boşaltılmasıymış. Yani dolu olan bir yeri boşaltmak isterken boş olması gereken bir alan dolduruluyor. Umarım Gazipaşa Caddesi’ne de başkaları getirilmez.

Seyyar-Sabitler Kumsalda.

Öncelikle ifade edeyim ki kumsalın küçültülmesi asla kabul edilmemelidir. Aslında o kumsal yola kadardı. Zamanla doldurularak küçültüldü. Hâlbuki kum binlerce yılda oluşur. Yani biz değer bilmeden yok etmeye devam ediyoruz.

1973 Yılı Görüntüsünde Kumsal Var

2024 Yılı Görüntüsünde Kumsal Doldurulmuş

Burada yapılması gereken planlamayı tarif etmek istiyorum. Kişisel önerimi yani…

Gazipaşa Caddesi’ndeki parseller ‘turizm’ fonksiyonuna sokulmalıdır. Yani buralarda otel, pansiyon vs yapılabilmelidir. Diğer yandan Gazipaşa Caddesi’nin deniz tarafında hiçbir şey olmamalıdır. Çay bahçeleri, çocuk parkı, hediyelik eşyacılar, gümüşçüler vs hepsi kaldırılmalıdır. Caddenin deniz tarafı tamamen boşaltılmalı ve kumsal eski sınırına getirilmelidir. Kafeler ve restoranlar binaların altında olmalıdır.

Gazipaşa Caddesi’ne sadece hediyelik eşyacılar ve gümüşçüler tezgâh açabilmelidir. Onlar da caddenin bir kenarında sıralanarak... Dere tarafında gümüşçülerin bitişiğindeki beton alana ise henüz sözleşme süresi bitmemiş, çay bahçesi önüne getirilen seyyar-sabitler konabilir. Süreleri bittiğinde o beton alan da kumsala katılmalıdır.

Yalova turizm kenti olmaktadır. Bunun için kimseye taviz vermeden alınması gereken kararlar vardır. Aksi takdirde arabesk bir şekilde gelişecektir. Geç kalındıktan sonra yapılacak düzeltmeler ise yarım yamalak olacaktır.   

Hıyaban denilen iki yanında çınar ağaçları bulunan cadde kesinlikle korunmalıdır. Burası bize Atatürk’ten kalmış bir eserdir.

Bu düzenlemeyle deniz kıyısında geniş bir kumsal olacaktır. Burasının çöpsüz temiz kullanılması için çöp konteynerleri konmalı, insanlar çöplerini oralara atmaya alıştırılmalıdır. Kumsal belediye tarafından her sabah erkenden temizlenmelidir. Hatta oradan sorumlu bir belediye işçisi olmalıdır. Bu arada yaz mevsiminde, 3 ay buradaki inşaat çalışmaları durdurulmalıdır.

Kendini Yalovalı sayanlardan çok daha eski Yalovalıyımdır. Dedem ve çocukları 1924 yılı mübadelesinde gelmişler. Her ne kadar İstanbul’da yaşadıysak ta her yaz Yalova’ya gelir kalırdık. 10 yılı geçen bir zamandır da buradayım. Yani buraları 1950’lerden beri bilirim. Üzülerek söylemeliyim ki Yalova hor kullanılmış. Korunan eski eser vs yok mertebesinde. Hatta Yalova’ya özel bir şey de bırakılmamış. Örneğin eskiden elma vardı. Elma bahçelerine bina doldurulmuş.

Beni bilenler bilir. Eleştiri ve iltifatlarımda siyaset yoktur. Kent vardır. İnsan vardır. Yalova için başka yazılar da yazacağım.

ARİF ATILGAN 2024 HAZİRAN

 https://atilganblog.blogspot.com/2024/06/hafzas-yalova-akasya-plaji-bolgesi.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/yalova-akasya-plaji-b%C3%B6lgesi%CC%87

 


8 Haziran 2024 Cumartesi

 Anı-Öykü

İLK ARABAM

1974… O yılların ifadesiyle otomobil demem gerekir ama bugüne göre araba diyorum. Nereden çıktı bu demeyin. Araba kullanmanın keyfini bizler çıkarmıştık o zamanlar. Anlatayım.

Reno12TL. 68 binTL. Gri. Mimar rengi. Plakasını da yazarım ama şimdi nerelerdeyse yanlış olur. O yıllarda genellikle yabancı arabalar var. Onlar da eski modeldir çoğunlukla. Yerli olarak sadece Anadol var. Kaportası fiberglas. Reno bir anda ortamlarda İN olmuştu.

Henüz sokaklarda araba yok. İnsanların arabaları yok zaten. Bizim sokakta sadece benim arabam var. Kapının önüne park ediyorum. Gözümün önüne. Birine misafir gelip benim yerime park ederse gitmelerini bekliyor, gittiklerinde arabamı yerine çekiyorum. Yani tam gözümün önüne...

Karaköy’de çalışıyorum. Perşembe Pazarı’nda. Küçükyalı’daki evimden 20 dakika önce çıktığımda 8.00 vapuruna yetişiyorum. 8.20 de Karaköy’deyim. 8.30’da mesaiye başlıyorum. Kadıköy’de park ettiğim yerleri söylersem bugünün şartlarında inanan olacağını sanmıyorum. İlk zamanlar İskelenin önüne… Yanlış okumadınız. İskelenin tam önüne park ediyorum. Akşam dönüşte vapurdan inip arabama biniyorum. Daha sonra oraya taksiciler gelmeye daha doğrusu çoğalmaya başlayınca PTT’nin arka sokağına bırakmaya başladım. Zaten oralardaki mekânlara takılmaya başlamıştım. 


Birkaç anı anlatayım…

Kadıköy’deki restoranlardan birinde 5-6 arkadaş oturuyoruz. Aramızdan biri sigortacı... İzmir’e gidecek. Galata yolcu binasının rıhtımından kalkacak gemiyle… Tam saatini anımsamıyorum. Kadıköy’den son vapura bindiğinde Karaköy’deki gemiye yetişecek şekilde hesap yapmıştık. Eh. Masa muhabbeti iyiymiş ki biz saati geçirmişiz. Son vapuru kaçırdı. İzmir’de önemli toplantıları var. Üzülmekten ayıldı sanki. Durdum. Düşündüm.  ‘Atla arabaya’ dedim. Tabii tüm masa hep birlikte 5 kişi. Geminin Karaköy’den kalkmasına 20 dakika var. Doğru Boğaz Köprüsü, Yıldız Yokuşu inişi ve Karaköy… 15 dakika. Gemiye yetiştik…

Bostancı’da sandalımız var. Motorlu filan değil. O zamanlar motorluyu çok zenginler alabilirdi. Kürekli… Yaz akşamları İskele üzerindeki çay bahçesinde takılıyoruz. Balığa sabah erken çıkılır. Yani iskele civarında kimseler yokken... Bir sabah ortalık bomboşken arabayı tam iskele girişinin önüne bırakıp balığa çıkmıştık. Akşam denizden döndüğümüzde araba yerindeydi. Ortam çok kalabalıktı hâlbuki…

İki arkadaşımın daha arabası vardı. Uğur’unki Anadol’du. Babasınındı. O araba öğrencilikten itibaren çok kahrımızı çekmişti. Bir de Okay’ın yeni Reno’su vardı. Onlar Kimya mühendisiydi. Aramızda oynadığımız bir oyunu anlatayım. O yıllardaki arabaları stop ettiğinizde ve de vitesi boşa aldığınızda yokuş aşağı kendi yürür giderdi. Şimdikiler kilitleniyorlar. Küçük Çamlıca’da vitesi boşa alıp stop eder ve Kadıköy İskelesine kadar inerdik. Yollar bomboştu. Hızınızı kesecek hiç bir şey çıkmazdı önünüze. Çıksa da hafif frenle ağırlaşır yine devam edebilirdiniz. Sadece şimdi yayalaştırılmış olan Halitağa Caddesi’nde düzlük vardır. Orada hızınızı kesecek bir şey çıkmamalı idi. O düzlüğü Altıyol’dan Kadıköy’e inen Söğütlüçeşme Caddesi’ne kadar geçerseniz.  Kadıköy İskelesinde bulurdunuz kendinizi.  

Maaşım 3000TL idi. 20TLlik benzin normal yaşamımda 1 hafta yetiyordu. Park yeri sorunu henüz icat edilmemişti. Nereye giderseniz gidin her yer boştu. Hatta yer beğenmeyebilirdiniz.  

Bir boya firmasında çalışıyordum.. Büro Perşembe Pazarı’nda, fabrika Alibeyköy’deydi. Fabrikada sadece patronların arabaları olurdu. Diğerleri mal getirip götüren kamyonlar vs idi.  Bayramoğlu’nda arazi satın almıştık fabrikayı oraya taşımak için. Alibeyköy’deki binada bana bir oda vermişlerdi. Proje çalışması yapıyordum. Patronum demişti ki ‘Otopark alanını büyük tut. İleride işçilerin bile arabası olacak.’ ‘Hadi canım’ demiştim içimden. ‘İşçiler araba sahibi olabilir mi?’ İtiraf edeyim. Benden daha gerçekçi ilerisini görmüştü.  

Patronum haklı çıkmıştı. Bir süre sonra herkes araba sahibi olmuştu. Yirmili yaşlarda solcu, tıfıl bir mimardım. Hayatı ve gerçekleri henüz bilemiyordum. Patronum bana hayat dersi vermişti. ‘Fabrikalar 3-5 kişiye mal üretmek için kurulmaz. Üretimini tüm topluma satmak için kurulur.’ Nitekim sonraki yıllarda herkes araba sahibi olmuş, araba sayısı çoğalmış, kentlerin en önemli sorunu trafik ve otopark olmuştu.  

Özetle… Bizler, 1970’li yıllarda arabalı olmanın keyfini yaşayan kuşak olmuştuk.

ARİF ATILGAN 2024 HAZİRAN

https://atilganblog.blogspot.com/2024/06/ilk-arabam-1974-o-yllarn-ifadesiyle.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/i-lk-arabam

 

7 Haziran 2024 Cuma

 Anı-Öykü

YALOVA’DAN ANIMSAMALAR

Yalova’da markete uğradık eşimle. Sonra da fırına… Eşim ekmek almak için fırına girdiğinde etrafı seyrediyordum. Apartmanlar, caddeler, arabalar, dükkânlar ve tabii insanlar. Bir an eskilere gittim. Oraların bereketli ova olduğu yıllara… Anlatayım…

2013 Yılında Karadan Yalova’ya Bakış. Yeni Hastane ve Meslek Lisesi Henüz Yok.

1950’ler ve aynı sayılan 1960’lar… Hacımehmet Ovas’ıdır burası. Eski adıyla Sazlık mevkii. Bulunduğum civarda bir derihane vardı. Mezbaha da derlerdi ama esas orada deriler tabaklanırdı. Çevre pis kokar, o kokudan huylanan hayvanlar oradan geçmek istemezlerdi. At, eşek, sığır, koyun… Hiçbiri… İnce toprak bir yol vardı. Ancak at arabası veya öküz arabası geçebilirdi. Ama Derihanenin haricinde bütün ova bir cennet sayılırdı. Orası da ekinlerin arasında kaybolurdu zaten.

Mısır, fasulye, patlıcan… Aklınıza gelebilecek her şey yetişirdi bu ovada. Yalova’nın top sahasından başlar, Hacımehmet Köyü’nün mezarlık altına kadar uzanırdı. Köy tarafından girerseniz ekinlerin arasında kaybolarak top sahasına kadar yürüyebilirdiniz. Veya tersi… Bir gün ekinlerin arasından karşımıza tüfekli bir avcı çıkmıştı da biz de o da korkmuştu.

Ovanın ortasından Safran Deresi akardı. Biz o yıllarda Kocadere derdik. Derenin bir tarafı Kamberbaba’nın alt hizası, diğer tarafı Karatepe’nin alt hizasıydı. Bereket saçılan topraklardı. Akşam karanlığı alaca olunca aradaki patika yollarda tarlalardan dönenler görülürdü. At veya eşeğin semerinin iki yanına genellikle kobak denilen mısırlar yüklenirdi. Eve gelince içinden mısır koçanları ayıklanarak alınır geri kalan yeşilliği hayvanlara verilirdi. Ova, fazla su istemeyen kavun, karpuz, buğday, tütün gibi ekinler için harcanmazdı. O tip bitkiler tepelik bölgelerde de yetişirdi çünkü.

Akrabalarımızın evi Hacımehmet Köyü’ndeydi ama 1957’de Kamberbaba’ya da bir ev yapılmıştı. Oraya küçük amcam ve ailesi yerleşmişti. Merkezdeki Fatih Caddesi’nden sonra hiçbir yerleşim yoktu ve iskele dâhil her yerden sadece amcamın tek katlı evi görünürdü. Bugün apartmanların arasında kaybolmuştur bu ev. Elektrik, su yoktu. Bir aralık bahçeye bir musluk bağlanmıştı. Elektrik uzun yıllar Yalova merkezinin dışında da yoktu zaten.

Kamberbaba’daki evin alt tarafında su benti vardı. Sonradan yapılan bir kanalla Hacımehmet Köyü’nden gelen Safran Deresi’nden bir kol ayırmışlardı. Mezarlık arkasından gelen bu kol ovanın üst tarafından akardı. Kamberbaba’daki su değirmeni için yapılmıştı. Ama ova tarafındaki yüksekte kalan tarlalara da buradan su verilirdi. 2-3 MT genişliğinde bir suyolu idi. Amcamın evi değirmenin yukarısındaydı.

Kamberbaba’daki Su Değirmeni Vardı

Yani Kamberbaba’da şimdiki Armagaz önünden başlayan yol Hacımehmet Köyü mezarlık altına kadar giderdi. Alt kottan o yola paralel suni yapılmış suyolu akardı. Yine paralel olarak ovada tarlaların arasında bir patika yol bulunurdu. O yoldan sonra şimdiki Karatepe üzerinden Yalova’yı Hacımehmet ve Safran Köy’e bağlayan, bugün de olan ama o günkü haliyle toprak olan yol vardı. Bu yollar geçtiğimiz yıllara kadar köy yolu ölçüsünde ve görünümündeydi.

Bir de Köydeki Gran Tepesi’nden başlayıp Sırt Tepe’den devam eden yol vardı. Bu yol şimdiki Kazım Karabekir ve Özden Mahallelerinin arasındaki sınırdır. Tepeden Kamberbaba’ya inilirdi. Yolda yer yer koruluklar vardı. Gerek alt yoldan gerek bu yoldan Hacımehmet-Kamberbaba arasını yürürdük hep. Karanlık zamanda isek bin bir çeşit hayalet hikâyesi anlatarak ve de hayal ederek. Hem korkar hem giderdik nedense.   

Kamberbaba’daki amcamın evinin çevresi boştu. Biraz aşağıdaki su değirmeniyle arada biraz önce bahsettiğim bent vardı. Evin yakınında sığırlar için ahır, biraz daha uzakta da koyunlar için mandra bulunurdu. Tavuklar ahırın içindeki tüneklerde yatarlar, folluğa yumurtlarlardı. Tabii bazen yol kenarlarını sınırlayan böğürtlen çalılarının dibine de kendiliğinden folluk yapıp yumurtlayanlar hatta o yumurtaları biriktirip kendi kendine kuluçkaya yatıp civcivleriyle ortaya çıkıverenleri de olurdu. Tabii elektrik bile olmayan bu dağ başında kalmak için köpekler vardı. Kışın kurtlar gelirdi. Evin çevresinde genellikle bostan ekilirdi. Henüz su bağlanmamıştı. Paşa Köyden alınan iyi su küpe konurdu. Ben küpe maşrapa daldırıp su içmeyi sevmezdim. Bostandan kopardığım karpuzu ağaç dibine vurup kırar onu yerdim. Susuzluğumu çok iyi giderirdi. Evin karşı tepesinde iki meşe ağacı vardı. Koyunları öğlen sıcağında o ağaçların gölgesinde dinlendirirdik. Kuzenlerim kışın Yalova’daki okullarına gidebilmek için çizme giymek zorundaydılar. Zira evden Fatih Caddesi’ne kadar çamursuz yol olmazdı.

Koyunlar demişken. Sabah sütleri sağılarak çayıra çıkarılır. Akşam sütleri sağılarak ağıla sokulurlardı. Tabii kuzuları olanlar bırakılırdı. İnekler de gündüz çayırda otlarlar, akşam sağılarak ahırlarına sokulurlardı. Buzağısı olanlar kesinlikle yavrularına süt saklarlardı. En önemli ulaşım aracı at, eşek, at arabası ve öküz arabası idi.

Evin deniz tarafına doğru aşağısındaki su değirmeni artık çalışmıyordu. Biz çocuklar havuzunun içinde su perisi olduğuna inanır ve karanlıkta yakınına gitmeye korkardık.

2 yengem Kirazlı Köy’dendi. Bazen giderdik o köye. Tabii yürüyerek. Hacımehmet köyünden çıkar, Karatepe’den Bursa Yoluna iner ve oradan karşı taraftaki Kirazlı Köy’e giderdik. Yemyeşil ağaçlıklı bir köydü. Çok severdim orayı.

Köydeki eve gelirsek… Konuşmalardan anladığım kadarıyla 1940’ların sonu veya 1950’lerin başında yapılmış. Hacımehmet Köyü’ndeki ev yaklaşık 2 dönüm arazinin içindeydi. Önceleri 3 amcam ve aileleri ile babaannem otururdu burada. Dedem ben doğduğum yıl ölmüş. O yüzden bana Onun adını vermişler.

Evin tepe tarafındaki Gran denilen yerde mandıra bulunurdu. Sonradan öğrendim ‘gran’ (veya ‘gıran’) tepedeki düz yer demekmiş. Koyunlar orada, sığırlar ve tavuklar köydeki evin ahırında yatarlardı. Bahçenin sınırlarında dut, erik, incir, nar vs çeşit çeşit ağaç vardı. Köpekler Gıran’daki mandırada olurlardı.   

Bu evde tüm sülale (babaannem, 3 amcam ve aileleri) hep birlikte yaşarken Mezarlık altındaki tarlaya tütün veya buğday ekilirdi. Köyün dağ tarafında, Karaçalı mevkiindeki tarlaya buğday ekilirdi. Mezarlık Altı’nın karşısında ise köyün merası bulunurdu. Meranın üst kısmında bizim mandıra, mandıranın üst tarafında ise karpuz-kavun ekilen tarla.

Karatepe’ye tütün ekilirdi. Bazen de buğday. Aklımda kaldığı kadarıyla Kamberbaba, Hacımehmet Ovası (Sazlık Mevkii), Mezarlık Altı, Mera, Gran, Karaçalı, Karatepe bizimkilerin ekip biçtiği tarlaların bulunduğu yerlerdi.

Yazıda Kamberbaba’daki evi önce anlattım ama ilk yapılan ve yerleşilen ev Köydeki evdir. Kamberbaba’ya oradaki araziyi korumak için ev yapılmıştı. Küçük amcam gönüllü oraya yerleşmişti.

Hep birlikte köydeki 2 katlı evde kalındığı günlerden de bahsedeyim. Yani küçük amcamın Kamberbaba’ya taşınmadan önceki 1950’li yıllara… O yıllar köylünün yoksunluk yıllarıydı. Elektrik, su yoktu. Benim dikkatimi çeken hiç kimsede saat te yoktu. Güneş doğunca uyanılır, hava kararınca yatılırdı. Tam bizim evin önüne bir tulumba koymuşlardı da oradan su çekilirdi. Aşağıdaki dereden güğümlere doldurulan su evdeki küpe aktarılır ve o su içilirdi. Ben çok zorda kalmadan o suyu içmezdim. Meyvelerle susuzluğumu gidermeye çalışırdım. Bazen Paşa Köyden iyi su getirilirdi. O suyu içerdim. Hastalanan hayvanlar için sadece Paşaköy’de baytar vardı.

Büyükbaş hayvanlar köydeki evin bahçesine bağlanırdı. Sayıları 200 civarı olan koyunlar ise Gıran’daki mandıraya. Bütün sürüden bir sığırın verdiği kadar süt sağılırdı. Ama koyun sütü sığır sütünden daha kıymetlidir. Gerek mandıradaki koyunlardan sağılan gerekse evdeki sığırlardan sağılan süt güğümlere doldurularak Yalova’daki süthaneye götürülürdü. Tabii bu işi de atıyla küçük amcam yapardı.

Köyde sabah kahvaltısında tencerede yapılan çay içilirdi. Yanında ekmek peynir zeytin. Ne bulunabilirse. Öğlen herkes işinin başındadır. Kimi tarlada kimi hayvan otlatmada vs. O bakımdan sabah evden çıkarken içinde azık denilen ekmek ve yanında domates, biber vs gibi katık bulunan çıkın ile gidilir. Öğleyin o yenirdi. Akşam ise evde ne varsa o pişirilir yenirdi. Akşam yemeği çeşitlerinden fasulye çorbası meşhurdur. O kadar çok insanı başka türlü doyurmak mümkün değildir. Seyrek te olsa hiçbir şey yoksa yağlı su çorbası da olabilirdi. En sevdiğim ise ocakta döndürme yapılmasıydı. Yemek seçtiğim için Yengem benim hatırıma yapardı. Yufka gibi açılmış hamurun alt-üst edilip kızartılmasıydı. İnanamıyorum şimdi restoranlardaki sayısız çeşidi olan köy kahvaltılarına… Tüm ülke gibi köylüler de yoksuldu o yıllar.

Ayaklarda çarık olurdu. Sanırım sığır derisinden yapılırdı. Onun daha lüksü markasıyla anılan Cızlavedlerdi. O da kara lastikten yapılmış bağsız ayakkabıydı. Ama bunları da bulamayıp yalınayak gezenler de olurdu. Çok kötümser olmayalım. Ender de olsa bazen tavuk, koyun kesilir, evin önündeki köy fırınında pişirilir ve ziyafet çekilirdi. Köy fırını her evin bahçesinde bulunan 2 metrekare tabanlı dairenin üzerindeki yarım küre şeklinde bir yapıdır. Daha çok ekmek yapılmasında kullanılırdı. Ben kara ekmek dedikleri köy ekmeğini pek sevmezdim. Ama sıcak iken özellikle kabuklarına bayılırdım. Bir de babamın her geldiğinde yaptığı yoğurt tatlısına…

Tarlada orakla biçilen buğdaylar saplarıyla balya yapılır harman yerinde taneleri ayrılırdı. Köyün harman yeri yanlış anımsamıyorsam Mezarlık altındaki meranın ucundaydı. Ben daha sonraki tarihlerde Kamberbaba’daki Emir Bayırı’nın arkasında bir yeri de anımsıyorum. Harman Yerini çocuklar çok severdi. Ben de. Burada köy halkı hep birlikte imece usulü çalışırdı. Buğdaylar saplarıyla serilir, üzerinde dü(ö)ven denilen aletle dolaşılırdı. 1-2 metrekarelik Düven, altında sivri çakıl taşları olan tahtalardan yapılan bir aletti. Öküz veya atla çekilirken üzerine genellikle çocuklardan biri otururdu. Büyükler ağır geliyordu sanırım. Düven, altındaki çakıl taşlarıyla buğdayı saplarından ve başaklarından ayırırdı. Sonraki safhada kürekle veya diğrenle yerdeki buğday, başak ve sapları havaya fırlatılır. Buğdaylar yere düşer diğerleri etrafa uçardı. Tabii bu işlem için rüzgâr olması gerekirdi. Yoksa ertesi gün rüzgâra bakılıp gelinirdi. Bu arada buğdayları hayvanların yememesi için nöbet tutulurdu. Harman sonrası sap ve saman hayvanlar için, çuvallara doldurulan buğday taneleri ise insanlar için Harman Yerinden kaldırılırdı.  

Eve getirilen sap saman ahıra konurdu. Buğdaylar ise evin alt katındaki bir odaya… Biz çocuklar geceleri bir odada oturup çeşitli oyunlar oynardık. Elektrik su olmadığı için oda karanlıktır. Sadece gaz lambası yanıyor. Ama o da ancak çevresine ışık veriyor. İşte böyle bir gecede kardeşim ayaktayken aniden ortadan yok oldu. Gaz lambasıyla odanın etrafını aydınlatıp ararken gördük ki ocağın (şöminenin) önündeki tabanda 2 tahta yok ve orası aralık. Hemen alt odaya indik. Oraya buğdaylar depolanmıştı. Kardeşim oynarken o aralıktan aşağı düşmüş ama buğdaylar olduğu için onların üzerine gelmiş. Çok korkmuştu. Babaannemin ‘Çocuğa dumbuldak (takla) attırın’ demelerini unutamam.

Her odada bugünün şöminesiyle eşdeğer ocak vardı. Isınma-pişirme için kullanılırdı. Bir de gömme dolap şeklinde yerleştirilmiş banyo. Ama su yoktu. Su olacağına göre hazırlanmış herhalde.

Tütün toplamak için erkenden gitmek gerekirdi. Yapraklar çuvallara konur, evde günlerce oturup tütün dizilirdi. Kadınların tütün dizerken ki muhabbetleri çok hoş olurdu.

Çamaşır derede yıkanırdı. Köyün kadınları ateş yakıp kazanda su kaynatırlardı. Çamaşırlar külle paklanır, derede taşlanarak yıkanırdı.

Yalova’dan köylere vasıta yoktu. Atla, eşekle veya at arabası, öküz arabasıyla gidilir gelinirdi. Veya yürünürdü. Köy ile Yalova merkez arası mesafe 5 Km’dir. Biz İstanbul’dan geldiğimizde babam Yalova’dan bir taksi tutardı. Hatta döneceğimiz gün için de saat verir, o saatte taksi köy meydanına gelirdi. Köydeki çocuklar pek araba görmedikleri için taksinin çevresinde dolaşıp incelerlerdi. 

Ülkenin her yanında yokluk vardı aslında. Biz İstanbul’da oturduğumuzdan güya köye göre varlık içindeydik. Aslında bizler de yokluk içindeydik. Ama yokluk içinde eşitlik vardı. Ne yalan söyleyeyim bu da insanın içini rahatlatıyordu. Hatta ısıtıyordu.

Yalova merkeze bakalım biraz da… İskele şimdiki heykelli meydanın hizasındaydı. Deniz henüz doldurulmamıştı. İskele denize doğru uzanırdı. Moda İskelesine benzerdi.

İskele Denize Uzanıyordu

Şimdiki Kent Müzesi’nin şimdiki belediye tarafından Bursa’ya otobüsler kalkardı. Kâhyaların ‘Bursa’yaa… Bursa’yaa…’ diye bağırarak yolcu kapmaları unutulmaz. Termal istikametindeki Çınarlı Yol çalışırdı o yıllarda. Atatürk bu yolun iki yanına, Yalova’daki Yürüyen Köşk’ten Termal’deki Gazi Köşkü’ne kadar çınar ağaçları diktirmişti. Buraya iki yanı ağaçlı yol anlamında Hıyaban denirmiş. Meydanın Termal tarafında Paşaköy suyunun üzeri kapalı çeşmesi bulunurdu.

Eski Yıllarda Yalova Meydanı. Sağdaki Tek Katlı Yapı Paşaköy’ün Paşa Suyu.

Denizden sonra iki cadde vardı. İstanbul Caddesi en önemli cadde idi. Buradaki bir kasaptan bahsedeyim. Babamla Yalova’ya geldiğimizde mutlaka uğrardık. Selanik, Drama, Demirciören Köyünden tanıdıkmış. Onunla oturup uzun uzun oradaki günlerini konuşurlardı. Atatürk’le ilgili olduğu için aklımda kalanı yazayım.

Atatürk Yalova’yı adeta Türkiye Cumhuriyeti’nin yazlık başkenti gibi kullanıyormuş. Yani Yalova çokça zaman geçirdiği bir bölgeymiş. Bir gün bu dükkâna uğramış. Sanırım o kişinin babası varmış o yıllar dükkânda. Selanik’ten tanışıyorlar ya… Gazi espri yaparak hatır sormuş memleketlisine. ‘Arayıp sormuyorsun?’ diyerek. Kasap demiş ki ‘Sen şimdi kâinatın bildiği Mustafa Kemal Atatürk’sün. Bense bir garip kasap. Senin zamanını nasıl alabilirim?’.

Atatürk Yalova’yı Yalova Atatürk’ü çok severdi. Belki de o yıllarda burada hemşerileri çok olduğu içindi. Çünkü: Yalova ahalisi çoğunluk olarak mübadillerdi.

Atamızın Yürüyen Köşk’ünü başka bir yazıda anlatırım.

 

Yürüyen Köşk.

İskele Meydanı’nın Termal tarafında Fatih Caddesi vardı. Bu cadde ve etrafı daha çok ABD’lilerin yaşadığı bölgeydi. Onlar Karamürsel’deki NATO üssünde çalışırlardı. Hepsi müstakil evlerde otururdu. Bahçelerindeki kontra pedal bisikletleri ortalıkta dururdu. Biraz daha kara tarafında Top Sahası bulunurdu. Çevresi uzun tomruklarla çevrili bir sahaydı burası. Her Pazar Yalova Sporun maçları olur ve mutlaka kavga çıkardı. Biz yukarıdaki amcamın evinden seyrederdik. Top Sahası boşken ABD’liler uzun ipe bağlı küçük model uçak uçururlardı. Veya köpeklerini gezdirirlerdi.

Deniz henüz doldurulmamıştı. Safran Deresi PTT’nin hemen yanından denize kavuşurdu.

Deniz Doldurulmadan Önce PTT Binası Kıyıdaydı.

Top sahası ve geniş çevresini amcam mera olarak kiralamıştı. Koyunlar orada otluyorlardı. Kuzenim koyunları otlatırken bir Amerikalı devamlı köpeğini getirip koyunları ürkütmekten keyif alıyormuş. Bir gün kuzenim Sadettin köpekle inmiş çayıra. Çoban köpeği tabii. Amerikalı yine gelip bizim köpeği görmeden kendi köpeğiyle koyunları ürküterek eğlenmeye başlamış. Kuzenim bizim köpeğe ‘tut’ demiş sadece. ABD’li bir daha oralara köpek gezdirmeye gelmemiş.

Büyüdüğüm yıllarda babam beni amcamlara gönderirdi. Karpuz, mısır, yumurta vs alırdım. Çuvala doldurulan malzemeyi Yeldeğirmeni’ndeki eve tek başıma yüklenir gelirdim. Kartal’da vapurdan trene ve trenden inince de eve kadar… Vapura amcam atla getirirdi. Akşamüstü amcamlardan çıkarken bazen karnım tok deyip yemek yemezdim. Bütün iştahımı iskeledeki köfte-ekmekçiye veya gemiye bağlı olan balık-ekmekçiye saklardım.   

Yaz mevsimlerinde ailecek köye giderdik. Annem, babaannemle birlikte Termalde kiralanan bir eve yerleşirdi. 1-2 hafta orada kaplıca suyu banyosu yaparlardı. Bu suretle 1 yıl ağrı-sızı olmazmış. Bizler de arada ziyarete giderdik. Hacımehmet Köyü’nden Termal’e gitmek için komşu köy olan Kadıköy’den Termal minibüslerinin geçtiği yola yürünürdü. Oradan vasıtaya binilirdi.

İlk ata bindiğim, sığır, koyun güttüğüm yerlerdi buraları. Büyüklerim köydeki ilk evin bizim ahır olarak bildiğimiz kerpiç bina olduğunu söylerlerdi. Aile kalabalıklaşınca 2 katlı ev yapılmış.

Yalova baba toprağımdır. Yaz mevsimlerinde gelirdik. Biz çocuklar yazları 1-2 hafta kalırdık. Amcamın çocuklarıyla enine konan yatağa sıra sıra yatardık. Ayaklarımız yatak dışına taşarak. Sığır-koyun güderdik. Ağaç tepelerindeydik hep. 2 kere incir ağacından düşmüştüm. İlginç ağaçtır o. Dalın ucundaki inciri koparmaya çalışırken birden yumuşak dal kayıverir ayağının altından. Yerde bir süre nefes alamazsınız. Kimseye tavsiye etmem.

Bu arada Yalovalı bahçecilik öğreniyordu.

1950’li ve 1960’li yılların sonuna geldik bence. Anlatma sırası biraz ters oldu. Köydeki evden başlayıp sonra Kamberbaba’daki eve geçmeliydim. Ama yazının başında aklıma gelenlerin sırasına uydum.

Yazılanlardan öncesi 1924 Mübadelesiyle başlıyor. Tabii ki fark vardır ama fazla da olduğunu sanmıyorum.

1970’lere gelirsek…

Bizler büyüdük. Eskisi gibi yaz mevsiminde kalmıyoruz Yalova’da. Ama gidip gelmelerle çevreyi takip ediyorum.

Mimar olduktan sonra babam, tanış olduğu Belediye Başkanı Fikri beye göndermişti beni. Belediye binası meydanda İş Bankasının karşısındaki boşlukta 2 katlı ahşap bir binaydı. Gittiğimde Fikri Bey kapı önünde oturuyordu. Kendisine kendimi tanıttım. Hemen içeri girip üst kata çıktık. Bir tek tekniker çalışıyordu. Ona beni tanıttı ve yakında orada görev alacağımı söyledi. Hissettiğim kadarıyla tekniker arkadaşımız pek mutlu olmadı. Nitekim görev alamadım.

Öncelikle Yalova’nın ve Yalovalı’nın para yüzü gördüğü yıllardır diyebilirim. Tütüncülük bırakılmıştı. En bereketli toprakların bulunduğu Hacımehmet Ovası başta elma olmak üzere meyve bahçeleriyle dolmuştu. Diğer taraflar da öyleydi. Yalova Elması marka olmuştu. Tarım-hayvancılık gelişmişti. Elmadan başka Yalova’nın ince kuyruklu Kıvırcık koyunu da ün kazanmıştı.

Elektrik köylere kadar ulaşıyordu. Köydekiler derede çamaşır yıkandığını çoktan unutmuşlardı.

1969 yılında AKSA Fabrikası kurulmuş Yalovalı orada da çalışmaya başlamıştı. Köylerden bile servisle fabrikaya çalışmaya gidenler oluyordu.  

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası başbakan Bülent Ecevit Amerikan üslerinin kapatılmasını istemişti. Karamürsel’deki üs kapatılmış ve ABD’liler ülkelerine dönmüştü. Dolayısıyla Yalova’daki ABD’lilerin terk ettiği evlere yerli insanlar yerleşiyordu. Hem buradaki evlerin hem de Karamürsel’deki tesislerin yerlileşmesi dışarıdan belli oluyordu. Örneğin: Karamürsel Tesislerinin önündeki çimler hızla kurumuştu.

İstanbul’da Yalova çiçekleri de ün kazanmaya başlıyordu.

Hacımehmet Köyü’ndeki akrabalar başta AKSA olmak üzere çevredeki fabrikalarda çalışmaya başlamışlardı. Köydeki tarım-hayvancılık serüvenini azaltmışlardı.

2015 Yılında Hacımehmet Köyü’ndeki Ev. Bahçeye 2 Ev Daha Yapılmış.

Kamberbaba’daki küçük amcam ise işlerini geliştiriyordu. Evin çevresindeki araziyi elma bahçesi yapmıştı. Yüksekte kalan alana dereden su çıkaramadığı için derin kuyu açtırmıştı. Bahçeyi bu şekilde suluyordu. Diğer yandan sığırlar da koyunlar da çoğalmıştı. Sütleri artık pastaneye satıyordu. Ayrıca Kurban Bayramında özel olarak yetiştirdiği koçları kurbanlık olarak pazarlıyordu. Yalova top sahasını hala mera olarak kullanıyordu.

2015’lerde Kamberbaba’daki Ev.

Çok belli olmasa da Yalova göç almaya başlıyordu.  Karamürsel tarafında yazlık siteler görülüyor. Nüfus birden iki misline çıkarak 40000’leri aşıyor. Bana göre en güzel yıllarıydı Yalova’nın. İnsanlar varlık görmeye başlamıştı.

1980’ler…

Yalova göç almaya devam ediyordu. Doğal olarak inşaatçılık ta almış başını gidiyordu. En kolay inşaat alanı ise Hacımehmet Ovası’ydı. O bereketli topraklara imar geliyordu. Amcamlara her geldiğimde çevrede inşaat faaliyetlerine rastlıyordum. Doğal olarak onlar da arazilerinin imarlı olmasını arzu ediyorlardı. Giderek Yalovalının aklında tarla, ürün, çiçek, hayvan, süt, et gibi kavramlar yok oluyordu. Muhabbetlerinde tarlalara imar gelmesiyle arsaya dönüşmesi konuları ağırlık kazanıyor, gözlerinde bir anda zengin olunmasının parlaklığı hissediliyordu.

Yazlık siteler çoğalıyordu. Yalova’yı modernleşiyordu.

Bizimkiler arazilerin paylaşılmasına karar vermişti. Babam arada bir Yalova’ya gidiyordu. Konuştular, tartıştılar, anlaştılar, paylaştılar.

Top sahasına stat yapılmaya başlanıyordu.

1990’lar…

Yalova Stadı yapılıyor ve birkaç yıl eklemelerle biraz daha büyütülüyordu.

1995 yılında zamanın başbakanı Tansu Çiller tarafından Yalova il yapılıyordu. Ardından üniversite vs açılıyor.

İnşaatçılık adeta patlama yapıyor. Özellikle Hacımehmet Ovasında ve çevresinde yapılan binalar insanı endişelendiriyor. Zira buradaki zeminin bataklık, tepelik yerlerinin de kaygan olduğu bilinmektedir. Ayrıca yapılan binaların çoğunun olması gerekenden daha çok katlı yapıldığı da gözlemlenmektedir.

1997’de hazırlanıp ekleriyle 1998 yılında Deprem Yönetmeliği yayınlanıyor. O zamana kadar 2. Derece Deprem Bölgesi olan Marmara Bölgesi 1. Derece Deprem Bölgesi ilan ediliyor. Ama Bölgede çok sayıda bina yapılmıştır bile. İnsanlar sadece inşaat konuşmaktadır. Doğrusu bu da antipati yaratmaktadır.

Nitekim 1999 yılında gerçekleşen Marmara Depremi kentin felaketi olmuştur. Yeni Deprem yönetmeliğiyle henüz bina yapılamamıştır bile. Başta Ova olmak üzere kaygan tepelikler yıkıntılarla dolmuştur. Karamürsel tarafındaki yazlık sitelerin durumu da fecaattir. Binlerce bina yıkılmış, hasarlanmış ve binlerce insan canından olmuştur. Yıkılan binaları tartışıp o felaketi tekrar yaşatmak istemiyorum.

Deprem Sonrası Yalova Stadı.

2000’ler…

2001 yılında Yapı Denetim Yasası ve Deprem yönetmeliği uygulanmaya başladı.

Yalova deprem acısını ve korkusunu üzerinden atmaya çalışmaktadır. Yıkılan ve hasarlanan binalar ortadan kaldırılarak ortalık temizlenmeye başlanmıştır. Hasarlı ama yıkılmayan binalara kimse girmek istememektedir.

Yalova’ya Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’yle gelmiştik. Afet Komitesi Başkanıydım. Çay bahçesinde panel yapmıştık. Sohbet ettiğim bir kişinin şu sözlerini unutamam. ‘Burada üniversiteler çoğalsın. Hasarlı binaları öğrencilere kiralarız.’

2010’lar…

Depremin en çok hissedildiği Hacımehmet Ovası, Adnan Menderes Mahallesi olmuştur. Kamberbaba, Kazım Karabekir Mahallesinin içindedir. Karatepe de Bağlarbaşı Mahallesinin içindedir artık.

Deprem unutulmuştur. Hasarlı binalar sıvanıp onarılmış, insanlar tekrar oturmaya başlamıştır. Yeni binalar da yapılmaktadır. Ama deprem öncesi binalar belli olmaktadır. Zira neredeyse hepsinde kaçak kat vardır. Bu sorun nasıl çözülecek bilemem.

Yalova tarım-hayvancılığı unutmuştur. Bereketli toprakların olduğu Hacımehmet Ovası inşaatlarla dolmaktadır. Deprem öncesinden tek fark 3 katla sınırlı olmasıdır.

Hem kendim hem de iki kardeşim için evler yaptım burada. Onlar yazları geliyor. Ben yaz-kış biraz Yalova’da biraz İstanbul’da kalıyorum.

2020’ler…

Hacımehmet Ovası’ndaki imarlı alan Köy mezarlığının altına kadar uzatılmış.  Yalova’da artık inşaat konuşulmaktadır. Yeni hastane, okullar vs yapıldı. Bugün yeşil görünen çevre yakında inşaatla dolacak.

2020’lerde Yalova’nın Havadan Görünüşü. (Kırmızı Yazılar Eski Yıllardaki isimlerdir.)

Paşaköy’ün eklendiği Safranköy, Hacımehmet Köy, Kurt Köy köylüğünü korumaktadır. Birçok alan inşaata açılmıştır ama Yalova’da hala yeşillik vardır. Hatta yeşil oldukça ağırlıklıdır. Ayrıca kıyılarında çay bahçeleri vardır. İstanbul’da artık olmayan…

 

Safranköy, Hacımehmet Köy, Kurtköy ve Samanlı Dağları. Arkasında Gemlik Var.

Eskiye göre en önemli değişiklik insanların huyları. Örneğin: Köylüler bile bisiklete binmekte, engelliler arabalarıyla gezmektedir. Sahildeki Atatürk’ün yaptırdığı ağaçlı yol (hıyaban) trafiğe kapanmış, yayaların dolaşma alanı olmuştur.

Yayalaştırılmış Çınarlı Yol (Hıyaban).

Ulaşım minibüslerle yapılmaktadır. Özellikle köylere gidiş-geliş oldukça kolaylaşmıştır. Köylerde traktörden daha çok özel otomobil görünmektedir.  

Kamberbaba’daki değirmenin yerinde Cemevi var şimdi.

Yalovalı’ya ayrı bir yazı gerekir. Ama ketum duruşlarına aldanılmasın. Hepsi iyi insanlardır.

Bir konuya tek cümleyle değineceğim. Başka birçok yerde olduğu gibi burada da idare edenlerin içinde Yalovalı yok gibi.

Babamların geldiği memleket olan Selanik ve Drama’ya gittim. Demirciören Köyü’ne çıkamadım. Tekrar gider miyim bilemem. Bizim baba toprağımız Yalova’dır artık.

Dönelim yazının ilk paragrafına... Eşim fırından ekmek alıp arabaya döndü. Onun inme-binme aralığındaki sürede bunları düşündüğümü fark ettim.

ARİF ATILGAN KASIM 2022

https://atilganblog.blogspot.com/2024/06/yalovadan-animsamalar-yalovada-markete.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan  (KENT VE İNSANarifatilgan)

 

 

 


4 Haziran 2024 Salı

 Öykü-Anı

BİSİKLET

Bisikletin tarihine bakılırsa 1790’lardan itibaren iki tekerlekli araçlar yapılmaya başlanmış. Ama bugünkünün ilki olan velespit 1860’ta pedal ön tekerlekte olarak yapılmış. Günümüzdeki bisiklet 1885 yılında bir İngiliz tarafından icat edilmiş. Sonraki yıllarda vitesli ve tekerlekleri havalı olanları üretilmiş.

İşte bu araç benim çocukluğumdaki tüm çocukların hayali idi. Daha önce yazmıştım. İlk çocukluk hayalim bir an önce çalışmak ve manavdan kilolarca yeşil erik alabileceğim parayı kazanabilmekti. Biraz daha büyüyünce tüm hayalim bir bisiklet sahibi olabilmek olmuştu.

1950 sonları ile 1960 başları idi. Sokaktaki çocuklara bisiklet alınmaya başlanmıştı. İlk Gürkan, Erkan ve Özkan kardeşlere… Önce Gürkan Ağbi, sonra Erkan ve sonra Özkan bindi o bisiklete. Rus malı XB3 marka 28 1.5 jantlı siyah bir bisikletti. Fiatı 494TL. Üçkardeş te o kadar güzel ve titiz kullanmıştı ki… Gıpta etmiştim. Sonra İlbey’e alındı. Alman malı Möve. O da 28 1.5 jantlı 565TL. Sonra Japon Mehmet’e. O da XB3 yeşil ve 28 1.5 jantlı. Sonra Mete’ye… Onunki Alman Mifa. 26 1.5 jantlı 365TL. Biraz küçüktü o. Sonra yanımızda oturan Turgut’a. Bir de Acıbadem’de oturup Karakolhane Caddesinde Et-Balık Kurumu’nun üstüne taşınan Kurtuluş isimli çocuk. Kısa boyu büyük bisiklette pedala yetmiyordu. Üstteki pedala basıp alt pedalı ayağıyla buluşturuyordu. Arada bir onlarınkilere biniyordum ama bisikletim olmasını çok istiyordum. O yıllarda sokaklarda araba filan yok. Bomboş. Tam  bisiklet için...

                                        Karakolhane Caddesi’nde Bisikleti Çocuk.

Tren yolu köprüsünün yanında oturan kızın bisiklete binmesini yazmadan geçmeyeyim. Eteklikle o kadar usturuplu binerdi ki hiçbir tarafı görünmezdi. Tren köprüsü ile Karakolhane Caddesi arasında gider gelirdi. 

Mete’yle eski Fenerbahçe Stadındaki büyük açık tribünün altına gidip Onun bisikletine sırayla binerdik beton ayakların arasında. Bir tur O. Bir tur Ben. Bir kere tamir gereken kaza yapmış ve söküp takmıştık. Sonra o işi ilerletip oyun haline getirmiştik. Bisikleti parçalayıp tekrar monte ediyorduk.

Her ders yılı başında sınıfı geçersem bisiklet sözüyle okula başlıyorum. Ders yılı sonunda sınıfı geçip bisikletçileri dolaşıyorum. Hatta elden düşmesine de razı oluyorum. Ama babam hepsine bir kulp takıyor ve ‘olmaz’ diyordu.

Babamın maaşı bisiklet parasını biraz geçiyordu. Ama arkadaşlarımın babalarınınki farklı mıydı? Üstelik ağabeyim üniversiteye girdi diye Ona gitar almıştı. İkinci el bisiklet parasıydı fiyatı. Aklım ermiyordu. Ümidi kesmiştim. Kiralık bisikletlerle idare edecektim.

Bir gün Lütfü ile Sabahattin Ağbiden kiraladığımız bisikletlerle Çamlıca’dan Moda’ya kadar her tarafa gittik. Sonunda lastikler patladı. Geç vakit karanlıkta getirdik. Kapının önüne koyduk ve içeride Sabahattin Ağbiye kiralama ücretini ödeyip gittik. Ertesi gün çaktırmadan baktım ki ikisi de onarılmış, zımba gibi kapının önüne konmuş. Allah rahmet eylesin sevgili büyüğümüze… Onlar kahrımızı çekerler ve hiç şikâyetçi olmazlardı.

Bisikletle ilgili her şey aklımdadır. Hepsini tek tek yazabilirim. Baş ağrıtmayayım.

Okul bitti. Para kazanmaya başladım. İlk araba sahibi olanlardanım. Mutlu olmuştum. Ama çocukluk yıllarımda bisiklet sahibi olsam daha çok sevinirdim.

Büyüdüm. Evlendim. Oğlum oldu. Biraz büyüyünce Ona bisiklet aldım. Birkaç yıl sonra gazeteden kuponla yeni bir bisiklet sahibi olmuştuk. Eskisini dükkânımın sokağındaki çocuklardan birine verdim. Şaşırdı. Sevindi... Ben daha çok sevindim.

Torunum oldu. İlk fırsatta Ona da bisiklet aldım ve binmeyi öğrettim.

Daha da büyüdüm. Yarı İstanbul yarı Yalova’da yaşıyorum. Yalova bisiklet için çok müsait bir kent. ‘Bol bol binerim. Yılların acısını çıkarırım.’ Diye düşündüm. Ama binemedim… Top oynarken dizlerimde menüsküs oluşmuştu. Bisiklet yasaktı.

Geçtiğimiz günlerde eşimle bunların sohbetini yapıyorduk. Babamın niye bana bisiklet almadığına aklımın ermediğini söylüyordum. O buldu… Önceki yıllarda anlattığım tornet kazamı anımsattı. Küçük Çamlıca’dan aşağı inerken asfaltın tamir için söküldüğü bir yerinde takla atmıştım. ‘Bisikletle kim bilir başına neler gelirdi? Baban seni düşünmüş belli ki.’ Dedi. Kadınların sonuca yönelik düşünce yapısına hayranım. Kısa ve öz…

Kadere inanırım. Bisiklet benim kaderimde yokmuş…

ARİF ATILGAN 2024 HAZİRAN