15 Haziran 2025 Pazar

 Köşe Yazısı

BABALAR

Yazar, annelerin güçlendiğini babaların sessizleştiğini yazıyor. Anneler babalık görevlerini de yapıyorlarmış artık. Sonra da bir uzman psikologla yapılan röportaj var. Otoriteyi ele alan anneler, babalara baba kimliğini öne çıkarabilmeleri için destek vermeliymişler.

Sevgili dostlar yukarıdaki satırlar bir gazetede okuduğum yazıdan alıntıdır. Tabii yazarın da yazıda bahsedilen uzman psikoloğun da kadın olduğunu yazmama gerek yok.

Babalar Gününde Babalar Günü yazısını bir kadın yazar yazıp içerideki ek  “bilimsel bilgilenmeyi” de bir kadın psikolog yapıyorsa...

Anne kadındır, baba erkektir halbuki.

Savaş olur. ‘Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar öldü’ denir. Erkekler?.. 'Onlar zararlı süne yaratığıdır. Üzülmeye değmez.' diyecekler de utanıyorlar sanırım. 

                                                             Oğul ve Baba.

Neyse. Babalara geleyim.

Onlar evin direğidirler. Sakın ‘Hadi canım?’ filan demeyin. Babalar evin ve evdeki kişilerin her birinin her sıkıntısını çözmeyi doğal görevleri kabul etmişlerdir. Yaptıkları işi yürümek, konuşmak gibi o kadar sıradan kabul ederler ki değil anlatıp-analtılıp poh pohlanmak, kendilerini kendi akıllarına bile getirmezler. Ailesinin geçimi, konforu, mutluluğu tamamen onların üzerindedir. Bunlar için maddi-manevi her şeyi yapmak zorunda olduklarını bilirler. Onların programı öyle ayarlanmıştır. Öne çıkmazlar. Aksine hep diğerlerini öne çıkarırlar. Amaçları diğerlerinin mutlu olmasıdır. Abartmıyorum. Gerçekten böyledirler. O zaman ‘Oh be’ derler keyifle.

Bir baba işte çalışmasıyla övünebilir mi? Pekiyi ‘Ben artık sıkıldım. İşi bırakıyorum’ diyebilir mi? Babalık fıtratında yoktur ki böyle şeyler. Dedim ya… Programları öyle  programlanmış. Her şeyi yapar hiçbirşey yapmamış görünme maharetindedirler onlar.

Bakmayın siz medyada hep kötü babaların haber yapılmasına. Az olan şeyler haber değeri taşır. Gerçi medyadaki erkek sayısı da eser miktardadır ya.

‘Baba üzülmez ve de ağlamaz’ denir hep. Öyle bir üzülür ve de ağlar ki… Ama yalnızken. Aileye zayıflık duygusu vermek istemez. O sebepten onlara ‘duygusuz’ denir bir de.

Dede olurlar. Bu sefer çocuklarının yanında torunlarını da düşünürler. Ama torun onların duygularının dışa taşmasını sağlar. Dedeler zaman zaman üzüntü ve sevincini belli edebilirler.

Babasız kalmak bir çocuğa öyle bir koyar ki… Evin maddi-manevi ana direği yok olur çünkü. Bu anlamda şehit çocuklarının asla yalnız bırakılmamaları gerektiğine inanıyorum. Onların babaları kahramandırlar. Vatan için, millet için ölmüşlerdir.

Babalar, Babalar Gününü filan pek takmazlar aslında. Onlar işlerine yani görevlerine bakarlar. Eski yıllardan birinde okumuştum. Babalar Gününde daha çok hediye alınıyormuş. Farkında bile değildirler halbuki. Öyle  bir beklentileri yoktur. Onlar sadece ailelerini önemserler.

Ne olur babaların babalığını tartışmayın. Ne olur babaları ve günlerini erkeklere yazdırın. Ben de yazımın başlığını Babalar değil Babalar Günü koyacağım o zaman.

Tüm babaların Babalar Günü kutlu olsun... Aramızda olmayanları ise rahmetle analım ve onlara birer fatiha okuyalım...

ARİF ATILGAN 2025 HAZİRAN

 https://atilganblog.blogspot.com/2025/06/yazs-babalar-yazar-annelerin.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/babalar


11 Haziran 2025 Çarşamba

 İskeleler

ORTAKÖY İSKELESİ

Ortaköy, Beşiktaş ilçesine bağlı 9121 nüfuslu bir mahalledir. Güneyinde Beşiktaş kuzeyinde ise Arnavutköy iskeleleri bulunur. Adı antik çağda Arkheion (Argion), Bizans döneminde Ayios Fokas imiş. Kanuni Sultan Süleyman döneminde başlayan yerleşim dere vadisinin ortasında olduğu için buraya Ortaköy denmiş.

Ortaköy’deki Hüsrev Kethüda Hamamı (1565) ile Yahya Efendi Türbesi (1571) Mimar Sinan’ın eserleridir. Ortaköy veya Mecidiye Camii (1853), Ayios Fokas Kilisesi, ETZ Ahayim Sinagogu birbirine çok yakın dini binalardır. 1871 yılında Çırağan Sarayı yapıldığında bölgede artan nüfus dolayısıyla derenin iki yanına duvar yapılır.

Çırağan Sarayı 1910 yılında yanmış. Uzun yıllar Beşiktaş için Şeref Stadı olmuş. 1980’lerde otel yapılmış. Feriye Saraylarında ise bugün Kabataş Lisesi ve Galatasaray Üniversitesi bulunuyor.

1800’ü yılların sonlarında 2. Abdülhamid, Naime ve Zekiye isimli kızlarını evlendirir. Onlara burada birer yalı verir. Daha sonra evlenen 5. Murad’ın kızı Hatice’ye de yine burada bir yalı hediye eder. Ortaköy Camii yakınında olan Naime Sultan ile Hatice Sultan yalıları Çifte Saraylar adıyla anılır. Çevreleri de aynı adla anılır. Zekiye Sultan Yalısı daha kuzeyde olup 1940 yılında yanmıştır. Onun yanına Lido Oteli yapılmış. Otelin önünde ülkemizin ilk yüzme havuzu yapılmıştır. 1964 yılında eski Genel Kurmay Başkanı Ragıp Gümüşpala bu otelde ölmüştür. 2002 yılında tesis Reina isimli gece kulübüne dönüştürülmüş.

İskeleye gelirsek…

1851 yılında ilk iskele Abdülmecid Camii’nin üst tarafına ahşap olarak inşa edilir.

1889 yılında çürüyen iskele kazıkları değiştirilir. Isınmak için kömür sobası kullanılmaktadır.

1909 yılında yıkılarak Abdülmecid (Büyük Mecidiye veya Ortaköy) Camii’nin güneyine yenisi inşa edilir.

                                                                        İskele

1910 yılında saat konulur.

23 Mart 2002 tarihinde beton kazık sistemiyle yenilenir.

İskelenin tüm alanı 202.95 m2’dir. Yolcuların bölümü 166.55 m2, büro kısmı 22.88 m2’dir. Yanaşma yeri uzunluğu 10.30 m, su derinliği 8.75 m, denizden ortalama yüksekliği 0.90 m’dir. Galata Köprüsü’ne uzaklığı 3.2 deniz milidir. (Yaklaşık 5.92 Km.)

                                                         İskelenin Havadan Görünüşü                                                      

1970 yılında 1. Boğaz Köprüsü projesi içersinde derenin üzeri kapatılır. Oluşan caddeye Dereboyu Caddesi adı verilir.  

                                                  Derenin Caddeye Dönüşümü

1970’lerin ikinci yarısı… Ortaköy’ün merkezi yerleşimi yol ile deniz arasında kalan bölümdür. Buradaki ahşap evlerden birinde iki kardeş olan arkadaşlarım otururdu. Bazen Bostancı’da balık tutar, diğer arkadaşlarla birlikte onların evinde toplanırdık. Ailesini rahatsız etmemek için biz çatıdaki Cihannüma’da oturur, rakı-balık yapardık geç saatlere kadar. Bir gün demişti ki arkadaşım “Buradaki evler tek tek satın alınıyor”. Şaşırmıştık. “Olur mu? Sanmam.” filan demiştik. Ama bir süre sonra tüm alan değişivermişti. Her taraf iskan fonksiyonundan ticaret fonksiyonuna dönüşmüştü. Yeme-içmeci ağırlıklı bir alan olmuştu güzelim boğaz mahallesi yerleşimi.

Ben İstanbul aşığı bir insan olarak çok üzülüyorum. Doğanın kanunu olarak tabii ki insanlar değişecek. Ama yerleşimler değişmemeli. Yıllar sonra da gitseniz bir semte, aynı yapılarda aynı yaşamı görebilmelisiniz.

Değişen kent parçaları sebebiyle bir süre sonra hafızasız bir toplum olacağız.

ARİF ATILGAN 2025 HAZİRAN

https://atilganblog.blogspot.com/2025/06/ortakoy-iskelesi-ortakoy-besiktas.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/ortak%C3%B6y-i-skelesi

 

 

 

 

 

 


5 Haziran 2025 Perşembe

 Köşe Yazısı

ESKİ VE YENİ TATİLLER

1950’li ve 1960’lı yıllar… Mayıs ayı sonunda okullar tatile girer, eylül ayı sonunda açılırdı. Haziranda bitirme sınavları, eylülde bütünleme sınavları olurdu. Ayrıca o yıllarda ilkokulda da ortaokulda da lisede de son sınıflarda bitirme sınavları yapılırdı. 4 aylık bir yaz tatilimiz olurdu. Şehirler tenha olduğu için mevsimler hakkıyla yaşanırdı. Yaz mevsimi de haziranda başlamış olurdu.

İstanbul’un nüfusunun 1-2 milyon olduğu yıllar... İstanbullular tatile gitmezdi. İstanbul’a tatile gelinirdi. Zaten tatil dendiğinde başka bir şehirde yaşayan yakınlarınızın yanına konuk olmak gelirdi akla. Deniz tatili İstanbul’da yapılırdı.

Biz 1-2 hafta Yalova’ya Hacı Mehmet Köyü’ndeki akrabalarımıza giderdik. Annem ve Babaannem için Termal yanındaki Gökçedere köyünde pansiyon tutulur. Onlar 1 hafta Termal’de hamama giderlerdi. Halk Hamamlar derdi zaten kısaca. Biz çocuklar da Köyde kalırdık. Elektrik, su, vasıta yok. Tuvalet ise bahçenin ucunda etrafı dallarla çevrilmiş bir kabin. Ama doğa müthiş. Ağaçlar, hayvanlar vs.

İstanbul’da plajlar vardı. Paralı ve parasız olanlar… Paralı olanlar Moda, Fenerbahçe, Caddebostan, Suadiye vs. Parasız olanlar çakıllık Zağraf, kumsal Kalamış ve boş sahiller. Kurbağalıdere'den sandal da kiralayabilirdiniz. Kalamış İskelesi’nin merdivenlerinden de girebilirdiniz. Ben paralı-parasız plajlardan da, DDY kampından da, Haydarpaşa dalgakırandan da her yeri kullanmıştım.

                                                            Fenerbahçe DDY Kampı

1970’li yıllarda okulları bitirince arkadaşlarımızla satın aldığımız ortak sandalımızla Bostancı’dan ve daha birçok yerden denize girdim.

1975 yılında işe girdim. İlk defa o yıl tur şirketiyle tatile gitmek olduğunu öğrendim. Bir erkek bir de kız arkadaşım gitmişti ayrı zamanlarda. Tesadüf ikisi de Marmaris’e gitmişti. Şimdi var mı bilmiyorum. Duru Turizm vardı o yıllar…    

1979 yılında evlendim. Balayına İzmir Efes Oteli’ne gittik. Ama şehir sıktı bizi. Oradan Bodrum’a geçtik. Sıkı durun. Bodrum sadece denizden sonraki tek sokaktı. Minik beyaz evleri, lacivert denizi vs. Zeki Müren’in evi bayağı dışında idi. Zaten O da akşam serinliğinde kalenin oradaki meydana gelir kaldırımda oturup çevresiyle geyik yapardı. Oradan Marmaris’e gittik. 3-5 katlı oteller vardı. İstanbul’daki Sirkeci otellerine benzetmiştim. Bir otel bulduk yeni yapılmış. Son katı tamamlanmamış, sezonu kaçırmamak için bina bitmeden açılmış. Yine sıkı durun. Harem-Selamlık vardı.   

1980’ler… İstanbul’da Suadiye Plajı’na giderdik. Sonra kıyılar doldurulunca Sedef Adası’na ve sonunda Kınalıada’ya gitmeye başladık. Bir ara Şile, Ağva, Riva’ya gittik… Yani İstanbul’un her kıyısından denize girdim. Girerdik. Bu arada  tur şirketleri çoğalmaya  ve gazetelerde gezi ilanları çıkmaya başlamıştı.

Kıyılarda deniz  dolduruluyor ve de kanallar denize akıtılıyordu. Gelişiyorduk hem de. Artık insanlar yaz tatilinde şehri terk etmek, bir yerlere gitmek istiyordu. Bu ihtiyacı karşılamak üzere kurulmuş olan tur şirketleri de palazlanıyordu. Yeni bir tatil kültürü oluşuyordu. Bir yerlere gitmek şeklinde.

Tatil nedir?

Bana göre insan yaşamındaki değişiklik. En belirgini yer değiştirmek. Yani bir yerlere gitmek. Aslında aynı yerde kalarak ama yaşam şeklini değiştirerek te tatil yapılmış olunabilir. İşe gitmeden evde tembellik yaparak örneğin. Veya hep yaptığını yapmamak gibi. Sonunda beynin ve vücudun dinlenmesini sağlamak.

Eskiden İstanbullu İstanbul’da tatil yapardı. Bugün İstanbul’da tatil yapmak imkansız. Deniz yok. Daha doğrusu var da içine girmek için yok. Ayrıca İstanbullular İstanbul’da deniz olduğunun farkında değil haline sokuldular. Başka şehirdekilerin de onlardan pek farkı yok. Kimse kendi şehrinde yaşamıyor artık. Turizm turistik şehirleri başkalarının zapt etmesine sebep oldu. Halbuki turizmin amacı insanların gittiği yerlerde ora insanlarının yaşamını görmek ve olabildiğince onlar gibi yaşamak olmalıdır. Örneğin Bodrum’da Pazar yeri kurulurdu merkezde Bodrumlular kendi yetiştirdikleri ürünleri satardı. Şimdi Bodrum’da Bodrumlu var mı?

Uzun yıllar oldu. Bodrum başta olmak üzere bilindik tatil yerlerine gitmiyorum. Kendi gibi olan yerleri bulmaya çalışıyorum. O tip yerler de hızla azalıyor.

Tatilin şekli değişti. Kabul ediyorum. Ama İstanbul’un değişimini kabul edemiyorum. İstanbullu da değişti çünkü. Burada yaşayanlara deniz unutturuldu. Vapurda bile insanlar denizin üzerinde olduklarının farkında değiller. Zaten vapura da binmiyorlar ve zaten binecekleri vapur da yok. Metro var artık. Bineceğin durakta yer altına in ve ineceğin durakta yer üstüne çık. Köstebekler gibi.

Eski İstanbul bitti. Kabul. Ama İstanbul tatili ciltlere sığmaz aslında…

ARİF ATILGAN 2025 HAZİRAN       

  https://atilganblog.blogspot.com/2025/06/yazs-eski-ve-yeni-tatiller-1950li-ve.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/eski%CC%87-ve-yeni%CC%87-tati%CC%87ller

 


31 Mayıs 2025 Cumartesi

 İskeleler


MODA İSKELESİ

1900 öncesi… Moda Deniz Kulübü’nün odun deposu olan arsasının yanından denize doğru bir çıkıntı yapılmış. Ucuna odun getiren tekneler yanaşıyormuş. Bu tarihlerde iskelenin ilk halini gösteren bir tablo vardır. Ressam Salvatore Valeri’nin Küçük Moda’dan denize bakan tablosu.

                                                                                      1900 Öncesine Ait Tabloda İskelenin İlk Hali

1900’lerin başı olan bir fotoğrafta İskelenin ucuna duba eklenmiş ve daha büyük tekne ve gemilerin yanaşabilmesi düşünülmüş.

1904 tarihli bir haritada Moda İskelesi düzdür. Ancak yine aynı tarihli bir fotoğrafta iskeleye ekleme yapılarak denize uzatılmıştır. Demek haritanın hazırlanması sırasında iskeleye ek yapılmıştır. Ucu önce boş kalmış, sonra silindir şeklinde bir bilet gişesi konmuş.

                       
                                                                   İlk İskele

1910 yılında Moda Deniz Kulübü ilk faaliyetlerine iskele üzerinde başlar. Yacth Kulüp, Türk İngiliz Kulübü adlarıyla faaliyet gösteren STK daha sonra deniz kıyısında Tahir Paşanın oğlu Cevdet Bey’in yaptırdığı binaya taşınır. Burası yukarıda odun deposu olarak bahsettiğim arsadır.

1910 yılında, 1 yıl önce İngiliz Şirketine verilen imtiyaz yeni kurulan Seyr-i Sefain İdaresi’ne verilir. Bu tarihten sonra Köprü-Pendik seferi yapan gemiler aradaki iskelelere uğramaya başlar. Moda İskelesi de faal hale girmiş olur.

1919 yılında günümüze kadar gelmiş olan Moda İskelesi inşa edilmiştir. Cephesinde ‘Moda 1335’ yazılıdır. Bu tarihi Rumi kabul edersek Miladi 1919’a, Hicri kabul edersek Miladi 1917’ye tekabül etmektedir. Ancak 1840 yılından sonra sürekli Rumi takvim kullanılmıştır. Hicri takvim az sayıda kullanılmışsa da yanında H harfi ile bilgilendirme yapılmıştır.

Yani Moda İskelesi’nin inşa tarihi 1919 yılıdır. Başta Ulu Önder Atatürk olmak üzere İsmet İnönü, İngiltere Kralı 8. Edward, Romanya Kralı Carol, İran Şahı Rıza Pehlevi ve eşi Süreyya, Irak Kralı Faysal gibi önemli şahsiyetler iskeleyi ziyaret etmişlerdir. 

Vedat Tek’in mimarı olduğu diğer iskele binası Haydarpaşa İskelesidir. Orada ise 1334 tarihi yazmaktadır. Yani Miladi olarak 1918 yılında yapılmıştır. Aynı mimar Kadıköy İskelesi için de bir proje hazırlamıştır. Ancak yerinde uygulanan proje o değildir.

 

Yeni İskele İlk Yıllarında.

Yukarıdaki fotoğrafta Moda Plajı üzerindeki Mıkhitarist Ermeni Okulu görünmektedir. Hâlbuki buranın 1915 yılında yandığı bilgisi vardır. Eğer öyleyse iskele yapıldığında okulun olmaması gerekir. Doğru bilgiyi aramak gerekir.

Moda İskelesi suyun sığ olması sebebiyle ortadan sağa kırılarak uzatılmış olup vapur uçtaki yine sağa kırılarak oluşturulan alana yanaşmaktadır. İskele Binası 2 katlı yapılmış. Alt katta Gişe, Tuvalet, Çımacı Odası ve Yolcu Salonu bulunmaktadır. Binanın Moda Plajı cephesinden döner merdivenle üst kata çıkılmaktadır. Merdivenin altı kömürlük olarak kullanılır. Üst kat Rus ihtilalinden kaçan beyaz Ruslar tarafından çalıştırılmış, seyir terası olarak kullanılmıştır. İskele binasının dört cephesi de birbirinden farklıdır. Yapı kitabesinin bulunduğu Fenerbahçe tarafındaki güney cephesi, beş sivri kemer ile simetrik biçimde düzenlenmiştir. Karaya bakan kuzey cephesinde üç tane düz Bursa kemerli kapı bulunmaktadır. İki ucunda, bilet satışının yapıldığı sivri kemerli birer pencere bulunur. Moda Plajı tarafındaki Doğu cephesinde üst kata çıkan döner merdiven, Moda Burnu tarafındaki batı cephesinde kemerli çıkma üzerine yerleştirilmiş oda vardır. Moda İskelesi’nde Haydarpaşa İskelesi’nden daha sade süslemeler bulunur. Sadece pencere alınlarında çini süslemeler vardır.

15 Eylül 1937 tarihinde, bir lodos fırtınasında üst kat yıkılır. Seyir terası ortadan kalkar. Uzun yıllar bina tek katlı olarak kullanılır.

1960-1970’li yıllarda burada tekrar açılan kafe de lodosa dayanıklı olamamıştır.  

1986 yılında yolcu azlığı sebebiyle vapur seferleri kaldırılır.

2000 yılında TDİ ve Türkiye Deniz ve Ticaret Odası Başkanlığı tarafından restore edilir. Hizmete açıldığı 2001 yılındaki Kabotaj Bayramı’ndan sonra bir işletmeye kiraya verilen iskele, restoran olarak kullanılır.

2015 yılında tekrar restorasyon yapılmış ancak İstanbul 5 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu bu sefer doğru uygulama yapılmadığına karar vermiştir.

2022 yılında İBB tarafından restore edilen bina 19 Ağustosta halkın kullanımına açılır. Alt katta vapur bekleme alanı ve kafe, üst katta ise kütüphane bulunmaktadır. Günümüzde buraya vapur seferi yoktur. Ancak yakında Bostancı-Caddebostan-Moda-Kadıköy-Kabataş güzergâhında olacağı yazılıyor.

 2022 Restorasyonu Sonrası İskele        Foto: Hasan Kırmızı

İskelenin açık denize doğru kırılarak uzatılmasının sebebini öğrenemedim. Düz de olabilirdi. Ama bana göre Moda Plajı tarafına kırılması daha doğruydu. Lodos dalgasına karşı ortadaki çıkıntılı kısım daha mukavim, uçtaki İskele binası daha korunaklı olurdu. Sanırım Moda Deniz Kulübü’ndeki programların izlenmesi istenmiş.

Son olarak bir anımı paylaşayım. 1970’ler… İskeleye şehir hatlarına ait boş bir vapur bağlı. Çalışmıyor. Belli ki ya akşam ya da ertesi gün gidecek. Biz de denize giriyoruz. Bazen iskeleden bazen de vapurdan atlayarak... O sıralar teknelerin altından diğer tarafına dipten geçme merakım var. Büyüklük olarak vapuru denememiştim. Ve denedim... Vapurun altındaki yeşil zehirli boyada henüz midye yoktu. Belli ki yeni sürülmüş. Çok heyecan vericiydi. Akşam yatağa yattığımda yaptığımın cahillik oluğunu düşünmüştüm. Gündüzün muhakemesini akşam yaptığım yaşlardaydım o yıllar.

Tüm iskelelerde iyi-kötü anılarım vardır.

ARİF ATILGAN EYLÜL 2022 

https://atilganblog.blogspot.com/2025/05/moda-iskelesi-1900-oncesi-moda-deniz.html

https://atilganblog.blogspot.com/2025/05/moda-iskelesi-1900-oncesi-moda-deniz.html

www.arifatilgan.com 

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


24 Mayıs 2025 Cumartesi

İskeleler

KUZGUNCUK İSKELESİ

Kuzguncuk, Paşalimanı ile Beylerbeyi arasında, Üsküdar İlçesine bağlı 3906 nüfuslu bir mahalledir. Yerleşim alanı Boğaza inen vadi içerisindedir. Fetih yıllarında Fatih Sultan Mehmed ile İstanbul’a gelen Kuzgun Baba isimli kişiden dolayı buraya Kuzguncuk denmiş.

1492 yılında İspanya ve Portekiz’deki Yahudiler oralardan kovulur. Onları Osmanlı kabul eder. İstanbul’da Eminönü civarında sur diplerine yerleşirler. 1597 yılında bu alana Yenicami inşaatı başlayınca göç etmek zorunda kalırlar. Bu göç 1660 yılına kadar sürmüştür. Önce Haliç içlerinde Hasköy, Balat, Kağıthane semtlerine taşınırlar. Buralarda çıkan yangın sonrası Galata’ya, Galata’da veba salgını olunca da Ortaköy ve Kuzguncuk Dağhamamı’na gitmişler. 1872 yılında Dağhamamı’nda çıkan yangın sonrası da Yeldeğirmeni’ne göç etmişlerdir. Kuzguncuk'a daha sonraları Rumlar da gelmiş ve burası gayrimüslimlerin yerleşimi olarak dikkat çekmiştir. Müslüman vatandaşlar hepsinden sonra gelmişler.

Beylerbeyi tarafında deniz kıyısındaki ahşap minareli Üryanizade Camii 1860 yılında yapılmıştır. Kuzguncuk’ta Bet Nissim Sinagogu (1840), Bet Yaakov Sinagogu (1878), Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi (ilk inşa 1835, yeniden inşa 1861), Ayios Yeorgios Rum Ortodoks Kilisesi, Ayios Panteleimon Rum Ortodoks Kilisesi, Ayios Ioannis Rum Ortodoks Mabedi bulunmaktadır. 1950 yılında da Kuzguncuk Camisi inşa edilmiştir.

Kuzguncuk İskelesi…

1851 yılında daha önce var olan kayık iskelesinin yerine ahşap vapur iskelesi inşa edilir.

1889 yılında Kirkor Efendi tarafından iskelenin payandaları değiştirilmiş.

1894 büyük İstanbul depremi iskele ve iskele binasında çatlaklar oluşturur. Bina güçlendirilir.

1913 yılında Şirket-i Hayriye’nin mimarı Nafilyan tarafından yandaki yalıya bitişik bu günkü 2 katlı kagir iskele binası yapılmış.

2011 yılında iskele kapatılır ve İBB tarafından restorasyona başlanır.

2014 yılında restorasyon biter. Üst katı Vapur Kafe haline getirilir. İnsanlar burada bir şeyler içerek kitap okuma keyfi yaşayabilmektedir.

Restorasyon Sonucu Üst Kat Kafe Oldu. 2024.

Kuzguncuk İskelesinin tüm alanı 534.36 m2 dir. Açık alanı 309.99 m2, kapalı alanı ise 100.10 m2 dir. Yanaşma yerinin uzunluğu 14.60 metre, su derinliği 7.10 metre, iskelenin sudan yüksekliği ise 1.50 metreyi bulmaktadır. İskele Galata Köprüsü’ne 2.85 mil (4.58 kilometre) uzaklıktadır. Şirket vapurları bu mesafeyi 17 dakikada alırlar.

İskele ve Çevresinin Hava Fotoğrafı

2000 öncesi idi. Arada bir eski arkadaşlar buluşurduk. Bir defasında Şehir Hatları’nda çalışan Gazanfer Çağlar arkadaşım bu iskelenin üst katındaki restorana götürmüştü bizi. Sevmiştim. Eski binaları severim.

Deniz Tarafından Görünüş. 2024.

1980’li yıllarda Kuzguncuk sahilindeki İsmet Baba’ya giderdim. Önceleri erkek arkadaşlarımla, sonraları eşimle…Zira 1950’lerden beri var olan bu mekan resmen mahalle meyhanesiydi. Az sayıda aile için harem-selamlık düzeniyle oturulurdu. Hatta aileler iç tarafta bekarlar deniz tarafındaydı. Sonraları restoran olarak kullanılmaya başlandı. O zaman eşimle gitmeye başladım. Semtin iç taraflarına da girerdik. 1986-1988 yılları arasında Perihan Abla dizisi burada çekiliyordu. Açıkçası semti ünlü yapmıştı bu dizi. 2002-2005 yılları arasında da Ekmek Teknesi dizisi çekilince Kuzguncuk çok ünlü oldu.

Üryanizade Camii. 2017 Sonrası..

Çok bahsedilmeyen ama buraya özel olan Kuzguncuk Bostanı yerleşimin üst tarafındadır. Burada hem piknik yerleri hem de insanların tarım yapabileceği minik parseller vardır.

Semtten yetişen ünlüler de vardır. Ben sadece tanıdığım, arkadaşlık ettiğim birini yazayım. Uğur Yücel. 1970’li ve 1980’li yıllar... Bir de semte dışarıdan gelen ünlüler var. Örneğin meslek büyüğüm, sevdiğim ve saydığım rahmetli Cengiz Bektaş. O 1976 yılında Kuzguncuklu olmuştu. Cengiz Ağabey Kuzguncuk’a geldikten sonra kendini şöyle anlatmıştı bana. “Yaşam konforumun üst sınırına çizgi çektim. Buradaki evde ve buradaki dostlarla yaşayacağım artık.”.

                                                  Cengiz Bektaş ile Bir Etkinlikteyiz

2000’li yıllarda İnşaat Mühendisi bir arkadaşım burada eski bir evin sahiplerini tanıyordu. Ev sahipleri evi restore etmek istiyorlarmış. Bana “Beraber yapalım” demişti. Birkaç kere birlikte gittik. Ev sahiplerine ne, nasıl olacak anlattım. Sonra arkadaşımdan ses seda çıkmadı. Ben de unutmuştum ki ev sahipleri tarafından telefonla arandım. Arkadaşım yanlış şeyler yaptığı gibi işi de yarım bırakmış. Ev sahipleri işi ben yapıyormuşum gibi konuşunca “Benim haberim yok. Arkadaş belli ki beni ekip kendi yapmak istemiş. Siz de başınız derde girince mi arıyorsunuz beni?” dedim.

Kuzguncuk restore edilen eski evleriyle hoş bir görüntü veriyor. Ama evlerin içinde yeme-içmeciler var. Buraya can, kan, hayat veren aileler yok. Ben eski evleri severim. Restorasyonda da eski halinin hissettirilmesini isterim. Yepyeni eski ev yapılmamalı diye düşünürüm. Bu tip yerlerin gerçek mahalle hallerini de bildiğim için buralarda pek dolaşmam.

Restorasyon var, restorasyon var... Giderek her taraf “yeni” bir “eski” haline sokuluyor sanki

ARİF ATILGAN 2025 MAYIS.

https://atilganblog.blogspot.com/2025/05/iskeleler-kuzguncuk-iskelesi-kuzguncuk.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/kuzguncuk-i%CC%87skelesi%CC%87

 


18 Mayıs 2025 Pazar

 Köşe Yazısı

HİJYEN KONUSU

Medya haberlerinde görüyoruz. Hastanelerin Acil Servisleri hep doluymuş. Bulaşıcı hastalık tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz vurgulanıyor.

Eski yıllara gidiyorum. Neredeyse her yeme-içmeci vitrininde “Bulaşıkçı Aranıyor” ilanı bulunurdu. Bu kişiler sık iş değiştirdiği için devamlı bulaşıkçı aranırdı o yıllarda. Bugünlerde böyle bir ilan görüyor musunuz? Belli ki böyle bir ihtiyaç yok artık.

1990’lar… Arkadaşımın oğlu sünnet olacaktı. Rica etti, beraber mekan aramaya başladık. En lüks yerleri dolaşıyorduk. Boğaza nazır mekanlarda bile sanayi tipi bulaşık makinesi yoktu. Neredeyse tüm mekanlarda bulaşık yıkama sorunu vardı.

Elle ne kadar olacaktır bulaşık işi. Belli ki önce temiz kaplarla servisler yapılıyor. Sonra gelenler gidenlerin bulaşık kaplarından yiyorlardı.

Kadıköy’de bir mekanı mimarlık bakımdan inceliyordum. Tanıdığım kimselerdi. Beni mutfağa da sokmuşlardı. Gördüklerimi anlatmayayım. Ama o mekanın sokağa da taşan masalarını bir görseniz. Mutfağın tersine tertemiz.

                                          Hijyen Elleri Yıkamakla Başlar

Örnekler vereyim. Hem iyi hem kötü…

Yıllardır gittiğim lahmacuncu da sadece lahmacun yiyip kalkıyoruz hanımla. Lahmacunu üzerine kağıt koydukları tepsiyle getiriyorlar. Yiyorsunuz. Sonra kağıdı atıp tepsiyi tekrar mutfağa götürüyorlar. Halbuki servise giden her kap doğru bulaşığa gönderilmelidir.

Tuzla’da yıllardır aynı köfteciye gidiyorum. Orada da ekmek arası yaptırıp masada oturarak yiyoruz.

Yalova’da bir dönerciyi anlatayım. İyi havalarda kaldırıma koyduğu masada yiyoruz. Yine ekmek arası tabii ki. Dükkanın döner pişen tarafı sokağa duvarsız. Yani döneri yapan kişi yarı dışarıda. Olabilir. Sıcak çünkü çalıştığı yer. Bir gün dönercinin, yanına gelen martıyı döner parçalarıyla beslediğini gördüm. Ama eliyle gagasına besliyor. Sonra o eliyle döner kesiyor. Yahu dedim. Bu hayvan o gagasını boka da batırıyor leşe de…

Bağdat Caddesinde bir pastanede oturuyoruz. Ben simit severim. Simit istedim. İlle de o simidi dört parça yapıp tabakta servis edecekler. Ama tabakları pis. Anlatayım. Israrla ben elimde yiyeceğim dememe rağmen bildikleri gibi tabakta dört parça getirdiler. Yanında çatal da var. Eşim her yerde hır çıkarmama kızıyor. Hadi ses etmeyeyim dedim. Ama tabak ıslak. Çağırdım garsonu. Tabak yıkanmamış demedim kırmamak için “Tabak ıslak. Ben zaten elde yemek istiyordum” dedim. Cevap vermeye tenezzül etmeden tabağı aldı. Bekliyorum. Sonunda eşim kızsa da hır çıkarmaya karar vererek önde camekan olan tezgahın oraya gittim. “Bana tek bütün, kesilmemiş simit verin. Elde yiyeceğim.” Diyecektim ki tezgahın arkasındaki görevlinin avucuyla benim tabağı silip ıslaklığını yok etmeye çalıştığını gördüm. Hır çıktı tabii.

Kadıköy’de AVM’deyim. Ünlü bir mekanın kafesinin koltuklu bölümünde oturup çay söylüyorum. Çayın yanına koydukları minik kurabiye iki parça olmuş. Belli ki bir önceki müşteriden artmış. Aynen onu bana göndermişler. Çağırıp söylüyorum garsona. Değiştiriyor ama bende iştah kalmıyor. Yemiyorum. Başkasına vermesinler diye paramparça yapıyorum.

İstanbul'daki evimin yakınında bir zincir dönerci var. Orada tabakta güvenerek yiyorum. Bir de Yalova’da balıkçımız var. Izgara balık yiyoruz. Ama ayıp olmasın diye salata da söylüyorum. Ben prensip olarak mutfağa arkamı dönerek otururum. Eşim görür oraları. Bir gün dediki “Anlatmak zorundayım. Salatayı avucuyla tabağa koyuyor.” Ne yapayım artık o salatayı da söylemesek olmayacak. Bol limon sıkarak idare ediyoruz.

Kafelerde, çay bahçelerinde bardakları çalkalıyorlarsa şükredin.  Eskiden bardaklar önce sabunlu suyla sonra duru suyla yıkanırdı. Çayı doldurmadan önce mutlaka sıcak suyla içi de dışı da iyice çalkalanırdı. Yalova’da hep oturduğumuz çay bahçesinde ocaktan çaylarımızı kendim alıp masaya getiriyordum. Tabii sıcak suda bardakları çalkalatarak. Sahip değiştirdiler, yeniler beni tanımıyor. “Git otur Ağbi. Getiriyoruz” diyorlar. Sonuçta sahile inerken çayımızı evde yapıp termosa koyuyor ve çimenlik bir yerde portatif sandalyelerimize oturup keyfimizi yapıyoruz artık.

Tiyo vereyim. Temiz ve leziz çay-kahve kahvehanelerde var. Deneyin. Üstelik daha ucuz.

Bir de Yalova’daki simitçimizden bahsedeyim. Simit, poğaça ve kek yapıyor. Pencereden alıp gidiyorsunuz. Oturmak filan yok. Tertemiz ve lezzetli. Çay keyfimizi simit-poğaça-kek üçlüsüyle sahilde yaşıyoruz.

Yeme-içmecilerde bulaşıkçı aranmıyor artık. Belli ki gerek yok. Konumuz hijyen diye başka şeylerden bahsetmiyorum. Örneğin pastane yağı diye bir şeyi bana pastaneci dostum söylemişti. Anlayabildiğime göre kızgın yağ içinde kızartma yapanlardan  kullanılmış yağları toplayıp tenekelere doldurup pastanelere satıyorlarmış. Eğer yediğiniz şeyler midenizi yakıyorsa odur. Kimyasal tarafını araştırın.

Elemanlara pek girmeyeyim ama yine de dişini, burnunu karıştıran, eline hapşırıp yıkamayan, arkasına bastığı ayakkabısından ayağını çıkarıp kaşıyan, kedi-köpek sevip servis yapan… Ama en ilginci hijyen için kullandıkları eldiveni yere düşürüp tekrar eline takıp kullananlardır sanırım. Yani neyi ne için yaptıklarının bilincinde değiller.

Şaka bir yana. Bu işin çok detaylı yönetmeliği olmalıdır. Açılacak dükkan adeta tarif edilmelidir.

Sevgili dostlar. Bu iş eğitim işidir. Çocuk yaşta okullarda hijyen öğretilmelidir. Bir restoran çalışanı kendisi için de hijyen şartı aramalıdır. O şartı aramayan yani bilmeyen birinden temizlik bekleyemezsiniz. Zoraki olmaz bu işler.

Sakın “Ağbi Avrupa’da…” demeyin bana. Onlar çok daha pis. Paris’te en yeme-içmecilerin olduğu yer olan Saint Michelde baş parmağı yemeğin içine batarak tabak getirmişlerdi.

Sonuç… Eğitim vs hepsi olmalı. Ama sık ve sıkı denetim yapılmalı. Aksi takdirde herkes herkese hastalık bulaştırır. Biz de hastanelerdeki kalabalığa “Bulaşıcı hastalık mı var?” der dururuz.

ARİF ATILGAN 2025 MAYIS

Not: Yazının tamamı gerçektir. Abartı yoktur.

http://atilganblog.blogspot.com/

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/hi%CC%87jyen-konusu

 

14 Mayıs 2025 Çarşamba

 İskeleler

KANLICA İSKELESİ

Kanlıca, Beykoz ilçesine bağlı 3819 nüfuslu bir mahalledir. İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasında Anadoluhisarı ile Çubuklu arasındadır.

Bizans döneminde zenginlerin sayfiye yeriymiş. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra boşalmış. Daha sonraki yıllarda Anadolu’dan gelenler yerleşmiş.

Burada yaşayanlar civar köylere kendi yaptıkları kağnı arabalarıyla gider gelirmiş. Bu sebepten yöreye Kağnılıca denmiş. Zamanla kısalan kelime Kanlıca olmuş. Başka rivayetler de vardır ama ben bunu gerçekçi buldum. Kanlıca Burnu’nun adı eski tarihlerde Limpos’muş. Körfez diye anılan koya ise Bahai Körfezi denirmiş. Burası 4.Murad ve 4. Mehmed dönemlerinde şeyhülislam olan Mehmed Bahaiddin Efendi’ye bağışlanmış. Bahai, Bahaiddin’in kısaltılmışıdır.  

Bülbül dinlenen, mehtap şenlikleri yapılan ve dalyanların bulunduğu bu koydan denize dökülen dereye Bülbül Deresi denir. 

Kanlıca mahallesi, yalıları, ağaçlık alanları, çeşmeleri ve hatta mezarlığı ile ünlüdür. Meydanda Mimar Sinan’a ait İskender Paşa Camii vardır. 1559-1560 yıllarında yapılan kubbesiz, çatılı olan cami o günden bugüne çok hırpalanmış, onarım görmüş ve neredeyse aslına benzemez hale gelmiş. 1900’lerin başında yapılan Hidiv Kasrı ve korusu ile Mihrabat Korusu çevreye nefes aldıran yeşil alanlardır. Kıyı boyunca yalılar, iç taraflarda da çeşmeler vardır. Ünlü isimlerin yattığı boğaza nazır mezarlık ise insanı ölüme özendiriyor sanki.

Kanlıca deyince hemen akla yoğurt gelir. Deniz kıyısında yenilen yoğurt o kadar ünlü olmuştur ki bunu yazmalıyım diye düşünüyorum.

2025 Yılı. Solda Kanlıca İskelesi. Sağda Kanlıca Yoğurtçusu.

1870 yılında İsmail Hakkı Sipahioğlu isimli kişi sahildeki küçük kahvehaneyi satın alır. Burada kahve yapar ve satar. Rumi takvime göre 1293 yılında olduğu için 93 harbi diye bilinen (1877-1878) Osmanlı-Rus savaşı dolayısıyla Bulgaristan Türklerinin bir kısmı ülkemize göç ederler. Bunların bazıları Kanlıca’ya yerleşmişler ve bildikleri iş olan mandıracılığı yapmışlar. Onların yaptıkları yoğurt tanınmaya başlayınca İsmail bey o yoğurdu alıp satmaya başlar. Teneke tepsilerde gelen yoğurt aynı şekilde servis edilirmiş diye anlatılır. Benim anladığıma göre burası yoğurtçu dükkanı olmuş aslında. İsmail Beyin ölümü üzerine işletmeyi oğlu Mahmut Şevket Sipahioğlu devralmış ve yoğurdu cam kaselerde satmaya başlamış. Ekşimtırak tadda olan yoğurt, üzerine pudra şekeri ekilerek yenmeye başlanmış. Laf aramızda doğal inek yoğurdu ekşimtrak ve biraz gevşek olur zaten. İşte Kanlıca’nın kıyısında yenen bu yoğurt ünlü olmuş. Tabii yoğurt kadar ünlü olan İsmail Ağa’nın Kahvehanesi’nde yenmek kaydıyla.

                                    1950’lerde ve 1970'lerde Kanlıca Yoğurdu Dükkanı.

Gelelim Kanlıca İskele’sine…

1851 yılında ilk iskele ahşap olarak Hoca Yahya Efendi Sahilhanesi’nin alt tarafındaki sokağın ağzına inşa edilir.

1894 yılında iki katlı olan iskelenin üst katı kiraya verilmiş. Gazino olarak kullanılmış.

1914 tarihinde yıkılarak yenisi inşa ediliyor. 26 Nisan günü kullanıma açılmış.

1990 yılında eskisinin aynısı betonarme üzeri ahşap kaplama olarak yeniden inşa edilir. Hemen yanında birkaç kayıklık bağlanma yeri vardır.

İskelenin vapur yanaşma yeri uzunluğu 17 m, sudan yüksekliği 1.3 m, iskele önü derinliği 6.5 m’dir. Galata Köprüsü’ne 7.02 mil (11.29 km) uzaklıktadır. Şirket vapurları bu mesafeyi 45 dakikada alır.

Kanlıca İskelesi’nin Hava Fotoğrafı.

Kanlıca insanı rahatlatan bir yerdir. İskele yanındaki Yoğurtçuyu 1970’lerden beri bilirim. 2000’lere kadar sakin sayılırdı. Masanıza servis edilen yoğurt kullan-at şeklindeki bildiğimiz plastik ambalajı ile önünüze gelirdi. Pahalı filan değildi. Zaten oraya gelenler de çok fazla değildi. Deniz dalgalı olduğunda dışarıda oturuyorsanız ayaklarınız ıslanabilirdi. Caddenin üst tarafında meydana bakan Buhara Et Lokantası vardı. Gündüz yoğurt yiyip akşam da Et Lokantasında meydana karşı spesiyali olan pilavlı döner ile bir kadeh rakı içmek iyi gelirdi doğrusu.

Çay, kahve içmek içinse tepedeki Hidiv Kasrı’nı tercih ederdim. Oğlumuz küçüktü. Onun da rahat dolaştığı güzel bir mekan ve tesisti orası. Çevresi geniş bir koruluktur. Çok sık giderdik ailecek. Ama mimarlık ukalalığı yapmadan geçmeyeceğim. Gerek Hidiv Kasrı gerekse Çamlıca Turing Tesisi… Boğazın tepesinde olmalarına rağmen oturduğunuz yerden denizi göremezsiniz. Mimar kuralcılığı… Yahu araziyi traşla, binayı öne al veya yükselt vs. Boğazı göster. Böyle dediğime bakmayın. Ben de öyleyim. Meyilli arsaya oturttuğum binanın zemin katı önde 1m yüksekte iken arkada nerdeyse toprağa gömülü olurdu. Arsanın arka tarafını da hafretmeye cesaret edemezdim bir türlü. Bazen kalfam ‘Sen git Ağbi. Ben ayarlarım zemini.’ Diyerek beni kovalardı. Ne yalan söyleyeyim. İyi de olurdu.

Şimdi duyuyorum da Kanlıca’da yoğurt yemek çok pahalıymış. Sadece pudra şekerli de değilmiş. Vişneli, çilekli, reçelli, ballı da oluyormuş. Ben 1-4 milyonluk İstanbul’u anlatıyorum. Bugün 20 milyon yaşıyor bu kentte. Her yer kalabalık. Her yerde yeni çeşitler istiyor insanlar. Gelenek görenek değişiyor dolayısıyla. Alışacağız...

Kanlıca’ya vapurla veya cam kenarında oturabilirseniz belediye otobüsüyle gitmenizi öneririm. Etrafı seyretmek ayrı bir keyiftir çünkü…

ARİF ATILGAN 2025 MAYIS

https://atilganblog.blogspot.com/2025/05/kanlica-iskelesi-kanlca-beykoz-ilcesine.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/kanlica-i%CC%87skelesi%CC%87

 Not:

-Limpos kelimesinin nereden geldiğini bulamadım. Hoca Yahya Efendi Sahilhanesi’nin de fotoğrafını bulamadım.