30 Eylül 2018 Pazar


GÖKOVA'DA OKALİPTÜS AĞAÇLARI VE AŞIKLAR YOLU
Arif Atılgan

Derenin küçüğüne çay denir. Ege’liler çaya azmak derler. Marmaris’e gelirken tepedeki fotoğraf çekim yeri Sakar Geçididir. Buranın altında Akyaka vardır. Akyaka’da akan suya kadınların çamaşır yıkaması sebebiyle Kadınlar Azmağı adı konmuş. Kadınlar Azmağı ve diğer akarsuların tepelerden getirdiği alüvyonlarla dolan körfezde oluşan ovaya Gökova demişler. Akarsuların taşma alanı olan ova tüm benzerleri gibi bataklıktır.

Akçapınar Köyü ovada yer almaktadır.

1930’lu yıllar. Köy halkı bataklıktaki sivrisineklerin yaydığı sıtma hastalığı sebebiyle kırılmaktadır. Muhtar Mehmet Gökovalı sıtmayla yaşamı boyunca mücadele etmiş ancak yine de 7 kızının dördünü kaybetmiştir. Yaptığı araştırmalarda Avustralya’da okaliptüs adında bir ağaç olduğunu, her birinin yılda 250 tona yakın su emdiğini, bu tip yerlerde çok yararlı olacağını öğrenir. Muğla Valisi Recai Güreli’ye durumu anlatır. Vali ikna olur. Ancak ağaçlar Avustralya’dan nasıl getirilecektir?

1938 yılında Cevat Şakir Kabaağaçlı devreye girer ve okaliptüs tohumları getirilir. Köylüler imece usulüyle tohumları köye gelen yolun iki yanına dikerler.

1939 yılında muhtarın bir de oğlu olur. Adını Şadan koyarlar. Artık çocuklarını kaybetmek istememektedir. Umutla okaliptüs ekimine devam ederler.

1940 yılında da ekimine devam edilen okaliptüsler yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. 700 adet ağaç büyüdükçe bataklığın kuruduğu görülür. Nihayet köy sıtma belasından kurtulmuştur. Üstelik kuruyan bataklık bereketli bir tarım alanı haline dönüşmüştür.

1958 yılında oğul Şadan Gökovalı, Cevat Şakir Kabaağaç’ın manevi oğlu olur.

1970’li yıllarda ülkede turizm gelişmeye başlar.  Buradaki kıyı yerleşimi olan Marmaris’in yıldızı parlamaktadır. Yoldaki okaliptüsler büyümüş, adeta bir tünel oluşturmuşlardır. 2.000 m civarı uzunluktaki yol Marmaris’in girişi olarak ünlenmeye başlar.

Bölgenin ağacı sığladır. Ancak okaliptüs ağaçları yöreye öylesine yayılmıştır ki insanlar bölgenin ağacı olarak onları tanır olmuşlardır.

                                                             Âşıklar Yolu.

1981 yılında bu yolu tanımıştım. Marmaris’e gidiyorduk ama okaliptüslü yolu daha çok merak ediyordum. Yol, ağaçlar bittikten sonra köyün içinden devam ediyordu. Mola vermiştik.   

1990’lı yıllarda araba sayısı artmış, okaliptüslü yol yetersiz kalmıştır. Yanına çift yol yapılır. Yeni yolun köyün de dışından geçmesi köylüleri mahzunlaştırır. Ancak bu sefer de gelinlerin nikâh öncesi fotoğraf çektirmesiyle başlayan rağbet buranın bir anda Âşıklar Yolu olarak anılmasına sebep olur. Gezi turları uğramaktadır artık. Ziyaretçilerin yolun bitimindeki köyde oturup nefeslenmeleri ise köylüyü tekrar eski mutlu günlerine döndürmüştür.

                                   Eski Yol Akçapınar’a Giriyor. Yeni yol dışında kalıyor.

2018 yılındayız. Okaliptüsler 50m yüksekliğe eriştiler. Oğul Şadan, tüm ülkenin tanıdığı Prof. Şadan Gökovalı oldu. Yolun yol olduğu yıllar unutulmuş gibi. Herkes burayı Âşıklar Yolu olarak düzenlenmiş sanıyor. Ağaçlara bıçakla isim yazılıyor.

Hâlbuki okaliptüs ağaçları her yıl kabuklarını yenilerler. Dolayısıyla kazınarak yazılan isimler de yok olup gider. Kalemle yazıp fotoğraf çekildiğinde hem amaca ulaşılmış hem de ağaçlara zarar verilmemiş olur.

                                         Kalemle yazıldığında ağaca zarar verilmiyor.

Eski adıyla Okaliptüslü Yolun, yeni adıyla Aşıklar Yolunun tescilli şekilde korunması dileğiyle..
ATILGAN BLOG ARİF ATILGAN EYLÜL 2018

28 Eylül 2018 Cuma

Prof. SEMAVİ EYİCE İLE KASIM 2016 TARİHİNDE YAPTIĞIM RÖPORTAJ -4-
Arif Atılgan
Sayın Semavi Eyice ile 2016 Yılının Kasım ayında evinde buluşarak bir sohbet gerçekleştirmiştim. Kendisini 28 Mayıs 2018 tarihinde kaybettik. Kamuya mal olmuş bir insandı. Bu sebepten sohbetin tamamını tüm ilgilenenlerle paylaşmayı doğru buldum. Ancak 50 sayfa civarında olduğu için bölüm bölüm yayınlayacağım.
Açık siyah yazılar Semavi Eyice’nin, koyu siyah yazılar benim (Arif Atılgan) konuşmalarımdır.


Onu bir ararım oradan ben hocam. Yeldeğirmenindeyken, oradan Saint Joseph’e gittiniz değil mi?
Saint Joseph’e gittim ondan sonra bir senede orada okudum. Ondan sonra babam dedi ki ‘Şimdi seni bütün derslerde imtihana filan sokarlar ondan sonra altından ya kalkarsın ya kalkamazsın.’ Birazda yabancı okullardan gelenlerden intikam alıyorlar. Öyle bir tutumda var. Ondan sonra ’Sen bir sene filan ilkokula git oradan diploma al o zaman sen normal ilkokul imtihanına girmesin’ dedi. Onun üzerine ben girmedim tabi.
Hocam peki Ortaokul?
Ortaokulu ben Galatasaray’da okudum.
Anladım hocam ilk Osmangazi’den Saint Joseph’e gittiniz ilkokulda.
Bir sene Saint Joseph’e gittim ondan sonra Osmangazi’ye geldim. İlkokul diplomasını oradan aldım. Ondan sonra Galatasaray’a gittim. O zaman beni Türkçe olan derslerden imtihana tabii tutmadılar. Oranın diploması elimde olduğundan. Yalnız Fransızcadan imtihan ettiler. Fransızcayı zaten 5 sene evvelden öğrenmiştim onun üzerine kolayca oraya kaydım yapıldı.
Siz yani şimdi önce Saint Louis’de başladınız okula, sonra Saint Joseph’e gittiniz.
Evet, o kısa bir süre.
Sonra Osmangazi’ye geldiniz, orayı bitirip Galatasaray’a geçtiniz. Peki, hocam Yeldeğirmeniyle ilgili aklınızda iz bırakan neler var?
Valla pek fazla bir şey yok yalnız o bizim sokağın başındaki yerde Namazgâh vardı bir tane. Onun ağacı vardı. Çınar ağacı o bundan bir on onbeş sene evvel filan devrildi. Ondan sonra parçaladılar, yaktılar herhalde bir yerlerde. Ondan sonra o çeşmeyi, Lâdikli bir şey ağa denilen biri yaptırmış.
Lâdikli Ahmed Ağa.
Evet, ondan sonra o çeşmeyi biraz restore ettiler. Fakat o çeşme zaten süslü bir çeşmeymiş bir ara onun o süslü bazı parçalarını üstüne koymuşlar. Yani çatısına. Ben onun üzerine çıktım baktımdı. İşte mihrap parçalar filan vardı o zaman. Sonra işte bir takım belediyeye gidip gelen bazı kızlar vardı. Onların biri yeniden rölöve filan çizdi o çeşmeyi güya restore ettiler. Zaman zaman o çeşme akardı. Bir yerlerden yol bulur bir bakarsın şakır şakır akıyor. Sonra gene kuruttular filan ondan sonra o onun Namazgâhı vardı. Ondan sonra o Namazgâh çok sene evvel yok oldu ortadan. Hatta Namazgâh Taşı vardı.
Kıblegah taşı var orda hocam koymuşlar ama…
Ya o uydurma. İstiridye kabuğu şeklinde bir süslemesi vardı onun. Ondan sonra biraz gerideydi. Ve orada bir numaralı ev -altı kâgir üstü ahşaptır onun- bir ara eski eser sayıldı tescil edildi. Yani onun için pek değiştirilemez o ev. Zannediyorum işgal yıllarında orası İngilizlerin polis karakolu olmuş. Ve tam önünde bir boşluk var ya zeminde orada bir tane yuvarlak vardı. Bordür taşlardan yapılmış.
Orada yaşayan hanım bana geliyordu. Ben mimarlar odası başkanıyken geliyordu ve o fotoğrafları gördüm. Çok güzel bir yalıymış orası. Yerde böyle yürüme taşları filan vardı.
Efenim orda şey varmış ben görmedim onu hiçbir zaman yalnız o şeyin temeliydi. Avrupa da filan olan gazete köşkleri vardır ya gazete satılan yerler. Onun temeliymiş.
Tam yolun ağzındaydı.
Evet, İngilizler o yuvarlağın üzerine öyle bir köşk yapmışlar. Dergi, gazete filan satmak üzere. Onlar gittikten sonra o köşk ortadan kaldırılmış yalnız temeli kalmıştı. Böyle yuvarlak fakat onunda acı bir hatırası vardır. Bir hanım çocuğuyla beraber komşunun kızını da almış orada yürüyorlarmış o esnada bizim yokuşta freni kopan bir araç yukarıdan aşağıya bir iniyor ve o kızcağızı orada o temele yapıştırıp parçalıyor. Orada kanı uzun zaman görünürdü. Sonra onu söktüler ve o yuvarlak temel yok şimdi.
Karakol hane caddesinden tramvay geçtiğini hatırlıyorsunuz herhalde. Aşağıya iniyormuş hatta kışları kayar, devrilir filan diye de anlatır eskiler.
Evet.
Peki, hocam Ayrılık Çeşme Sokağını biliyorsunuz. Şimdi Kitaplarda yazar İngilizler geldikten ve işgalden sonra 1920’li yıllarda burayı bir ara genelev gibi kullanmışlar. Onula ilgili siz bir şey hatırlıyor musunuz?
Hayır, yalnız Kadıköy de Yeldeğirmeni’nin Paris Mahallesi diye bilinen bir yeri vardı.
İşte hocam o yüzden oraya Paris Mahallesi denirmiş galiba.
Yo hayır, ilerideydi o. İbrahim Ağa yolunda değildi de daha yukarıdaydı o.
Evet, hocam Ayrılık Çeşmesi Sokağıydı orası yani demir yolunun üstü.
Orda işte meşhurdu o ama biz çocukken tabiî ki oralardan geçmemiz mümkün değildi. Söylerlerdi duyardık ama oralardan hiçbir zaman geçmedik. Yalnız tam karakolu geçtikten sonra kısa ve demir yoluna doğru bir sokak vardı. Onun orada tam tren yolunun komşusu bir tane sinema yapıldı.
Anladım hocam orası Duatepe Sokak. Bir üstündeydi orası Özen sinemasıydı Yeldeğirmeni sineması diye de geçiyor.
Evet, Yeldeğirmeni sineması. Sonra orada artık dördüncü derecede filmler filan oynardı. Ondan sonra zemini filan tahtaydı galiba ondan sonra girerdik. On kuruşa bileti vardı onun. Ondan sonra başlardık tepinmeye başlamadığı taktirde. Başlar mısın başlayalım mı diye bağıra bağıra ondan sonra zaten bir uyduruk sinemada aşağıda Kuşdilinde vardı.
Hangarda.
Evet, sonrada Tramvay müzesi filan yaptılar bir ara.
Yeldeğirmeni sinemasına o gittiğiniz zamanlar elektrik var mıydı?
Vardı tam bilmiyorum ama yani biz gittik ve giderdik oraya. Ondan sonra fakat bizim sokaklar o düz sokak denilen o sokakta nedense itibarlı bir sokakmış o. Bu nedenle orada gaz lambası vardı.  E yani sokağı aydınlatması için tam köşe başında birde aşağıya doğru giden yolun yanından giden bir yol vardı. Ondan sonra İbrahim Ağa caddesine inen o köşede bir gaz lambası için bir delik vardı. Onu her akşam elinde meşalesi olan ve devamlı yanan bir sopası olan adam gelir onun yerden kapağını açar ondan sonra fitilini oradan yakar ondan sonra kapağını kapatır giderdi. Hava gazı bulunduğu müddetçe o adam muntazam geldi gitti. Daha sonra orayı iptal ettiler.
Sizine evlerde hava gazı vardı değil mi?
Bizim evde vardı mesela. Birinci katta vardı hava gazı fakat üst katlarda yoktu. Oralarda lamba filan kullanılırdı. Sonra eve elektrik geldiğinde herkes dıştan hatlar döşediler. Bütün evler yapılmış böyle uyguladılar.
Sıva üstü denilen şekilde.
Evet.
Hocam Haydarpaşa’da Haydar Baba yatır’ı vardı. Sizin yazınızda okuduğuma göre esasında orada Haydar Baba değil Lahuti Mahmut Baba yatıyormuş. Fakat demir yolcuları gidip gelirken Haydar Baba diye oraya el sallarlar, dua ederlermiş bu şekilde adı Haydar Baba diye kaldı şeklinde yazmıştınız galiba öyle değil mi?
Valla ben öyle öğrendim öyle biliyorum yani daha fazlada bilmiyorum. Daha sonra birde oraya kocaman bir camii yaptılar. O tamamen yeni ve evveliyatı yok onun.
Bende aynı fikirdeyim orada önceleri hiçbir şekilde cami filan yoktu. Ama orada eskiden cami vardı diye de yazmışlar.
Ona bende şaştım. O hiçbir zaman yoktu. Çünkü biz genellikle daha yakın yerdi ve oradan Haydarpaşa’dan vapura binerdik İstanbul’a gitmek için ve oradan da çıkardık. Yalnız orada ufacık bir yerleşim yeri de vardı tam o caddenin köşesinde. Birde daha çok orada bakkallar filanda vardı. Ayrıca takaların, Karadeniz’den gelen takaların İstanbul da demirleme yerleri orasıydı.
Haydarpaşa deresinin ağzımı hocam? Et Balık Kurumu var orada.
Evet, orda vagon atölyesi vardı geride çayırlara doğru. Ondan sonra orada ufak bir yer yerleşim yeri vardı.
Bomonti Bira Bahçesi de önce oralardaymış galiba?
Onu ben görmedim hiçbir zaman.
4. Bölümün Sonu. Devam edecek..
ATILGAN BLOG ARİF ATILGAN EYLÜL 2018
Blogumdan yazı yayınlayanların üst satırdaki ATILGAN BLOG ARİF ATILGAN imzasıyla yayınlamaları gerekir.


27 Eylül 2018 Perşembe


Prof. SEMAVİ EYİCE İLE KASIM 2016 TARİHİNDE YAPTIĞIM RÖPORTAJ -3-
Arif Atılgan
Sayın Semavi Eyice ile 2016 Yılının Kasım ayında evinde buluşarak bir sohbet gerçekleştirmiştim. Kendisini 28 Mayıs 2018 tarihinde kaybettik. Kamuya mal olmuş bir insandı. Bu sebepten sohbetin tamamını tüm ilgilenenlerle paylaşmayı doğru buldum. Ancak 50 sayfa civarında olduğu için bölüm bölüm yayınlayacağım.
Açık siyah yazılar Semavi Eyice’nin, koyu siyah yazılar benim (Arif Atılgan) konuşmalarımdır.


Ben gittim baktım aa kanun kaçak. Kira filan ödedikleri yok. O albayın oğlu ondan sonra ne derse desin. Garip bir ev olarak kullanılıyor orası. Yatak matak yok. Yerde samanlardan yatak yapmışlar ondan sonra içinde kâğıtlar şeyler hatta içinde bir tane subay hüviyeti bile bulduktu orada. Ondan sonra kapının kilidi kalmamış. Tekmeyle açıyorlar tekmeyle kapatıyorlar kapıyı.
Ondan sonra bende pekâlâ dedim. O zaman bir sandalım vardı onun halatlarını filan götürdüm, zincirini götürdüm oraya. Kapıların kilitleri filanda tutmuyor artık. Ondan sonra güzel bir çiviledim. Arkasına birde kol tahtası çaktım. Duvarın bir ucunu da oydum. Bir ucu duvarın içine girdi bir ucu kapının arkasında. Hatta bodrum var ya orayı da öylece emniyete aldım. Bütün pencerelere işte çivi çaktım.
Daha sonra sokak kapısının mermerini kıra döke şey yapmışlar. Devamlı açıp kapadıklarından kilit falan da tutmuyor. Onu da güzel zincirle bağladım. Teknenin zinciriyle. Özellikle adamın içindeki nesi varsa onlarında hepsini iki araba, yük arabası moloz doldurduk. Ve düşününki o en aşağıya inen merdiven var ahşap onun içine evin ne kadar iki senede birikmiş çöpü varsa onu doldurmuşlar onları da temizledik. Denize attık falan bir kısmını. Çöpçü falan da almaz onu o kadar muazzam bir şey. Ondan sonra hatta benim üniversitedeki hademem benim odama falan bakar. ’Ya’ dedim ’evin falan yoksa gel bedavadan otur benim evde’ dedim. ’Ya’ dedi ’benim gecekondum var’ dedi.‘İstanbul tarafında bana çok masraflı olur gelip gitmek dedi’ istemedi.
Onun üzerine baktım olacak gibi değil şimdi dedim her yerleri zincirledim ana kapıyı da bağladım. Ondan sonra kilitledim çıktım gittim. Bir daha da ne geldi kimse ne aradı. (Gülüşmeler) 3 – 4 mektup yolladık babalarına. Onlara da cevap gelmedi. Ondan sonra biz biraz daha bekledikten sonra evin içinde işte bunların müzahfaratları neleri varsa hepsini topladık attık. Ondan sonra kilitledik böyle dursun dedik. Öyle duruyordu.
O ev şimdi durmuyor herhalde değil mi?
Duruyor duruyor. Eski 25 numara ama şimdi numarası değişmiş onun. 27 mi olmuş 29 mu olmuş bir şey olmuş. Yanımızda da bir demiryolu memurunun gayet alçak bir evi var. Yani bir kattan başka birde ufacık bir bodrumu olan bir evi var. O zaman benim zamanımda yaptıydı onu o. Hala daha o ev duruyor.
Diğer Konuşmacı: İtalyan apartmanının karşısındaki köşe değil onun yanı.
Yukarıda yani okulun karşısında İtalyan apartmanının karşısındaki köşedeki bina da eski bir binadır onun yanı. Anladım çok iyi. Hocam Yeldeğirmenindeki Karakolun durumunu hatırlıyor musunuz?
Vallaha durumu ahşap bir karakoldu o. Çok güzel bir bahçesi vardı. Komiserler falan çok iyi bakıyorlardı. 
Bizim zamanımızda o Karakol setin üstündeydi. Hatta yedi katlı basamaktan çıkıyorduk yukarıya. Peki, sizin zamanınızda da öylemiydi yoksa aşağıya kadar bahçeye miydi?
Yok yok yüksekti. Fakat şimdi diğer bir konu karakolu yıktılar.
Yıktılar o Karakolu hocam. O Karakolu ben araştırdım orijinalinde 1860’larda yapılmış. Orijinalinde o set yok.
Orda karakollar varmış onları filan bulmuştu. Ondan sonra bilmiyorum bunu da buldu mu bana bir iki defa geldi gittiydi o. Sonra bazı araştırma yapanlar bana müracaat ettiler. Gidin o teze bir bakın dedim fena bir tez değil o dedim iyi dedim. Ondan sonra yani o tez kütüphanede duruyor. Teknik üniversitede.
Mimarlık Fakültesinde mi Hocam?
Herhalde ordadır.
3. Bölümün Sonu. Devam edecek..
ATILGAN BLOG ARİF ATILGAN EYLÜL 2018
Blogumdan yazı yayınlayanların üst satırdaki ATILGAN BLOG ARİF ATILGAN imzasıyla yayınlamaları gerekir.

21 Eylül 2018 Cuma


YELDEĞİRMENİ'NDE SOKAĞA ÇIKMA YASAĞI ANISI
Arif Atılgan

1972 yılının Ocak ayı. Diyarbakır Hava Kuvvetlerinde mimar olarak yedek subaylık yapıyorum. Her yer kar. Hava koşulları dolayısıyla inşaatlar durmuş. Şube Müdürümüz Binbaşı bu boşlukta bizlere izin kıyağı yapıyor. Herkesi kendi memleketine görevli gönderiyor. Ben Lüleburgazlı arkadaşımla birlikte İstanbul’a gideceğim.

                        1972 Yılı Diyarbakır Hava Kuvvetleri İnşaat Şube Müdürlüğü.

21 Ocak 1972. Uçaklar kalkmıyor. Şehre inip otobüs aradık. Bir şirkette yer bulduk ve hemen eşyamızı alıp otobüse yerleştik. Normalde Diyarbakır-İstanbul 24 saattir. Ama her yer bembeyaz kar olduğu için yolculuğumuz 36 saati buluyor.

22 Ocak 1972. Geç saatlerde Gebze’de bekletiliyoruz. İstanbul’da sokağa çıkma yasağı olacağını söylediler. Saat 23 gibi Harem Otogarına gelebildik. Arkadaşım, Lüleburgaz otobüsü için bilet aldı ve Otogarda kaldı. Ben servis minibüsüyle Kadıköy’e indim. Her taraf boştu.

23 Ocak 1972. Günün ilk saatlerine girdik. Saat 3 ten itibaren Saat 18’e kadar sokağa çıkma yasağı konmuş. Bütün İstanbul ev ev aranacakmış.

Kadıköy’e geldikten sonra Yeldeğirmeni’ne çıkmak kolaydı. Her ne kadar sokaklarda askerler çevirip soru soruyorlarsa da fazla üzerime gelmiyorlardı. Üstümdeki asteğmen rütbeli resmi kıyafetin rolü vardı sanırım. Eve geldim. Zili çaldım. Ses yok. Tekrar çaldım. Yine ses yok. Tekrar çaldım, kapıyı yumrukladım. Nafile. Ses yok. Karşı evden daha önce Sulhi’lerin oturduğu kattaki Esma Hanım pencereye çıktı. ‘Evladım sizinkiler bugün taşındı’ dedi. Başımı kaldırıp binaya baktım. Pencereler perdesizdi. Derler ya, ‘Başımdan kaynar sular döküldü’.. Tam öyle oldum. Taşınılacağını biliyordum. Taşınılacak adresi de biliyordum. Küçükyalı Altıntepe. Zamanını bilmiyordum. 

Tekrar Kadıköy’e indim. Hal Binasının önünde bomboş caddedeyim. Birkaç askere durumumu anlattım. O sırada askeri bir araç geldi. Askerler araçtan inen binbaşıyı gösterdiler. ‘Ona git’ dediler. Binbaşıyla caddenin tam ortasında karşı karşıya geldik. Selam çaktım ve ‘Komutanım’ diyerek durumumu anlattım. Sonra da kendi bölgelerinin sınırına kadar beni götürmelerini, her bölgedekilerin böyle yapmasıyla Bostancı’ya varabileceğimi, sonrasının kolay olduğunu anlattım. Binbaşı beni dinledi ve ‘Teğmenim sana tavsiyem ortadan kaybol’ dedi. Anladım ki bir otel bulmalıyım.

Bildiğim Kordon Oteli var. Gittim. ‘Yer yok’ dediler. Sokak aralarına girdim. Otellerde yer yoktu. Reşit Efendi Sokakta kapısında otel yazan bir bina gördüm. Otelin apartmandan dönüştürüldüğü belli oluyordu. Sirkeci Otelleri kıvamındaydı. İçeri girdim. Merdivenin altı müracaat bürosu, geriye kalan küçük alan lobi yapılmış. Bir oda olduğunu, beğenirsem kalabileceğimi söylediler. Yukarı çıktığımda odanın o kattaki dairenin mutfağından dönüştürüldüğünü fark ettim. Üstelik penceresi sokağa değil aydınlığa bakıyordu. Çaresizdim. Kabul ettim.

      Reşit Efendi Sokağın Bugünkü Hali. (Benim Kaldığım Oteli Otelciler Bile Bilmiyor Artık.)

Uyandığımda sabah-öğle saatleri arasındaydı. Aşağı indim. Otel yetkilileri askerlerin gece benim odama girip baktıklarını, uyandırma gereğini duymadıklarını söylediler. Çay ikram ettiler. Ancak sokağa çıkma yasağı akşama kadar devam ediyordu. Tekrar odama çıktım. Okuyacak bir şey yok, radyo yok, TV henüz icat edilmemiş. Kendi semtimde bütün gün odamda hapis gibi oturdum. Saat 18 oldu. Çıktım. Eve gitmek için yola koyuldum.

O yıllarda cep telefonu, internet yok. Evlerde bile telefon yok. Haberleşme 1 haftada giden mektupla, acil ise telgrafla sağlanıyor. Bu sebepten izinli olduğumuzda da evdekilere haber vermez, çıkar gelirdik. Evdekiler de tam o gün geleceğimi akıllarına getirmemişler.

O geceyi ve gündüzü asla unutamam. Semtimin sokaklarında yalnızım. Askerler var. Hiçbiri beni tanımıyor. Evlerdeki insanlar tanıdık ama uyudukları için beni fark etmiyorlar. Yeldeğirmeni zapt edilmiş gibi. Gece neyse ama gündüz de bir odadan dışarı çıkamıyorum. Mahallemde bu kadar çaresiz kalacağımı düşünemezdim.

Kıssadan hisse. Ne zaman nerede çaresiz kalınacağı hiç belli olmuyor.
ARİF ATILGAN EYLÜL 2018

19 Eylül 2018 Çarşamba


Prof. SEMAVİ EYİCE İLE KASIM 2016 TARİHİNDE YAPTIĞIM RÖPORTAJ -2-
Arif Atılgan
Sayın Semavi Eyice ile 2016 Yılının Kasım ayında evinde buluşarak bir sohbet gerçekleştirmiştim. Kendisini 28 Mayıs 2018 tarihinde kaybettik. Kamuya mal olmuş bir insandı. Bu sebepten sohbetin tamamını tüm ilgilenenlerle paylaşmayı doğru buldum. Ancak 50 sayfa civarında olduğu için bölüm bölüm yayınlayacağım.
Açık siyah yazılar Semavi Eyice’nin, koyu siyah yazılar benim (Arif Atılgan) konuşmalarımdır.


Prof. Semavi Eyice ve Ahmed Nejat Gülgun (Rasim Ppaşanın torunu) ile Eski Yeldeğirmenliler Panelindeyiz.

Tam aşağı kadar inmeden, sahile kadar inmeden hatta orada en altta hala ahşap bir ev bulunuyor.
Evet, oradaki evde Rum kocakarıları otururdu ve neyin nesiydiler bilmiyordum. Zannederim o evde Kadıköy’ün en eski evlerinden biriydi. Ve birde Askerlik Şubesi vardı ve Askerlik Şubesinin bulunduğu sıradaki en eski evlerden biriydi orda. Yani 250 senelik falan vardı o.
Doğru hocam o yok şimdi artık. Ama aşağıdaki ev hala duruyor onu restore ediyorlar. Ahmet Haşim de bir ara o evde oturmuş galiba.
Ahmet Haşim Benim bildiğim Bahariye’deydi. Saint Joseph’in yukarısındaki sokağın ucunda oradaki bir apartmanda oturuyordu.
Hocam Adnan Giz’in kitabında okumuştum. Ahmet Haşim’e gelen bazı mektuplarda İskele Sokak numara 2 diye yazarmış. O hala iki numara, o evi yazıyor. Bir ara oturmuş olabilir orada.
Son uçtaki evde otururdu işte. Apartman gibi bir yer vardı. Tam köşede Moda Yokuşuna gelmeden, gene Fransızların okuluna gelmeden ondan sonra orada otururmuş. Çünkü biz bir gün öğle yemeği için çıktık eve giderdik. …….. / Sabah yedide okula gelirdik öğleyin yemek için taa Haydarpaşa’ya eve giderdik, tekrar geri dönerdik ve tekrar derse devam ederdik. Ondan sonra akşam beş beş buçukta okuldan çıkardık.
Hocam çok enteresan Haydarpaşa diyorsunuz ama Yeldeğirmeni demiyorsunuz.
Hayır biz Haydarpaşa derdik.
Gerçektende Yeldeğirmeni’nin eski adı Haydarpaşa’dır. Tarihte de okulların eski kiliselerin hep adı Haydarpaşa Okulu, Haydarpaşa Kilisesi diye geçer adları. Yani doğru eski adı. Zaten Yeldeğirmeni de Haydarpaşa Çayırı’nın içindeymiş eskiler hep Haydarpaşa diye bilirler, söylerler orayı. Doğru söylüyorsunuz. Şimdi hocam Yeldeğirmeninde okudunuz sonra?
Ondan sonra Galatasaray’a geçtim.
Peki hocam, Yeldeğirmeni’ndeki anılarınızdan biraz bahseder misiniz? Osmangazi İlkokulunun adı 11. İlkokul iken orada okudunuz. O zamanlar henüz daha yabancı hocalar var mıydı?
Yoktu ama o zamanlar Almanlar olduğu gibi bırakmışlar. Mesela derse yardımcı birtakım alet edevat vardı. Onlar Almanlardan kalmaydı. Mesela güneş ve etrafında dönen seyyarelerin olduğu bir alet vardı. Bir mekanizması vardır ve onu çevirdikçe tüm mekanizmanın hepsi işlemeye başlardı onların. Ama hurdasını çıkarmışlar tabi. Ondan sonra Almanlardan kalma daha bir takım ders malzemesi filan vardı hala orda.
Orada bahçede bir bina vardı. Bende orada okudum. Şimdi o bina yok. Bahçede olan bir bina. O bina bizim zamanımızda tuvalet olarak kullanılıyordu. Şimdi kaldırmışlar onu tamamen. O da Almanlardan kalma bir bina. Peki hocam kitaplarda yazar ki dört tane Yeldeğirmeni varmış. Bir tanesi de Osmangazi İlkokulunun bahçesinin oralardaymış. Sonradan oradan hiçbir iz kalmamış. Siz hiç hatırlıyor musunuz?  Öyle bir iz var mıydı sizin okuduğunuz zamanlarda.
Yoktu. Yalnız işte bizim bahçelerimizde filan bizim evde de vardı o. Normal ev kuyuları vardı, bahçe kuyuları. Korkunç bir su seviyesi. Dehşetli aşağıdaydı. O kâfi gelmiyormuş gibi su miktarı da korkunç derinlikteydi. Biz hatta merak ederdik o kuyuyu da gazete kâğıdını tutuşturur kuyudan aşağıya atardık. Ondan sonra o giderdi giderdi giderdi su seviyesi çok aşağıdaydı.
Ondan sonra. Bizim yalnız Kenan Ağbi dediğimiz oldukça cesur bir akrabamız vardı. O birkaç defa o kuyunun dibine indi. Daha doğrusu buzdolabı yok o zamanlar evlerde. Sebze, et alındığı zaman özellikle et, bir but komple alınırdı. Buzdolabı görevini görsün diye oraya sallandırırdık sepetle.
Daha sonra üzümdü bilmem neydi toptan alınırdı kocaman bir sepetle. Ondan sonra bir gün sepet koptu ondan sonra gitti aşağıya. Onun üzerine çengellerimiz vardı sırf o kuyu için. Kuyuya bakan alt katta bodrumda demir bir penceresi vardı. O çengel orada hazır dururdu onu oradan attık filan hani ne çıkacak diye. Ondan sonra bizim üzüm sepetine takılmadı o. Demek ki aşağısı daha genişmiş onun.
Onun üzerine fakat içinden bir tane güğüm çıktı. İşte şurada salonda dururdu güğüm. Ondan sonra sanata çok meraklı, rahmetli oldu bir çocuk vardı. Bizim fakülteye de geldi gittiydi o. Ondan sonra onun babası bakırcıydı. Subay emeklisiymiş filan fakat bakırcılar çarşısında dükkânı da vardı. Onun üzerine bir gün bana gelmişti filan o evi boşalttıktan sonra merdiven altına bir yere tıktıydım o yığını. Bu çocuk gördü onu. ’Ya hoca o ney’ dedi. Dedim işte ‘hurda bir güğüm suyun içinden çıktı. Kim bilir kaç sene kuyunun dibinde kalmış’ filan. ‘Ya’ dedi ‘ver onu bana ben sana onu tamir ettireyim’ falan dedi. ‘Parlatma da yaptırayım’ dedi.
Bunun üzerine güğüm gitti ve epey kaldı onda bir seneye yakın. Sonra bir gün rastladım dedi ki ’Ya hocam al şu güğümünü’ dedi.’Arabanın bagajında gidiyor geliyor’ dedi. ‘Her yere’ dedi. Onun üzerine ’Ya dedim sende eve bırakıver’ dedim ’ne olacak’ dedim ’evi biliyorsun’ falan. Sonra bıraktı getirdi. Ondan sonra baktık düzelmiş o ezik yerleri falan. Kapağı da kopmuştu. Onu da yapmış.
Gayet uzun boylu böyle ince ve uzun olan değişik tipte bir güğüm yani alıştığımız bildiğimiz güğümlerden değil. Onun üzerine ’bu güğüm nerenin güğümü’ falan dedim. ’Bu’ dedi ‘eskiden Bursa Mudanya havalisi köylülerinin kullandıkları bir güğüm’ dedi. ’Başka yerde bulunmaz Anadolu’nun’ dedi. O bu işin ustasıydı. Sonra bende onu artık kullanmadım tabi. Salonda dururdu o parlatılmış düzeltilmiş bir vaziyette. Yani kuyuda iyi aransa epey öteberi çıkacak. Öyle görünüyor. Belki bizim üzüm küfesi de çıkacak oradan. (Gülüşmeler)
Siz Yeldeğirmeninden ortaokuldayken mi taşındınız?
Efendim ben aşağı yukarı Lisedeyken taşındık biz buraya. Önce bir iki yaz geldik. 1939’da babam dedi ki biraz dedi tehlikeli dedi. O Kadıköy’deki ev. Çünkü dedi tren yolunun tam yanında dedi. Birinci antre çok yakın buraya çok patlayıcı bomba attılar. Hatta şey yaptılar tren yolu tahkim için Almanya’dan gelen patlayıcı maddeler oradan vapura yüklenir. Daha sonra vapurla gelir oradan da trene yüklenir. Oradan da Anadolu’ya sevk edilirmiş. Onun üzerine biz de buraya geldik.
Daha önce burada Sayfiye Evi vardı. Daha önceki köşkünüz.
Yalnız fakat oranın bir işte şeyisi vardı. Hanımlar filan akşamüstü muhakkak çoluk çocuklarını alırlar Haydarpaşa Çayırına çıkarlardı. Bazıları da bilmezler raylardaki makasların üzerine otururlardı. E tabi makasta çalışmazdı onlar üzerine oturunca. Tabi makasçı da zor durumda kalır gelir rica eder ya yapmayın etmeyin oturmayın falan filan diye. Ya şunun üzerine sacdan bir tane kılıf yapın oturanda bir zarar vermez böylece. Onu da düşünemez bir türlü Demir Yolları idaresi.
Yani Lisedeyken taşındığınıza göre 1940’lı yılları buldu mu taşınmanız?
Evet, yani 1939’dan 1940’a geçen kış. Eşyalar orada duruyordu. Onun üzerine babam dedi ki eşyayı biz arabalara yükleyelim buraya getirelim dedi. Getirdik. Ondan sonra artık bir daha da dönmedik oraya. Kiraya verelim dedik. Önce derli toplu kiracılar geldi. Ondan sonra kalite gittikçe düştü. Öylesine düştü ki bizden evin bütününü 25 liraya bizden kiralıyor adam ondan sonra oda oda 15 liraya 20 liraya kiraya veriyor.
Ondan sonra öylede bir durum ki bazen işte kirayı ödediği falanda yok kimsenin. Daha sonra sonra bir iki defa rahmetli annem gitmiş ben gittim filan ondan sonra bir şey verdikleri yok. Onun üzerine bakmış sefalet içinde bir odada bir aile oturuyor filan. Çocukları var yeni doğmuş. Ondan sonra kadının yastığının arasına annem para bırakıvermiş. (Gülüşmeler) Ya dedi böyle dedi falan derken bir gün kiraya vermeyelim dedik. Kalsın kilitleyelim dursun. Ondan sonra duruyordu falan derken babam askerdi benim deniz subayıydı. Sonra bir arkadaşı yanında da bir başka arkadaşını almış geldi onun üzerine dedi ki ben kefil oluyorum dedi bu arkadaşa dedi evi kiraya dedi buna dedi kiraya ver dedi.
Bir albay kefil olduğu kişi de. Gayette süslü falan bir hanımı var. Oğlu var güzel giyimli falan filan. Bunlar geldiler topluca ricaya. Pekâlâ dedik anlaştık uyuştuk. Daha sonra bunlar taşındılar eve. Ondan sonra birkaç ay iyi gitti. Arkasından albay galiba Askerlik Şubesi Başkanıymış bir yerler de. Biraz galiba bir şeyler çevirmiş ondan dolayı askerlikten ihraç edildi. Ondan sonra Anadolu’da bir yerlerde arazi almış orda çiftçilik yapıyormuş. Bunun üzerine adama mektup yazıyoruz. Kira yok. Ondan sonra içerde oğlu oturuyor. Ondan sonra kılığı kıyafeti değişti. Şoförlerle möförlerle ahbap. Sonra bir gün Yeldeğirmeni taraflarının Kürt fakat gayet enteresan gece bekçileri vardı. Yeldeğirmeninde harap bir yer olan daha doğrusu bitirilmemiş bir Rum evi vardı. Harp zamanı inşaatına başlanmış iki kat filan yapılmış tuğladan fakat öyle kalmış.
Hangi ev nerede acaba hocam?
Efendim o Yeldeğirmenine saptıktan sonra sağdan diğer bir yol daha gelir ve Yeldeğirmenine kavuşur o yolun köşesindeydi. Bir ev tuğladan, yarım kalmış bir bina. Onun üzerine onun alt katını işte üzerini filan biraz kapamışlar. Ailecek orada otururlardı. Şöyle heybetli bir adamdı. Şöyle kalın sesli falan esmer.
Ondan sonra o buraya eve geldi.’Aman beyim’ dedi ‘orası sizin ev bir felaket’ dedi. ’İçinde barınanlar yatanlar kalkanlar rezalet’ dedi. ’Yani mahallelide şikâyet ediyor’ dedi ‘biz de illallah dedik’ filan ’bir ilgilenin orayla’ dedi.
İkinci Bölüm Sonu. Devam edecek..
ATILGAN BLOG ARİF ATILGAN EYLÜL 2018
Blogumdan yazı yayınlayanların üst satırdaki ATILGAN BLOG ARİF ATILGAN imzasıyla yayınlamaları gerekir.



15 Eylül 2018 Cumartesi


Prof. SEMAVİ EYİCE İLE KASIM 2016 TARİHİNDE YAPTIĞIM RÖPORTAJ -1-
Arif Atılgan
Sayın Semavi Eyice ile 2016 Yılının Kasım ayında evinde buluşarak bir sohbet gerçekleştirmiştim. Kendisini 28 Mayıs 2018 tarihinde kaybettik. Kamuya mal olmuş bir insandı. Bu sebepten sohbetin tamamını tüm ilgilenenlerle paylaşmayı doğru buldum. Ancak 50 sayfa civarında olduğu için bölüm bölüm yayınlayacağım.
Açık siyah yazılar Semavi Eyice’nin, koyu siyah yazılar benim (Arif Atılgan) konuşmalarımdır.


Ondan sonra 1930’lu yıllardı. Cumhuriyet Bayramını biz orda kutladık. Gayet şaşalı bir Cumhuriyet Bayramı oldu. 10. Yıl dönümünde. Ondan sonra herkese bayrak diktirdiler falan.
Anladım hocam 1923-1933 yılları arasında orası Alman Okuluyken.
Hatta tamda o sırada Adliye yandı ve oradan seyretmiştik. Burundan. Kadıköy Gazinosunun yapıldığı burun metruktur biliyorsunuz ki. Daha önce orada bir şey yoktu. İlk zamanlar gazinoymuş gene.
İnciburnu’nun orası mı hocam?
Valla adını bilmiyorum yalnız ilk zamanlar gene gazinoymuş ilk yapıldığında. Sonra terk edilmiş. Onun üzerine orası böyle metruk bir yer oldu. Altında bir yerde kayıklar boyanırdı. Oradan buruna akşamları Kadıköylüler oraya hava almaya çıkarlardı.
İnciburnu yani orası Evlendirme Dairesi oldu sonra. Orası gazino olarak açılmış öyle değimli hocam?
Evet, esas gazino olarak yapılmış. Ama uzun zamanlar kullanılmadı metruk durdu. Sonra yeniden bir ara Evlendirme Dairesi yaptılar. Ondan sonra tekrar gazino yaptılar bir ara. Daha sonra gene kapandı. Bir kaymakamın gayretidir o parkın oraya yapılması. Orada kömür yığınları vardı.
Orası denizdi zaten dolduruldu oralar.
Evet, öyle fakat ben dolma vaziyetini hiçbir zaman görmedim.
Gazinonun yapıldığı yıllar hangi zamanlardı hocam hatırlayabiliyor musunuz?
Yalnız çok yağmur filan yağdığında fırtına olduğunda falan deniz taştığında onun içinde cıbıl cıbıl su olurdu. Tabanında o rıhtımın dış tarafından gelen sular oluşurdu. Sonra oraya inşaatlardan çıkan enkazı döktüler. Hep enkaz şeysidir o.
Ondan sonra işte ağaçlandırdı o kaymakam orayı. Ta şeye kadar hatta Altıyol’a çıkan ana caddenin başlangıcında da bir parça toprak vardı. Hatta Singer vardı orada. Singer’in olduğu yapı adasının ucunda dahi bir parça toprak vardı onu dahi parkın devamı gibi hazırladılar. Fakat herhangi bir şey dikemediler oraya öyle kaldı o.
Gazinonun yapıldığı tarihi hatırlayabiliyor musunuz hocam?
Valla gazino yılları -ben ilkokuldayken- 1930’lu yıllardı. Ondan sonra epey gelişiyordu kaymakamın zamanında. Sonra durakları da yavaş yavaş oraya almaya başladılar. O zaman tabi o parkın arazisi küçüldü. O eski genişliği kalmadı.
Evet, yukarı kadardı değil mi Tubini Evlerine kadar.
Evet, ayrıca orada belediyenin de izin verdiği bir sıra bina vardı parka bakan. Birde postane vardı o sırada. O sıraya kadar yavaş yavaş ilerliyordu. Onun üzerine daha fazla gidemediler bu defa gerilemeye başladılar tekrar. Hatta epey tanzimi yapılmış hatta toprağı hazırlanmış hat parçalarını feda ettiler, gitti onlar.
Singer’in önünde de bir parça vardı. Hatta bir tane şöyle şerit halinde bir çiçek yeriyle bir tane dikdörtgen bir parça hazırladılar oraya fakat onu da dikemediler. Kaldı sonra oda yok oldu gitti.
Hocam İnciburnu’ndaki gazinoyu yaptıklarında orası tam olarak dolmamış mıydı?
Hayır efendim ortası da çukurdu.
Anladım hocam önce dalgakıran gibi gelip ucuna yaptılar sonra doldurdular yani.
Evet. Ondan sonra çocuklar falan denize girer gibi giriyorlardı onun içine. Ondan sonra düzelttiler filan ve güzel bir park oldu o. Hatta daima takdirle o kaymakam söylenirdi. Ya denirdi ’Çöpçüler falan çalıştırılarak yapılmıştır’ denirdi. 1932 veya 1933’lü yıllardı. Kadıköylüler çok beğenirlerdi onu. ‘Ya’ derlerdi ‘Akşamüstü çıkıp şurada bir hava alıyoruz, deniz havası alıyoruz’ bu yüzden çok memnun olduklarını söylerlerdi.
Hocam o kaymakamı araştıracağım. O parkı yapmış. Kadıköylülerin çok beğendiği işler yapmış yani evet hocam.
Ondan sonra çok kötüydü mesela. Tramvayı da oradan da geçiremediler o yüzden. Çünkü birazcık lodos oldu mu Kadıköy Haydarpaşa arasındaki rıhtım yolu çöküyordu. Oraya şey sisteminden vazgeçmediler bir türlü. Kazıklar çakarak denize mani olmak. Biraz lodos olsun o kazıklar arasından giren dalga oradaki toprağı çekiyordu. Arkasından üzerindeki sokak göçüyordu parkeleriyle filan. Haydii. Yeni baştan yapılıyordu. Ya dedik ki buraya büyük bloklar dökülse bir şey yapamazdı deniz. Fakat o yapılmazdı bir türlü orası öylece çökerdi. Her defasında çökerdi.
O rıhtım kumsaldı galiba değil mi, yani hocam Yeldeğirmeni’nin sahilini söylüyorsunuz?
Orası esası neydi bilmiyorum. Deniz adamakıllı azdığında orada ancak yayaların geçebileceği kadar –o dizinin önünde- bir yol vardı. Yoksa tramvay filan oradan katiyen geçemezdi.
Tramvay zaten Yeldeğirmeninden Karakolhane Caddesinden geçip Üsküdar’a bağlanıyormuş. Demek ki 1928’lerde elektrik gelmiş Kadıköy’e. Elektrik geldikten sonra tramvayı yapsalar Ondan sonra sahili de 1950’lerde doldurmuşlar galiba. Ondan sonra tramvay sahilden yukarıya Tıbbiye Caddesine bağlanmış. Peki hocam, siz Yeldeğirmeni’nde doğdunuz galiba?
Efendim benim doğumum hemen Haydarpaşa yangınından birkaç ay sonradır. Tam olarak 1922 yılının Temmuz ayında.
Hocam Haydarpaşa yangını bildiğim kadarıyla 1917 yılında olmuştu?
O Gar'ın yangını, Haydarpaşa Çayır yangını deniyor buna. Çayırdan başlayıp çayır kenarındaki evlerden Poyraz rüzgârıyla Kadıköy’e doğru yürüyor. 1922 yılında oluyor. Bende bu yangını merak etmiştim. Çünkü doğumumla yaşıttır o yangın. Ankara’daki Milli kütüphanede gazete koleksiyonları var. Oradaki gazetelerden çıktı o tarih. Bizim ev ve oradaki evler o zaman yanmıştı.
Yeldeğirmenindeki evler mi hocam?
Aslında Yeldeğirmeni değildi. O sokak ile ilgili komik bir hadise de var. Hakikaten o maskaralığı kim uydurmuş onu da tam bilmiyorum ama komik bir şey o.
Hocam çok haklısınız. O sokağın bir altındaki sokak Düz Sokaktır. (Gülüşmeler)
Evet, o levha sokağa iki defa kondu oraya.
Gerçekten 1930-1938 yıllarındaki Pervititch Haritaların da o İskele Sokak Düz Sokak diye geçiyor çok haklısınız hocam.
Evet, Rasim Paşa İskele Sokağıdır o. Onun tapulara bakıldığında adının resmen Rasim Paşa İskele Sokağı olduğu görülür. Hani o dönemde paşalar ve sultanların isimlerini kaldırdıkları için değiştirildi. Mesela 11inci isimli bir ilkokul vardı. Onunda adını değiştirdiler Osmangazi İlkokulu dediler. 
Hocam öncesinde bu okul Alman Okulu daha sonra 11. İlkokul daha sonra da Osmangazi ilkokulu olmuş evet. Bu dediğiniz yangın tarihte Yeldeğirmeni Yangını diye geçer o yangın herhalde?
Efendim biz bunu Çayır Yangını diye bulduk gazetede.
Bu meşhur hocam şey derler yaz olduğu zaman patlıcan yangını derlermiş bunlara. Hani patlıcan kızartmaya başlıyorlar ya yazın yağ sıçraması nedeniyle oluşurmuş. (Gülüşmeler)
Zaten umumi İstanbul’un felaketine patlıcan kızartması ondan sonra Haliç kıyılarındaki bütün yangınlara da tavanın tutuşması, yağın tutuşması sebep olmuştur. Ve İstanbul’da başlayan yangınlar devamlı olarak Haliç kıyısından başlayıp 3 günde 4 günde Marmara kıyısına kadar erişir. Yani tetkik edin onların bazılarında destanlar falan da vardır. Hatta Türkçe olduğu gibi Ermenice falan da vardır. Böyle destanlar eski. Hatta onların bazılarını kitap halinde de yayınladılar.
Siz Osmangazi İlkokulunun karşısındaki Akifbey Sokakta yaşadınız değil mi?
Biraz daha aşağıda. Hala daha o sıradan gittikten sonra bir tane bücür bir ev vardır. Devlet Demir Yollarından ufak bir memur olan bir adamcağızındı o arsa. Bir Rum’dan kalmaydı o arsa. Ondan aldı arsayı içindeki molozu kaldırdı ve bir katlı hatta bir buçuk katlı bir evcik yaptı oraya. Ve hala o ev duruyor orada. Onun bitişiğindeki yer ise bizim evin olduğu yer işte. 25 numaraydı eskiden ama sonradan numaralar değişmiş gene ondan sonra başka bir numara olmuş o arsa.
Sizin eviniz okulun karşısındaki Akifbey sokağında değil mi? Valpreda Apartmanından Haydarpaşa çayırına, önüne inen sokak Akifbey Sokak.
Bizim ev doğrudan doruya o Düz Sokak denilen caddedeydi. Yani sapak sokaklarda değil.
Yani İskele Sokağın aşağılarında.
Evet oradaydı. Hatta Lefter Apartmanı vardı ve onun tam karşısında bulunuyordu.

                                             Semavi Eyice'nin İskele Sokaktaki Evi


1. Bölümün Sonu. Devam edecek..
ATILGAN BLOG ARİF ATILGAN EYLÜL 2018
Blogumdan yazı yayınlayanların üst satırdaki ATILGAN BLOG ARİF ATILGAN imzasıyla yayınlamaları gerekir.

8 Eylül 2018 Cumartesi


SABRİYE YENGEM
Arif Atılgan

1924 Mübadelesinde dedem, babaannem ve dört oğlu Drama’dan Hacı Mehmet Köyüne gelmişler. En büyük oğul olan babam İstanbul’da okumuş. Diğerleri köyde kalmışlar. Dedem öldüğü yıl ben doğmuşum. O sebepten Onun adını vermişler bana. Köydeki evin her odası bir ailenindi. Babaannemin odası ayrıydı. Yaz mevsimlerinde Köye gider bir süre tatil niyetine orada kalırdık.

1950 yılında Sabriye Yengem Kirazlı Köyden gelin gelmiş. Küçük amcamın eşidir. Coşkulu konuşma şekli, davranışı, biz çocukların sorununu çözmedeki yakınlığı bizi Ona yakın yapardı.

                                                                Sabriye Yengem

1950’lerin sonlarında bu aile Kamber Babaya taşındı. Oradaki arazinin içine tek katlı bir ev yapıldı. Sığırların ahırı, tavukların kümesi ve koyunların mandırasının dışında kalan alana karpuz ekilirdi.

1970’lerde bu alan elma bahçesi yapıldı. Fatih Caddesinden sonraki bütün arazinin tek eviydi. Yalova’ya geldiğimizde biz de artık Köye değil Kamber Babaya konuk olurduk.. Yemek seçen bir çocuktum. Çaresiz kaldığımda yengem folluktan topladığı 5-10 yumurtayı tavaya kırar, hepsini çatalla karar, pişirirdi. Kaygana derdi bu yemeğe.

O yıllarda ne Köyde ne de Kamber Babada elektrik, su, yol yoktu.

                                              Kamber Babadaki Evin Bugünkü Hali

Yengem 5 yıl önce belinden rahatsızlık geçirdi. Egzersiz yapması gerekiyordu. Karakterinin tersine davrandı, tembellik yaptı. Yatağa mahkûm oldu. Ama yaşamla bağlantısını koparmadı. Doktor olan torunu Oğuz ‘ Yattığına bakma Arif Ağbi. Yalova’nın haberini Ondan alabilirsin’ demişti. Eş-dost Ona uğrar, nerede ne olduğunu anlatırmış. Gelenler diğerlerinin havadisini Ondan öğrenirmiş.

En son geçtiğimiz Kurban Bayramında görüştük. Yattığı yerden iyi görebilmek için bana ‘Şöyle otur’, eşime ‘Gelin sen de şöyle gel’ diyerek bizi rahat göreceği şekilde yerleştirdi yatağının yanına. Ayrılırken yanaklarımızdan öptü, biz de Onu öptük.

Bayram bitti, 3 gün sonra 28 Ağustos sabahı saat 6 da telefon çaldı. Oğlu, adaşım Arif Atılgan arıyordu. Bu saatlerde gelen telefonları bilirim. Hayra alamet değildir. Açtım. ‘Arif Ağbi, annemi kaybettik’ dedi. Yengem 80’li yaşların sonlarındaydı, arkasında bıraktığı amcam 90’lı yaşların sonlarında. 68 yıl sonra ayrılıyorlardı. Emeğimin geçtiği Hacı Mehmet Köyü Camiinden kaldırdık. Köyün mezarlığına defnettik. Herkes çıktı. Ben başta babam olmak üzere tüm Atılgan soyadlılara birer Fatiha okudum.

Her gelişimizde eskilerden anlatırdı Yengem. En çok anlattığı anı kendisi aileye gelin gelmeden önce yaşanmış bir olaydır. Ona babaannem anlatmış.. 1940’ların başları. Babam, annem ve ağbim köydeki evde konuklar.  Ağbim 1 yaşlarında. Annem tek gelin, ağbim tek torun. Erkekler tarlaya gitmişler. Okumuş ama sonuçta gelin olan annem evde yemek yapmış. Kuru fasulye çorbası, pilav. Şartlar şehirde zor. Köyde tamamen zor.. Her şey bittiği sırada ağbim fasulye çorbası tenceresinin kapağını açmış ve içine çiş yapmış. Annem ağlamaya başlamış. Şehirli kadın. Köy şartlarında yeniden yemek yapacak. Odunla ocak yakacak filan.. Daha da kötüsü tarladan dönme saati yaklaşmış. Babaannem durumu görmüş. ‘Ağlama kızım, minicik sabinin çişinden ne olacak? Ses etme.’ Demiş.

Tesadüf. Günümüzde, Hacı Mehmet Köyü Derneğinin cenazelerden sonra verdiği yemekte bu menü uygulanır. Yengeminkinde de aynıydı.

Onunla bir anımı yazıp bitireyim.. 1988 yılının Kurban Bayramıydı. Kamber Babadaki evin önünde oturuyorduk. 1 yıl önce babamı kaybetmiştik. Yengem titrer gibi oldu ve  ‘Eski günler aklıma geldi. Birden garipsedim kendimi. Rahmetli Ağbim (babam) odunla ateş yakar, kurban eti pişirirdi. Bir yandan da çocuklara lokum dağıtırken dikkati dağılır, etleri ya yakar ya da çiğ bırakırdı. Gülerdik. Geçti gitti..’ Dedi. 

Yengem de geçip gitti. Her kes bilmeli geçip gidileceğini.. Allah Rahmet Eylesin.
ARİF ATILGAN EYLÜL 2018