21 Ağustos 2014 Perşembe


Mimarlara Mektuplarım



KREPEN’DEN NEVİZADE’YE
Arif Atılgan
Bir süredir yerel seçimler dolayısıyla dosya niteliği taşıyabilecek yazılar yazmamaya özen gösteriyorum. Zira seçimlerde birini diğerinden fazla eleştirmiş konuma düşmekten endişe ediyorum. Seçimlerden sonra bu anlamdaki yazılarıma devam edeceğim. Bu sayıda Temsilcilik sınırları dışına çıkmak ve beni şaşırtan bir tespite açıklık getirmek amacındayım.

Beyoğlu’ndaki Nevizade Sokağı’na tarihi denilerek Kadıköy’deki Salı Pazarı’nda yapılan yanlışlık burada da tekrar edilmektedir. Bu arada esas tarihi olan Krepen Pasajı’nı ise, okuru olan köşe yazarlarının bile es geçmesi ilginç ve yoruma açık bir konudur doğrusu.


Beyoğlunda Çiçek Pasajı’nın yan sokağından Balık Pazarı’na girdiğinizde solda Hisar Pavyon, Midye-Kokoreççiler, sağda Çiçek Pasajı’nın Yan Kapısı, biraz daha yukarıda sağdaki demir kapının arkasında Türkiye’nin on güzel kilisesinden biri olarak gösterilen, 1846 yılında mimar Balyan tarafından tasarlanmış Üç Horon Ermeni Kilisesi bulunmaktadır. Bu demir kapının karşısında ise bugün Aslı Han Pasajı yer almaktadır. İçersinde sahafların bulunduğu bu pasajın yerinde 1982 yılı öncesi ünlü Krepen Pasajı bulunmakta idi.

Krepen Pasajı 19. Yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmiş, içersinde iplikçi, kunduracı, terzi, matbaa gibi dükkânlar çalışmakta idi. 1930 lu yıllarda İstanbul’da meyhanecilik akımı başladıktan sonra 1941 yılında ilk olarak Tanaş ve İspiro’nun işletmeye açtığı İmroz Meyhanesi faaliyete başlamıştır. Ardından Neşe, Kulis, Papirüs, Kadir, Seviç ve diğerleri de müşterilerine kapılarını açmışlardır. Bugün İmroz ve Kadir Nevizade Sokak’ta, Seviç ise Çiçek Pasajı’nda çalışmalarına devam etmektedirler. Diğerleri ise zaman içersinde maalesef yok olmuşlardır.

Krepen Pasajı biraz salaş olmasına rağmen herkesin bilmediği gizli bir yer olması açısından özellikle yazar, tiyatrocu, sinemacı vs gibi sanatçılar tarafından tercih edilen bir mekândı. Ayrıca buranın diğer müdavimleri de vardı ki onlar burayı kendi evleri gibi bilirlerdi. Örneğin: Bu kişilerin şişede içkisi (rakısı) ve tabakta mezesi kaldı ise bunlar buzdolabına konur, ertesi gün geldiklerinde bir gün önceden kalan içki ve mezeleri masalarına konarak kaldıkları yerden onları yiyip içmeye devam etmeleri sağlanırdı. Bu pasaj 1982 yılında yıkıldığında buradaki esnaf isyan etmiş, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. O sıralarda boş ve metruk görünen hatta kuytu yerleri çiş kokan Nevizade Sokağı bu esnafa yeni mekânları olarak gösterilmişti. İlk gittiklerinde bu sokağı hiç sevmeyen esnaf bir yıl boyunca asık suratlarla işlerine gitmişlerdi. Zira İstiklal Caddesi’nin hemen yakınında bulunan Krepen Pasajı’ndaki müşterilerinin iç taraflardaki bu sapa sokağa gelmeyeceklerini düşünüyorlardı. Hatta eski müşterilerinden gelen olduğunda sevinç gösterilerinde bile bulunuyorlardı.

O sokağın bugünkü hale gelebileceğini kesinlikle hiçbirisi düşünmüyordu.

Yıkılan Tarihi Krepen Pasajı’nın yerine ise Aslı Han isimli bugün sahafların bulunduğu bina inşa edilmişti.

Ben Krepen Pasajı’nın müdavimlerinden idim. Orada Yorgo’nun İmroz Lokantası’na giderdik. Yorgo İmroz’un ilk zamanları burada garsonluk yapıyormuş. O yıllarda birlikte olduğumuz bazı arkadaşlarımız bugün Ülke’nin gerçekten ünlü sanatçıları olmuşlardır. İmroz Lokantası alt katta 4-5 masalık bir dükkândı. Birde üst katı vardı ancak oraya çıkan pek olmazdı. Krepen’e ve İmroz’a ait birçok anım vardır ama oraları en iyi Yorgo’nun kendine has özelliği ile anlatabilirim sanırım.

Yorgo’nun cebinde bir sarı, birde kırmızı kartı bulunmaktaydı. Eğer müşterilerden biri ayarını bozarsa önce sarı kartını çıkartırdı. Aynı kişi kendini düzeltmez, ayarsızlığına devam ederse ardından kırmızı kart çıkarılır ve o kişi derhal hesabını ödeyip mekânı terk ederdi. İlginçtir ki hiç kimse bu kurala uymazlık etmezdi. Kart gören kişiler hafif itirazda bulunurlar biraz sitem ederler ama kesinlikle gereğini yerine getirirlerdi.

Evlilik sonrası hayat gailesi ile uzun yıllar buralara gidememiştim. Bir gün eşim ve oğlumla İmroz’a gitmiş, cam kenarı bir masaya oturmuştuk. Yorgo yanımıza gelip sohbete başlamıştı. Eski günlerden bahsedip kartlarını hala kullanıp kullanmadığını sorduğumda yüzünde ilginç bir ifade tespit etmiştim. Sanki Yorgo bugünün olumlu ticari durumundan memnundu ama o yılların tadını da unutamıyor, ikisi arasında tercih yapamıyordu. 

Nevizade Sokağı aslında Krepen Pasajı’nın bir sokağa dönüşmesinin öyküsüdür. Arkalardaki sapa bir sokakta meyhaneler içkili lokantalar oluvermişti.

Yunanistan’da kadınlı erkekli gidilen içkili lokantalara taverna denmektedir. Bu anlamda Nevizade Sokağı sadece erkeklerin kullandığı meyhanelerin, kadınlı erkekli oturulan tavernalara dönüşmesinin en belirgin sahnesidir.

Bu gün Nevizade Sokağı’na tarihi dendiğinde benim gibi buraları yaşamış olanlar kesinlikle bu yazdıklarımı düşünmekte ve anımsamaktadırlar. Nedense kentlerde hafızalar artık eskileri bilmez ve kabul etmez duruma sokulmaktadır. 20-30 yıl öncesine tarihi yakıştırması rahatlıkla yapılabilmekte, 100 yıl öncesi ise hayallere bile girememektedir.

Amaç herhalde önce insanların hafızalarını yok etmek, sonra bu hafızasız insanlarla kentlerin esas hafızası olan tarihi kimliklerini paraya çevirmek olsa gerek.
ARİF ATILGAN Mart 2009 Mimarlara Mektup

19 Ağustos 2014 Salı


MALTEPE KÜÇÜKYALI’DAKİ KARAYOLLARI ARSASI
Arif Atılgan
Maltepe, sınırları içersindeki yerleşimlerde mahalle yapısını koruyabilmiş, sayfiye yeri gibi diyebileceğimiz, İstanbul’un az sayıdaki ilçelerinden biridir. Maltepe’nin çarşısında tüm İstanbullular değil Maltepeliler alış veriş yapar. Her ne kadar her evde bir ailenin yaşadığı müstakil evlerin yerini 4-5 katlı apartmanlar almış olsa da ilçede hala mahalle yapısı hissedilmektedir. Esnafı, komşusu vardır. Binalarda insani ölçü olarak gördüğüm, ağaçlarla binaların boylarının birbiriyle yarıştığı görüntü burada rahatlıkla gözlemlenebilir.
Son yıllarda Maltepe’de de yüksek binaların yapılmaya başlandığı izlense de bunlar E-5 üzerinde yapılmakta, E-5 in altındaki yaşantıyı pek bozamamaktadırlar.

E-5 Üzerindeki Yüksek Binalarla Altındaki Alçak Binalar Yanlışla Doğrunun Tarifi Gibi

Ancak son zamanlarda İlçede keyif kaçıran bazı gelişmeler olmaktadır. Yeni onaylanan bir plana göre Cevizlide E-5 kenarındaki İller Bankasına ait 30 dönümlük arsada yapılacak olan 165 MT ve 134MT yüksekliğindeki iki yüksek binadan 165 MT olanı Anadolu Yakasının en yüksek binası olacakmış. Hâlbuki Maltepe az katlı binalarıyla olumlu anlamda karakter kazanmış bir yerleşimdir. Bu rekor Maltepe’ye yakışmayacaktır.

Diğer yandan Küçükyalı’da 44 dönüm alana sahip olan, Karayolları Genel Müdürlüğü ve Maliye Hazinesine ait toplam 5 parça arsanın da özelleştirme kapsam ve programına alındığını öğreniyoruz. 28854 sayılı Resmi Gazetede ilan edildiği kadarıyla Özelleştirme Yüksek Kurulunun 9/ 12/ 2013 tarihli 2013/197 kararı ile toplam 43.321 M2 olan alanın özelleştirme işlemlerinin 2 yıl içinde tamamlanması istenmektedir. Yani 1,5 yıl sonra bu alan bir inşaat şirketine verilebilecek, burada iş merkezi, AVM vs kapsayan yüksek bina veya binalar yapılabilecektir.

Küçükyalı Karayolları Arsası

İstanbul’da AKM nin dışında, içersinde sadece kültür fonksiyonları içeren bir yapı yoktur. Orası da bir süredir atıl durumdadır. AKM, içersinde gerçek ölçüde opera salonu bulunan tek binadır. Kadıköy’deki Süreyya Opera Binası bu anlamda yeterli ölçüde değildir.  Ayrıca Süreyya Opera Binası herkesin anladığı anlamda bir kültür merkezi değil sadece gösteri yapılan salondur.

Günümüzde maalesef AVM lerle kültür merkezleri karıştırılmaktadır. Rahatlıkla AVM lere kültür merkezi denilebilmektedir. Bazı belediyelerin inşa ettikleri kültür merkezleri ise AVM gibidirler. Zaten bu binalara ticari fonksiyon, kültür fonksiyonunun giderlerini karşılamak için zorunlu olarak konulmaktadır.

2009 yılında Kadıköy Kent Konseyi Başkanıydım. Tarihi Ayrılık Çeşmesi Sokağına dikkat çekmek için, burada hafta sonları Anadolu yakasının ihtiyacı olduğunu düşündüğüm Organik Tarım Ürünleri Pazarını kurmayı Genel Kurula teklif etmiştim. Tartışmalar sırasında öğrendik ki Şişlideki Organik Tarım Ürünleri Pazarının müşterileri ağırlıklı olarak Anadolu Yakasından giden vatandaşlarmış. Tartışmalar ilerledikçe AKM başta olmak üzere Avrupa yakasındaki kültürel faaliyetlerin de takipçilerinin çoğunlukla yine Anadolu yakasından giden vatandaşlar olduğu ortaya çıkmıştı. O zaman Kadıköy’de bir Kültür Merkezi inşa edilmesini de Belediye Meclisine teklif edelim kararı almıştık. Ancak Kadıköy ilçesi sınırları içinde Kültür Merkezi için uygun arsa bulamamıştık.

Küçükyalı Karayolları arsası bu anlamda biçilmiş kaftandır. Arsa, E-5 kenarında ve metro istasyonunun dibinde olması dolayısıyla ulaşım açısından çok uygun bir konumdadır. Alan yeterlidir. İyi organize edilmiş proje yarışması ile elde edilecek projenin uygulamasıyla buraya yapılacak Kültür Merkezi İstanbul’un önemli bir ihtiyacını karşılayacaktır.

AKM 27.691 M2 lik bir arsada, 14.821 M2 ye oturmakta ve 52.000 M2 inşaat alanına sahip olan bir binadır. Küçükyalı Karayolları Arsası 43.321M2 lik alana sahiptir. Burada rahatlıkla çok daha kapsamlı bir proje gerçekleştirilebilir.

Küçükyalı’da inşa edilecek Kültür Merkezi İstanbul’a yakışacaktır. Ancak böyle bir yapı öncelikle Maltepe’de olmak üzere Anadolu yakasında yaşayan insanlarımızın yıllardır hak ettikleri bir bina olacaktır. Bu binanın içersinde sadece kültür faaliyetleri olmalıdır. Opera, tiyatro, sinema, sergi salonları, STK ların çalışma ve etkinliklerine cevap veren mekânları vs gibi.

Düşünebiliyor musunuz yurt dışından İstanbul’a gelenlerin önceden buradaki bir gösteriye bilet alarak gelebileceklerini. Bu anlamda niye Viyana, Londra, Sydney gibi olmasın İstanbul’umuz? Dünya Kenti İstanbul’umuzun böyle anımsanması şiş kebap ile anımsanmasından daha değerli olmaz mı?

Daha önce özelleştirilen arsaların özelleştirilme gelirlerinden hareketle hesap yapılırsa, Karayolları Arsası özelleştirildiğinde tahminen 1Milyar TL civarı gelir getirebilecektir. Bu meblağın üzerine biraz daha masraf yapılarak İstanbul’a gerçek bir kültür merkezi kazandırmak İstanbul’a olduğu kadar siyasetçilerimize de çok şey kazandırır. AVM, iş merkezi, rezidans her yerde var. Ama İstanbul’da gerçek ölçülerde bir Kültür Merkezi yok.

Yakın gelecekte AKM nin de sorunları giderilirse AKM tarihi kimliği ile Avrupa yakasında, burası yeni kimliği ile Anadolu yakasında tüm dünya insanlarına hizmet ederek İstanbul’umuza yepyeni bir prestij kazandıracaklardır.

Yazıyı hazırlarken sevinerek öğrendim ki bu anlamda talepleri olan benden başkaları da varmış. Biz kamuyuz yani halkız. Merkezi veya yerel İktidardakiler ise Kamu Yöneticileri yani halkın yöneticileri. Kamunun sesini önce Maltepe Belediyesine olmak üzere İBB ve Hükümet yetkililerine duyurmak istiyorum. Gelin İstanbul’umuza böyle bir eser kazandıralım ve bu eserle birlikte bana göre dünyanın en güzel kenti olan güzel İstanbul’umuzu bu anlamda da marka yapalım.
ARİF ATILGAN AĞUSTOS 2014

18 Ağustos 2014 Pazartesi


Mimarlara Mektuplarım



17 AĞUSTOS 1999 DEPREMİ’NİN ONUNCU YILI
Arif Atılgan 

Büyük Marmara Depremi’ni on yıl geride bırakmış bulunuyoruz. Bu depremde 100.000 bina yıkılmış 20.000 insan canından olmuştu. Özellikle ilk yıllarda yapılan birçok toplantıda deprem ve depremden yola çıkarak afet bilinci insanlarda oluşturulmuştu.

Doğrusu yapılan açıklamalar, verilen demeçler insanlarda ‘şerden hayır doğacak’ umudu oluşmasını sağlamıştı. Özellikle yakın yıllarda beklenen yeni depremde en çok etkilenmesi söylenen İstanbul’un ve diğer kentlerin kısa zamanda rehabilite edileceği düşünülüyordu. İnsanların sağlıklı yerleşimlerde güvenli binalarda mutlu bir şekilde yaşayacakları bekleniyordu.

Aradan on yıl geçmesine rağmen hala değişen bir şeyin olmaması anlamlı ve üzücüdür.

O yıllarda bazı akademisyenler İstanbul’un yenilenmesi için 10 Milyar Doların yeteceğini ifade ediyorlardı. Oysa bu gün gazetelerde deprem vergileri ile 30 Milyar Dolara yakın bir paranın toplandığı yazmaktadır. Ancak halk için yapılan hiçbir şey bulunmamaktadır.




Depremde yıkılan binaları yapanların yargılanması cezalandırılması doğaldır. Ancak o binaların inşa edilebilmelerine olanak sağlayan, riskli zeminlere kentleri yerleştiren planları yapan, bu bölgeyi 2. Derece Deprem Bölgesi sayan kamu görevlilerinin akıllara bile gelmemesi anlamlıdır. Hâlbuki onların yaptıkları hatalar sebebi ile hatasız inşa edilen binalar da depremde yıkılmıştır.

Düzce’de düzenlenmiş bir bilirkişi raporunda ‘burada yıkılan  binaların neden yıkıldığı değil, yıkılmayan binaların neden yıkılmadığı araştırılmalıdır’ ifadesi kullanılmıştır..

Kamu görevlilerin hatasını halk mı ödemelidir yoksa kamu idaresi mi? Yine de halkımız deprem vergileri ödeyerek üzerine düşeni fazlası ile yerine getirmiştir.

Peki, halk için düşünülen herhangi bir şey var mıdır? Görüldüğü kadarı ile vardır: Kentsel Dönüşüm.

Ana fikri gerçekten dönüşüm olan, sadece binaları değil insanları da dönüştürmeyi hedefleyen Kentsel Dönüşüm Kavramı halka şifalı ilaç gibi sunulabilmiştir. Dönüşümün ilk unsuru olarak kabul edilen insanlar bile öyle inanmışlardır ki kendilerinden başka her şey dönüşecek, dolayısıyla sadece onlar kazançlı çıkacaklardır.

Toplum olarak aynaya bakabilme cesareti gösterilebilmelidir. Yıllardır toplumsal ve kamusal düşünmek yerine kişisel düşünmeye öncelik tanıyan bir insan yapısı yaratılmıştır. Böyle bir insan yapısında itiraz yoktur ve onun ikna edilmesi kolaydır.

Esas itirazı olan insanların işi zordur. Onlar yıllardır ‘biz demiştik’ demekten usanmış ve yorulmuşlardır.

Deprem sonrası bazı belediyeler ile Mimarlar Odası ve İnşaat Mühendisleri Odası olarak bölgelerinde ortak çalışmalar yapmıştık. Yaşadıkları binaların deprem sonrasındaki durumu hakkında bilgilenmek isteyen vatandaşların isteklerini yerine getiriyorduk. Bu çalışmalar sonunda gördüm ki en lüks semtlerdeki en lüks binalarda bile önemli sorunlar bulunmaktadır.

Bugün yani depremin üzerinden tam 10 yıl geçtikten sonra bu sorunlar giderilmiş midir? Eğer giderilmemiş ise halk için yapılan nedir? Bu durum halka ‘sen başının çaresine bak’ demek değil midir?

Depremin 10.yılı dolayısı ile verilen demeçlerden birinde, insanların binaları dolayısıyla rahat uyku uyuyamamaları gerektiği ifade ediliyordu.

Belli ki halkımıza kenti terk etmek ‘havuç sopa’ taktiğinin havucu, terk etmez yerinde kalırsa riskli binalarda yaşamak ise sopası olarak gösterilmektedir.

Konuya ironi yaparak bakarsak eğer:

Sanki deprem yapay olarak birileri tarafından gerçekleştirilmiş gibi geliyor bazen insanın aklına.

Deprem sebep gösterilerek o kadar plan proje ortaya çıkarıldı ki depremden sonra.
ARİF ATILGAN Eylül 2009 Mimarlara Mektup



17 Ağustos 2014 Pazar


Mimarlara Mektuplarım



OLACAK ŞEY DEĞİL
Arif Atılgan 

Bu sayfada görülen fotoğraf bir binanın onurunun nasıl kırıldığının görüntüsüdür. 2008 yılının son gecesinde, 2009 yılına girerken Haydarpaşa Garı diskotek durumuna getirilerek onurunun zedelenmesine sebep olunmuştur.

Ne gariptir ki Haydarpaşa Gar’ı 100. yaşının yılbaşı gecesinde bu tuhaf duruma sokulmuştur.

Daha önce 12/ 06/ 2006 tarihinde Gar Binası’nın üçüncü katı Dress&Sommer Proje Bürosuna tahsis edilerek ilk defa trencilerin dışında birilerine kullandırılmıştı. Sonra 11/ 08/ 2008 tarihinde ise Gar’ın içersinde ve deniz tarafındaki alanda bir gazetenin kokteyli yapılmış, bu seferde burası ilk defa halka kapatılmıştı. Ve 15-17 Ekim 2008 tarihlerinde 2. Uluslar arası Demiryolu Sempozyumu/Sergisi düzenlenmiş, Gar 20-30 gün halka kapatılmaktan başka esas fonksiyonu olan ulaşım işlevinden de kısmi olarak uzaklaştırılmıştı.

Bütün bunlar adeta Gar Binası’nın esas görevi olan trenlerle ulaşım fonksiyonunun işlevsiz hale getirilmesi gayretini göstermekte idi.

Ancak yukarıda bahsedilen olayda, 2008 yılının son gecesindeki yılbaşı eğlencesi için Gar’ın siyah örtülerle kapatılarak halka kapatılması sadece Gar Binası’nın değil, onu yıllardır kullanan bizlerinde onurunu kırmıştır. Kamusal Alan olan ve sahibinin halk olduğu bu binaya, o gece sadece ücret ödeyen kişiler yüksek volümlü müzikle eğlenmek üzere girmişlerdir. O gürültü ve eğlence ritminin bu tarihi binaya zararı olup olmayacağı da ayrı bir tartışma konusudur.




 Son zamanlarda sanki İstanbul’da büro yapılacak kat, kokteyl yapılacak salon, sempozyum yapılacak bina, diskotek olarak kullanılacak başka mekan yokmuş gibi hep burası düşünülmeye başlanmıştır. Özellikle Haydarpaşa ile ilgili projelerin ortaya çıkmasından sonra bu tip girişimlerin olması ise dikkat edilmesi gereken ayrı bir konu olmaktadır.

Bu bina hizmete başladığı 1908 yılından bugüne kadar hep halkına hizmet etmiştir. Ulaşımın haricinde, Kurtuluş Savaşı esnasında Anadolu’daki askeri birliklere cephane sevkiyatında da halkına hizmet etmiştir, genel olarak evsizlere mekân olduğunda da halkına hizmet etmiştir. Yani hep gerçek sahiplerine hizmet etmiştir. Nedense artık gerçek sahipleri bir kenara bırakılıp, başka hizmetler için kullandırılmak istenmektedir.

Haydarpaşa Gar’ı yıllardır yılbaşı gecelerinde de sakin ve sıcak bir şekilde yolcularına, çalışanlarına ve barınanlarına kucağını hep açmıştır.

1970 li yıllarda bir yılbaşı gecesi Garda büfesi olan bir arkadaşımla geç saatlerde büfesini kapatıp karşıya, Avrupa Yakası’na geçmiştik. O gece Gar, turistine, yolcusuna, memuruna, hamalına kadar oradaki herkese adeta ‘öksüz gibi durmayın, burası sizin eviniz’ der gibiydi. Kimi eline içkisini almış, kimi piyango biletini, herkes kendince yeni yılın gelişini kutluyordu. Gideceği yeri olanlar diğerlerini umursamıyor, bir an önce yerlerine yetişebilmek için acele ediyorlardı. Bazıları ise 'bu gece de sıradan bir gece’ dercesine davranıyor, kendilerine özgü hareket ediyorlardı. Ama Gar hepsini kucaklıyor, ısıtıyor, kamusal alanın sorumluluğunu gösteriyordu.

O günleri yaşayan bir kişi olarak, geçtiğimiz yılbaşı gecesi son vapurla Avrupa Yakası’ndan dönerken gördüğüm Haydarpaşa Garı’nın hali içimden bir şeyleri kopardı diyebilirim. Bu sebepten de iki sayı üst üste konu olarak Haydarpaşa Garı’nı işleyen yazılar yazmak zorunda kalıyorum.

Bu bina bunları hak etmiyor.
ARİF ATILGAN Şubat 2009 Mimarlara Mektup



14 Ağustos 2014 Perşembe


Mimarlara Mektuplarım



HASANPAŞA GAZHANESİ
Arif Atılgan

Kadıköy’ün iki komşu mahallesi olan Rasimpaşa ve Hasanpaşa Mahallelerinin isimleri, 19. yüzyılın sonlarında Osmanlıda ard arda görev yapmış olan iki Bahriye Nazırına aittir. Rasim Paşa 1877- 1881, Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa ise 1881- 1903 yılları arasında Osmanlının Bahriye Nazırlığı görevinde bulunmuşlardır.

Hasan Hüsnü Paşa 1853 yılındaki Sinop Baskınında şehit olan Bozcaadalı Piyale Hüseyin Paşa’nın oğludur.1881 yılında Bahriye Nazırı olan Hasan Hüsnü Paşa bu görevde en uzun kalan kişidir.1890 yılında, gemi komutanı olan damadı Osman Paşa’nın da şehit olduğu Ertuğrul Fırkateyni faciası onun zamanında yaşanmıştır. Öldüğü 1903 yılına kadar Bahriye Nazırı olan Hasan Hüsnü Paşa 1901 yılında, 17. yüzyılda Kızlarağası Mısırlı Osmanağa’nın mülkiyetinde olan bölgede, kendi adıyla anılan bir cami yaptırıyor. 1930 yılında mahalle isimleri verilirken güzel minaresi ile ilgi çeken bu camiden dolayı bölgeye Hasanpaşa Mahallesi adı veriliyor.

Bu günkü Kadıköy Belediye Binası ile E-5 arasında bulunan Hasanpaşa Mahallesi’ne önemli özelik katan yapılardan biri Hasanpaşa Gazhanesidir.


Kömürden gaz yakıtı elde etmeye yarayan Gazhaneler, Osmanlı zamanında sarayları ve sokakları aydınlatmak için kurulmuşlardı. O yıllarda sokaklar mum, çıra, kandil, meşale gibi ilkel araçlarla aydınlatılıyordu. Daha sonra camekân içersine konan kandiller şeklindeki fenerlerle aydınlatılmaya başlanmıştı.

İlk olarak 1856 yılında Dolmabahçe Sarayını aydınlatmak için şimdiki Stadyumun bulunduğu yerdeki Saray Ahırlarının arkasına Dolmabahçe Havagazı Tesisi kurulmuş ve bu tesis Beyoğlu ve çevresini de aydınlatmaya yaramıştır. Daha sonra 1865 yılında Beylerbeyi Sarayını aydınlatmak için Kuzguncuk Gazhanesi kurulmuştur. Ancak sosyal amaçla, yani halkın aydınlatılması için ilk olarak 1880 yılında Avrupa Yakasında Yedikulede Havagazı Tesisi, daha sonra 1891 yılında Anadolu Yakasında Hasanpaşa Gazhanesi Tesisi kurulmuştur.

33 dönümlük arazi içersindeki Hasanpaşa Gazhanesi 28 Temmuz 1891 tarihinde Parisli Girişimcilerle yapılan Anadolu Yakasının Havagazı ile Tenviri (aydınlatılması) anlaşması ile inşa edilmeye başlanmış ve 1892 yılında faaliyetine başlamıştır. Bu anlaşmaya göre tesis Kadıköy, Üsküdar ve Beykoz’a kadar olan bölgenin 50 yıl süre ile aydınlatma, ısınma ve enerjisini sağlayacaktır. Bu anlaşma 1924 yılında 1.Dünya Savaşı sonrası Cumhuriyet Hükümeti ile yenilenmiştir Tesis1 Ocak 1938 de Fransız Şirketinden satın alınmak sureti ile devletleştirilir ve Bayındırlık Bakanlığı Elektrik İşleri İdaresine verilir. 1939 da ise İstanbul Belediyesine, 1 Temmuz 1945 de İstanbul Belediyesi Elektrik Tramvay Tünel (İETT) İdaresine devredilir.1957 de kapasite yükseltilir. Ancak Kente doğalgaz gelmesi ile 13 Haziran 1993 de faaliyetine son verilir.


1994 de İBB nin tesisi söküm ve yıkım çalışmaları üzerine Mimarlar Odası ve Kadıköy Belediyesi’nin girişimleri ile İlgili KTVKK dan tesisin tescil kararı çıkartılır ve yıkım süreci durdurulur. Bir süre İBB tarafından kömür deposu olarak kullanılan alan ve tesisler için 2000-2002 yılları arasında Mimarlar Odası, Kadıköy Belediyesi, Gazhane Çevre Gönüllüleri ile birlikte İTÜ Mimarlık Fakültesi tarafından, Kadıköy Hasanpaşa Gazhanesi Tesisleri Rölöve, Restitüsyon, Restorasyon, Yeniden Kullanım ve Çevre Düzenlenmesi Projesi hazırlanır, proje ilgili KTVKK tarafından onaylanır.

İBB nin bu projeyi İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinliği içersinde hayata geçireceği bilinmekte idi. Ancak bir süredir bu uygulamadan vazgeçildiği haberleri gelmektedir.

Hasanpaşa Gazhanesi Kadıköy’deki önemli bir endüstriyel kültür mirasıdır. Bu tip tesisler kentlerin hafızasıdırlar. Önceleri kentin aydınlatılmasında, daha sonra ise konutların pişirme vs ihtiyaçlarında kullanılan havagazı yakın zamanlara kadar faal bir enerji yakıtı idi. Bu tesisin restore edilmesi, bir köşesinde örnek üretim yapılması, hikâyesinin yazı ve görsel ile insanlara aktarılması ve çevresinin kültürel etkinlikler yapılabilecek şekilde düzenlenmesi Kadıköy’e çok şey katacaktır. Duyumlarımıza göre projeye kârlılık içermediği için sempatik bakılmamakta imiş. Hâlbuki sosyal devletin kamu hizmetlerinde asla kârlılık düşünülmemelidir. Bu sebepten Gazhaneye sadece Gazhaneliler değil tüm Kadıköylüler sahip çıkmalıdırlar.

Bizim çocukluğumuzda bu bölge Hasanpaşa isminden çok Gazhane ismi ile anılırdı. Örneğin: Kadıköylüler bu mahallenin kabadayısını Gazhaneli Arap Metin olarak bilirlerdi.

1960 lı yıllarda ağ ile tutulan saka kuşları okulların önlerinde satılır, onları 25- Kuruşa satın alan çocuklar uğur olsun diye salıverirlerdi. Kuşçu olan 2-3 arkadaşım bir gün beni ağ ile saka kuşu avına götürmüştü. Kuş avlamaya gittiğimiz yer Gazhanenin Kapısının karşısındaki Kurbağalı Dere Köprüsünden karşı kıyıya geçince sol taraftaki ağaçlık tepe idi. Yani şimdiki Fikirtepe Mahallesinin başlangıcı olan yerlerdi. Köprüden geçtiğinizde sağ tarafa baktığınızda ise büyük bir çayırın sonunda minibüs caddesini görebiliyordunuz. O yıllarda Göztepe SSK Hastanesi dâhil derenin üst tarafında hiçbir yapılaşma yoktu.

Hasanpaşa Gazhanesi bildiğim kadarı ile kendi dalında günümüze kalmış tek örnektir. Dünyada en önemli kültür mirasları endüstriyel miraslardır. Endüstriyel mirasların çalışanları ise en değerlileridir. Ülkemizde bu anlamdaki tesisler sökülüp atılmakta, günümüze çalışan endüstriyel miras olarak kalabilmiş olan,  Haydarpaşa Garı ise adeta sıraya sokulmaktadır. Umarım Hasanpaşa Gazhanesini işlevsel kılarak,  bir süredir bu konularda devam etmekte olan olumsuzluğu bundan sonra olumluluğa çevirebiliriz.
ARİF ATILGAN MİMARLARA MEKTUP KASIM 2010

Sevgili Dostlar

Bugünlerde Hasanpaşa Gazhanesinin restorasyonu ile ilgili haberler duyulmaktadır. Geç te olsa iyi haber diye düşünüyorum.

9 Ağustos 2014 Cumartesi


Mimarlara Mektuplarım



FİKİRTEPE
Arif Atılgan
1950 yılından itibaren Ülkemizdeki özel teşebbüs kuruluşlarına geniş olanaklar sağlanmaya başlanmıştır. Bu şekilde Onların gelişmeleri ve Ülke ekonomisine hâkim olmaları istenmiştir. Ünlü ‘ithal ikameli ekonomik politika’ o yılları hatırlatan en belirgin uygulamalardan birisidir. Kısaca yurt içinde üretilen bir malın yurt dışından ithalatına kısıtlama getirilmesi anlamı taşıyan bu politikanın dışında da, üretim yapan sanayi sektörüne çeşitli destekler verilmiştir. Örneğin: Sektöre ucuz emek sağlamak için kırdan kente göç teşvik edilmiştir.

Ancak kırdan gelen insanlar pahalı olan kentlerde yaşayamamış, fabrikaların etrafında teneke gecekondular yapmak zorunda kalmışlardır. Bu insanlar daha sonra ekonomik durumları düzeldikçe teneke gecekondularını yıkıp yerlerine beton binalar inşa etmişlerdir. Çarpık kentleşme adı verilen bu yapılaşmalar günümüzdeki varoşları meydana getirmiştir. İlgili idareler ise tamamen yasadışı gerçekleşen bu sürece göz yumarak adeta izin vermişlerdir.

İstanbul da, sanayileşmenin en olmaması gereken bir kentimiz iken en yüksek oranda bu süreçten payına düşeni almıştır.

2000 li yıllarda ise İstanbul’a hizmet sektörü yakıştırılmış, sanayi sektörünün kent dışına çıkarılması planlanmıştır. Dolayısıyla varoşlarda yaşayan insanlara ihtiyaç kalmamıştır. Öte yandan geçen süre içinde kentin nüfusu yükselmiş, sınırları genişlemiş, varoşların bulunduğu bölgeler kent merkezlerinde kalmış ve değerli toprak parçaları olmuşlardır.

Şimdi bu insanları kent dışına göndermek, semtlerini yıkıp yeniden planlamak, bu planlara göre yeni binalar yapmak ve buralara onların yerlerine daha üst düzey ekonomik durumda olan insanlar getirilmek istenmektedir. Kısaca bu operasyonun adına da ‘kentsel dönüşüm’ denmektedir.

Bugünlerde Temsilciliğimizin bölgesinde bu anlamda bir plan olan 1/1000 Fikirtepe ve Çevresi Uygulama İmar Planı gündemdedir. En bilinen mahallesinin adı ile anılmakta olan bu plan aslında Fikirtepe, Merdivenköy, Eğitim ve Dumlupınar Mahallelerini kapsamaktadır. Uzun uzun planın askıya çıkmasından, inmesinden, itirazdan, dava açılıp açılmamasından bahsetmeyeceğim. Temsilciliğimiz bu konuda gerekeni yapmış, konuyu incelettiği kendi bünyesindeki İmar Komisyonunun Raporuna göre verdiği kararını üst kurumu olan Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’ne iletmiştir. Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi de gerekeni yapacaktır. Fikirtepe Planı ile ilgili esas vurgulamak istediğim konu bu planın bir kent planı değil, aslında siyasi bir plan olduğudur. Konudan anlayan resmi ve özel kimlikteki tüm meslek insanlarının da tespiti budur.

                                                       Yıkılan Fikirtepe’de Bir Ev

Bu planda, 200m2 ye kadar olan küçük parsellerden başlayarak, 201-600m2, 601-1200m2, 1201-1500m2, 1501-2500m2, 2501- 4000m2 ve 4001m2 den büyük olanlar şeklinde kademeli olarak büyüyen parsellere aynı şekilde kademeli olarak fazla inşaat hakkı verilmektedir.

4001m2 den büyük parseller yollarla çevrilmiş yapı adası konumuna girmişse E:4.14 olan en yüksek inşaat hakkını alabileceklerdir. Bu hak, brüt alandan hesap edilerek net alan üzerinden E:6 lara kadar çıkabilecektir.

 Böyle bir Plan:
1- Bilimsel bir Kent Planı değildir: Zira yaşayan bir kent parçası değil, rant ile binaların yenilenmesi amaçlanmaktadır.
2- Şehircilik, Planlama ilkelerine aykırıdır: En basit açıklama ile E:3 ü geçmesinden dolayı İstanbul İmar Yönetmeliğine aykırıdır.
3- Adil değildir: Kadıköy’de yaşayan diğer vatandaşlar kendi olanakları ile binalarını yıkıp yeniden inşa etmek istediklerinde bile arsalarının eski inşaat hakkını elde edememektedirler. Zaman içersinde yola terk edilecek alanlar oluşması sebebi ile önceki binalarından daha küçük bina yapmak zorunda kalmaktadırlar. Fikirtepe’ye ise Kadıköy’ün 2- 3 misli inşaat hakkı verilmektedir.
4- Soylulaştırma ile dönüşüm amaçlanmaktadır: Fikirtepe’de Fikirtepelilerin yaşaması esas amaç olmalıdır. Ekonomik zorlamayla buradaki insanların zenginlerle yer değiştirmesi doğru bir planlama değildir.

130 HE alana sahip alanda bugün 47000 nüfus yaşamakta, ortalama yapılaşma E:2, toplam inşaat alanı ise 1.812.000m2 civarındadır. Uygulanması düşünülen Planla bu rakamlar neredeyse üçe katlanmaktadır.

                                                      Yıkılan Fikirtepe’den Bir Görüntü

Bu bölge Kadıköy’ün Haydarpaşa Çayırından sonra en büyük çayırı olan Uzunçayır’ın bulunduğu alandır. 1970 li yıllara kadar alan tamamen çayırlıktı. Zaten bu havali Hasanpaşa veya Gazhane olarak bilinirdi. Fikirtepe adı buralara yerleşim başladıktan sonra duyulmaya başlandı. Kurbağalıdere Fikirtepe Bölgesinde tertemiz bir su olarak akmakta idi. 1960 lı yıllarda Gazhanenin karşısındaki Kurbağalıdere Köprüsünden bakıldığında Minübüs Caddesi görülürdü. Zira Göztepe SSK Hastanesi henüz inşa edilmemişti. O yıllarda kuş avlanan bu geniş çayırı çocuk kafamla denize benzetirdim.

Planı yapanların bile ‘resmin bütününü göremiyoruz’ dedikleri bilinmektedir. Hâlbuki plan resmin bütününü görebilmek için yapılır. Yani kent planlarıyla o bölgenin geleceği planlanır. Yine Planı yapanlar bile mülk sahiplerinin çokluğu sebebi ile ortaklaşma olamayacağını, dolayısıyla en yüksek inşaat hakkının pek kullanılamayacağını şimdiden öngörebilmektedirler. O zaman aklı eren herkesin tahmin edebileceği gibi, burada anlaşma olamayan alanlara kentsel dönüşüm yasası uygulanacaktır. Yani Fikirtepe’ye verilen yüksek rantlı inşaat hakkından Fikirtepelilerin yararlanamayacağı baştan bellidir.

Belli ki planı yaptıran Siyasetçiler sonunda kabahati meslek odalarına atarak burada kentsel dönüşüm yasasını uygulamak amacındadırlar. Plana Kentsel Dönüşüm adını koymanın başka bir açıklaması yoktur.

Fikirtepe Bölgesi gerçekten şehircilik ve depremsellik açısından sorunlu bir bölgedir ve bu sorun çözülmelidir. Mimarlar Odası, kentlerde soylulaştırmanın yanlış olduğunu ifade etmektedir. Kentlileşmeye başlayan insanların kentlerde yaşaması amaçlanacağına, onların kentlerden uzaklaştırılması doğru değildir. Bu insanların gittikleri başka yerlerde başka sorunlu yerleşimler yaratacakları bellidir.

Yani Kent Kentlinindir, Semt Semtlinindir, Fikirtepe Fikirtepelilerindir.
ARİF ATILGAN MİMARLARA MEKTUP HAZİRAN 2011

Sevgili Dostlar
Bu yazıyı yazmamın üzerinden üç yıl geçmiş. Fikirtepe’de bir nevi kaos ortamı oluşmuş. Yazdıklarımın çoğu gerçekleşmiş. Orada yaşayanlardan aldığım duyumlara göre sorunlar çözülürse burada yapılacak binaların Kuveyt, Katar gibi ülkelerden gelenlere satılacağı planlanıyormuş. Yani buraya bizim zengin vatandaşlarımız bile gelmeyecek. Eğer böyle olursa Fikirtepedeki Kentsel Dönüşüm benim bile aklıma gelmeyen şekilde gerçekleşecek.

İsterdim ki burada Kadıköy’ün geneli gibi yapılaşma öneren bir plan yapılsın. O zaman normal bir yenilenme olur, Fikirtepeliler de burada kalabilirdi. Beni ilgilendiren Kent insanının yerinde muhafaza edilebilmesidir.    

4 Ağustos 2014 Pazartesi


İNŞAAT SEKTÖRÜNDE UYGULAMA
Arif Atılgan
Küvetlere duşakabin takan firmaya taktıkları duşakabinin kenarlarından su sızdırdığını bildirdiğimde kontrole gelen ekibin başındaki kişi diyor ki: Makaralar doğru takılmış, kenarlara silikon sürülmüş, gerekenler yapılmış, sorun yok. Yani nerdeyse bizi niye rahatsız ediyorsun diye beni suçlayacak. Öfkeyle diyorum ki: Kardeşim o dedikleriniz araç, amaç bu taktığınız şeyin su sızdırmadan sağlıklı çalışması. Bana bunu sağlayın.. Diğer yandan İzolasyoncu suyun gideceği delikleri tümsekte bırakır. Su birikip sorun çıkınca O da: Membranları yapıştırıp serdiğini söyler.  Bağırmak zorunda kalarak derim ki: Yahu ne diyorsun, sen izolasyonun prensibini bilmiyorsun. Suyu eğimle en düşük noktaya getirip oradan dışarı akıtacaksın.
Kalfa 90 dereceyi bilmez, tesisatçı kontrol yapmadan şap döktürür, sıvacı kalınlıkları tutturamaz, elektrikçi anahtarı en olmadık yere koyar, şapçı eğim verilecek yerde eğim vermeyi unutur, boyacı kenarda kalan yerleri yalap şap boyar, PVC doğramacı doğramaları yerinde yapmaz, dolapçı üç vida yerine tek vidayla işi bitirir vs.


Bunların dışında bir de her ustanın olağanüstü savruk ve değer bilmez çalışmaları vardır. Örneğin: Sizin özenerek beğendiğiniz radyatörleri daha ambalajından çıkarırken kullandığı bıçakla çizer, yerlere sürter ve daha yerine takılmadan ikinci el haline getirirler.. Veya çok pahalı aldığınız seramikleri özensiz bir şekilde döşeyerek sıradanlaştırırlar.. Banyoya dolap takan kişi delik delerken seramiğin sırını döker, laf söylediğinizde matkap ucunu sebep gösterir.. Genel olarak ustalık terbiyeleri hata yapmamak değil yapılan hataya sizi ikna etmek üzerine gelişmiştir.

Mesleğe ilk başladığım 1970 li yıllardaki ustaların prensibi önce yaptıkları işi kendilerinin beğenmesi ve içlerine sindirebilmeleri idi. Siz kontrol etmeden onlar kendi kontrollerini yapar ve düzeltilecek yer varsa düzeltirlerdi.

O yıllarda merdiven basamakları beton dökülerek yapılmaz basamakçılara yaptırılırdı. Beton dökülürken merdivenkovası boş bırakılırdı. Aynı zamanda çinici olan basamakçı gelir ölçü alıp şablon çıkarır, atölyesinde hazırladığı basamakları tet tek üst üste koyarak monte ederdi. Emin olun santim oynamazdı. Basamakçımın atölyesi Göztepe’de minibüs yolu üzerindeki çeşmenin arkasındaki binanın bulunduğu arsadaydı. Bir gün atölyesine gitmiştim. İnşaatımın basamaklarının 1/1 ölçeğinde hazırladığı şablonunu yere serdiğinde şaşırmış, bu adam mimarlık eğitimi almış olabilir mi diye düşünmüştüm. İyi ki artık merdivenler beton dökülerek yapılıyor. Eski yöntemle olsa nasıl olurdu, düşünmek istemiyorum.

1980 li yıllarda yavaş yavaş o ustalar yerlerini yeni tiplere bıraktı. Onlar işlerini sadece para almak olarak gören kişilerdi. Öyle ki parasını alan usta sanki yaptığı işi de sizi de o anda unutmakta idi.

Bütün ustaların refleksi, her gün inşaata gitseniz bile, sizin olmadığınız bir zaman diliminde en kritik yeri sizin istemediğiniz şekilde yapmak üzerine gelişmiş sanki. Kimsenin keyfini kaçırmamak için binaların görünmeyen yerlerindeki yanlışlıkları yazmıyorum. Örneğin: Atık su gider borusunun 150 lik yerine 100 lük PVC döşenmesi gibi.

Sözüm inşaat sektörüne malzeme üreten firmalaradır. Bugün artık yapı malzemeleri üretimi oldukça gelişmiştir. Kaliteli ve estetik malzemeler üretilmektedir. Ancak malzemeler uygulama sırasında sektördeki ustalar tarafından değersiz hale getirilmektedirler. Bu durumun düzeltilmesi için bir şeyler yapılması gerekmektedir.

Söylemek istediğim yasa, yönetmelik, denetim, eğitim, sertifika vs anlamında şeyler değil. Kültürünün yaratılmasıyla ilgili şeylerdir. Lokantada çalışan bir eleman kendi evinde hijyene dikkat ediyorsa çalıştığı lokantada da eder. İnşaatta çalışanlar da aynı şekilde. Onların kendi evinde çizik radyatör, lekeli boya, akan çatı, ucu kırılmış seramik vs sorun değilse çalıştıkları inşaatta da sorun olmamaktadır. O zaman da sizin bu konulardaki sıkıntılarınıza şaşırmakta, huysuzluk yaptığınızı düşünmektedirler.

1970 li yıllardaki ustalar iş yaptıkları kişilerle aynı mahallelerde yaşıyorlardı. Dolayısıyla aralarında önemli bir kültür farkı olmadığı gibi komşuluktan oluşan bir otokontrol da bulunmaktaydı. 1980 sonrasında ustalar genel olarak varoş denilen yerleşimlerde yaşıyorlar. Dolayısıyla iş yaptıkları semtlerdeki kişilerle aralarında kültür farkı olmakta, o semtte yaşamadıklarından aralarında herhangi bir otokontrol da oluşamamaktadır.

Sanırım iki kuşak arasındaki fark buradan ortaya çıkmaktadır. Belki medya yoluyla belki başka yolla bu kültürün onlara verilebilmesi gerekir.

Bazı yapı malzemeleri yerinde montaj yapılarak satılmaktadır. Ancak bu uygulamanın da yanlış yapıldığı görülmektedir. İş, satıcıların sorumluluğuna bırakılmış. Satıcılar da yine piyasadaki ustalardan birini uygulayıcı olarak göndermekte, sonuç değişmemektedir.

Acil çözüm olarak, malzeme üreten firmalar kadrolu ustalarından meydana gelen uygulama ekiplerini kurmalıdırlar. Talep geldiğinde kadrolu ekiplerini göndermeli ve malzeme+uygulama garantisi vermelidirler. Bunun maliyetinin biraz fazla olması kullanıcıları etkilemeyecektir. İddia ediyorum kendilerine fazlasıyla kullanıcı talebi gelecektir. Çünkü: Kullanıcı öbür türlü zaten yüksek maliyet ödemekte, üstelik hiçbir garanti almamaktadır. Zira bir ustanın yaptığı arıza bir başkasına düzelttirilmektedir. Sonuçta kabahat bir önceki ustaya atıldığından hiçbir usta yapılan işten sorumlu olmamaktadır.

Yeni yapı yönetmeliği, kullanılan hazır beton ve nervürlü demir dolayısıyla yeni yapılan binalardaki taşıyıcı sistem konusuna olumsuz söz söyleyemem. Ancak onun dışındaki konularda olumlu söz söyleyemeyeceğimin bilinmesini isterim.

İnşaat sektöründe tüketicinin hiçbir garantisi yoktur. Zira yapı malzemelerinin uygulamasında kurumsallık bulunmamaktadır. İnşaat işlerinin kalite açısından her yıl biraz daha geriye gittiği bilinmelidir.
ARİF ATILGAN MİMDAP AĞUSTOS 2014

3 Ağustos 2014 Pazar


Ekonomik Kriz
Arif ATILGAN

Bu sayıda Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Anadolu 1. Bölge Temsilciliği Bölgesi içersindeki bir konuyu yazmak yerine dünyadaki ekonomik krizden bahsetmek istiyorum. Çünkü bu seferki krizin çıkış sebebi bizim iş alanımız olan inşaat sektörü olmaktadır. Ve beklenen kriz sonrası her zaman olduğu gibi faturayı halkın ödeyeceği düşüncesi şimdiden beni çok sinirlendirmektedir.

Konuya girmeden önce bazı terimleri açıklamakta fayda vardır sanırım.

Hedge Fon: Serbest fon, riskten sakınan fon anlamlarına geliyor diyebiliriz. Kolay denetlenemeyen, hızlı hareket eden bu fonlar çok getiri getirebileceği gibi zarar da ettirebilmektedir.

Subprime Krediler: Geliri olmayan, ödeme güçlüğü riski olabilen, kredibilitesi düşük kesimlere verilen kredilerdir.

Mortgage Krediler: İpoteğe dayalı konut kredileridir.

Subprime Mortgage Krediler: Yüksek riskli ipotekli konut kredileridir.

Konuyu daha iyi açıklayabilmek için krizin merkezi olan ABD’den bir örnekleme yapmakta yarar vardır. Bu ülkede kurulmuş 100 birimlik bir Hedge fonun bu 100 birimle herhangi bir bankadan 110 birimlik Subprime Mortgage senetleri satın aldığını düşünelim. Bu fonu yönetenler daha sonra elindeki 110 birimlik senedi başka bir bankada kırdırarak ellerine geçen sermaye ile tekrar Mortgage senet satın almaktadırlar. Sıkıntı, liberalizmin merkezi olarak kabul edilen ABD’de bile bu tekrarın kaç defa olduğunun hesaplanamamasıdır. Yani aslında sistem kuralsızdır.

Bu örnekteki aktörlerin durumlarını araştırdığımızda ne düşündüklerini şöyle tanımlayabiliriz:

Ev satın alanlar, borç ödeyecekleri süre içersinde satın aldıkları evin değerinin artacağı, dolayısıyla istedikleri zaman kazanarak vazgeçebilecekleri düşüncesiyle bu işe girmişler ve bu sebepten kendilerini riskte görmemektedirler.

İnşaat yapanlar, satışlar devam ettiği müddetçe fiyatların artacağını en azından düşmeyeceğini, dolayısıyla da satışların hiç bitmeyeceğini düşünmektedirler. Bu şekilde iyi kazançlarının devam edeceğini aldıkları kredilerin sorunsuz ödenebileceğini hesaplamaktadırlar.

Kredi veren finans kuruluşları, satışlar devam ettikçe ve fiyatlar arttıkça ödemeler sorunsuz olmakta, verdikleri kredilerden iyi kazanmaya devam etmektedirler.

Devlet, inşaat sektörü sayesinde en vasıfsız insanlara bile istihdam sağlamaktadır. Ayrıca bu sektörden dolayı birçok sektörde de alışveriş hareketi olmakta, bol kazanan halk mutlu bir şekilde tüketmektedir.

Yani alışveriş devam ettiği müddetçe sorun yoktur. Peki, ama ülkemizde de yaşadığımız bütün krizlerden önce benim küçük beynimle düşündüğümü hiç kimse düşünmemekte midir?

Herkesin kazandığı bir oyun yoktur, kesinlikle kaybeden biri veya birileri vardır veya olacaktır.

Nitekim piyasada doygunluk başlayınca, satışlarda durgunluk, fiyatlarda düşüş, kredilerde geriye dönememe sorunları ortaya çıkmaktadır. İşte ABD Merkez Bankası’nın piyasaya 1 trilyon dolar sürmesiyle başlayan, diğer ülkelerin de sürdükleriyle 3,5 trilyon doları bulan nakit para, ekonomideki köpüğün yerini doldurmak içindir. Yani Hedge fonun ilk 100 birimden sonra piyasaya verdiği karşılıksız kredilerin riskini ortadan kaldırabilmek gayretidir.

Ülkemizdeki görüntüye baktığımızda, son on yılda bir anda isimlerini yeni duyduğumuz büyük inşaat şirketlerinin ortaya çıktığını tespit edebiliriz.1990’lı yıllarda bazılarının küçük inşaatçı olarak sektörde çalıştığını gördüğümüz bu kişiler bugün gökdelenler, kasabalar, kentler yapmaktadır. İşin esasını araştırdığımızda ise, içlerinde yabancı ortaklık kuranların da olduğu bu kişilere ucuz veya bedava (tahsisli) arsa bulunduğu, bu arsalara rantlı imar durumu verildiğini, sağlanan kredilerle de inşaat yapmalarının sağlandığı açıklıkla tespit edilebilmektedir. Belli ki bu kredilerin neredeyse tamamı bizim bankalarımıza yabancı bankalardan aktarılmaktaydı. Satışlar devam ettiği sürece alınan senet veya nakitler kredi alınan bankaya aktarılmakta ve bu şekilde sistem sorunsuz olarak çalışmaktaydı. Yani çark döndüğü müddetçe mutluluk zinciri hatasız çalışmaktaydı.

Doğal olarak ilk önce ABD’de kendini hissettiren ekonomik kriz tüm dünyaya yayılmıştır. Ülkemizde de yavaş yavaş kendini belli eden krizin özellikle 2009 yılında iyice hissedileceği ekonomistler tarafından yazılmaktadır.

O zaman ne olacaktır?

İşler iyi giderken medyada yetenekli, harika kişiler olarak başarı hikâyelerini izlediğimiz bu inşaatçılar batacak mıdır? Eski filmlerdeki gibi intiharlar mı olacaktır? Veya ellerine keser alıp sıfırdan yeniden mi başlayacaklardır?

Hiçbiri olmayacaktır. Daha önceki ekonomik krizlerde olduğu gibi bu inşaat şirketlerinin borçlarının da halk tarafından ödeneceği formül bulunacaktır. Üstelik halkın haberi bile olmadan. Aslında tüm dünyada da bu böyle olmaktadır. Bütün merkez bankalarının piyasaya sürdükleri paraların aynı merkez bankalarına tekrar geri dönmesi ülke halklarına çıkarılan ek vergilerle sağlanacaktır.

Her zaman olduğu gibi yine kapitalist sistemin “kazanç bireysel, zarar toplumsal” prensibinin uygulanacağı belli olmaktadır. Halklar ise Freadmen ile Keynes’in ekonomik görüşlerini karşılaştırarak oyalanacak, bu arada kim bilir kaçıncıya başkalarının zararını ödediklerini unutacaklardır.

Öte yandan, kentlere verilen kalıcı zararlar sebebiyle neslimiz, ileriki nesiller tarafından hiç de iyi anımsanmayacaktır.

Türkiye’nin yaşadığı önemli ekonomik krizler, 1929-31, 1958-61, 1978-81, 1994, 1998-2001 yıllarında yaşananlardır. Bunlardan son dört tanesinin canlı tanığı olduğumu belirtebilirim. Çok küçük yaşlarda olmama rağmen 1961 yılından aklımda kalan tek şey boşalan devlet kasası için halktan yardım istenmesi ve bu kampanyaya katılan annemin, babamın Hazineye yardım olsun diye altın nikâh yüzüklerini bağışlayıp yerine beyaz renkli nikel yüzükler almalarıydı. Her ikisi de ömürlerinin sonuna kadar o yüzükleri gururla takmışlardı.

Sonraki üç tanesini ise yetişkin olarak yaşadım. Üzülerek belirtmem gerekirse her defasında sıfırdan başlayan, halk olmuştu. Özellikle sonuncusunda bütün medya 50 milyar doların bankacılık sektöründe, 50 milyar dolarınsa kamu idarelerindeki yolsuzluklarda battığını uzun uzun yazmıştı. Daha sonra bu batık kişilerin VIP salonlarında ağırlandığını, değersiz arazilerine rantlı imar hakları verilerek borçlarının ödenmesini sağladıktan başka kazanca bile geçirildiklerini yine bütün medyadan izlemiştik.

Bugünlerde yaşamaya başladığımız, 2009 yılında yoğun olarak yaşayacağımızın ifade edildiği ekonomik krize devletin ve bankaların etkilenmeyecek şekilde hazır olduğu, ancak bu sefer reel sektörün hazırlıksız yakalandığı, ekonomistler tarafından açıklanmaktadır. Bu reel sektörün içindeki inşaat sektörü hem bizim mesleğimizin içinde bulunması açısından hem de ABD’de krizin başlangıcına sebep olması bakımından bizleri ilgilendirmektedir.

Bu anlamda krize bizi ilgilendiren tarafından bakmak ve önümüzdeki yıl olabileceklerle ilgili tahminlerimi şimdiden meslektaşlarımla paylaşmak istedim. Umarım bu yazdıklarım sadece benim sanrılarım olarak kalır...
Kasım 2008 Mimarlara Mektup

Sevgili Dostlar
2009 yılında ekonomik kriz beklemişim. 2014 yılındayız, henüz birşey yok. Bu durum beni sevindirir. Ancak bizim sektörümüz olan inşaat sektörü ile ilgili çeşitli şeyler söylenmekte. Ayrıca ekonomi yazarları özel sektör borçlarının daha da arttığını yazmaktadırlar. Yine de kriz olmasını istemem. Yukarıdaki yazımı bu konuda aydınlatıcı bir yazı olduğunu düşünerek yayınlıyorum.
 

2 Ağustos 2014 Cumartesi


Mimarlara Mektuplarım



HAYDARPAŞA'DA NELER OLUYOR?
Arif ATILGAN


19 Ağustos 1908 tarihinde hizmete başlamış olan Haydarpaşa Garı ile ilgili olarak 2004 yılından itibaren, bizlere göre iyi niyetli olmayan bazı çalışmalar olduğunu açık bir şekilde gözlemlemekteyiz. 17.9.2004 tarihinde 5234-5 sayılı, 21.4.2005 tarihinde ise 5235-32 sayılı yasalarla başlayan hareketlenmeler, gar ve çevresindeki 1 milyon m2’lik alana birtakım inşaatlar yapılmak istendiğinin ilk işaretleri olarak kendini belli etmişti. Ancak daha sonra 26.4.2006 tarihinde 5 No.lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu (KTVKK) tarafından sahanın tamamının tarihî ve kentsel SİT ilan edilmesiyle, amaç bir süre için frenlenmişti. Bu kişi ve kurumlar 21.6.2006 ve 7.3.2007 tarihlerinde 5 No.lu KTVKK’na kararını değiştirmesi için tekrar başvurmuşlar ancak her iki başvurularına da ret cevabı almışlardı. Israrla alana inşat yapılmasını isteyen TCDD; bu sefer 25.6.2007 tarihinde SİT kararının iptali için KTVKK kararına dava açmış, ancak 18.9.2007 tarihinde Mimarlar Odası’nın da KTVKK tarafında müdahil olduğu bu davayı kaybetmişti. Daha sonra TCDD buraya plan yapma yetkisini İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) vermiş, İBB ise 20.2.2008 tarihinde plan yapmanın bir prosedürü olarak kurumlara görüşlerini sormuştu. Ne acıdır ki, TCDD 2.3.2008 tarihinde bu soruya “Haydarpaşa Garı’na ihtiyacım yok” cevabını vermişti. 16.7.2008 tarihinde planın yapılması işi ihaleye çıkarılmış, 30.7.2008 tarihinde ise konuyla ilgili bir “arama konferansı” düzenlenmişti.

Bütün bu gayretler önce 1 milyon m2 olan, ancak daha sonra içerilere doğru büyültülerek 2,2 milyon m2’ye çıkarılan, ileri tarihlerde Selimiye Kışlası’na kadar daha da büyültülmesi düşünülen tarihi ve kentsel SİT alanına yerli ve yabancı sermaye tarafından inşaatlar yapılabilmesi içindi. Bu arada daha sonra dava açılarak iptal edilen, 1/100.000 ölçekli planda da alan “merkezi iş alanı” (MİA) olarak gösterilmişti.

Yukarıda anlatılan bütün çalışma ve gayretlere rağmen Mimarlar Odası’nın da içinde bulunduğu 70’i aşkın STK’nın katıldığı Haydarpaşa Dayanışması, büyük bir sivil mücadele örneği göstererek Haydarpaşa’ya bu projelerin yapılabilmesini önlüyorlardı.

Bugünlerde kendi alanını ille de inşaata açmak isteyen TCDD’nin Haydarpaşa’yı işlevsizleştirme çabalarına giriştiği gözlemlenmeye başlanmıştır. Önce 12.6.2006 tarihinde ilgili KTVKK’dan alınan basit onarım izni ile garın üçüncü katı dekore edilerek Drees & Sommer Proje Bürosu’na tahsis edilmişti. Gara ilk fiziki müdahale denebilecek bu olaydan sonra ikinci olarak ise 11.8.2008 tarihinde deniz tarafındaki alan, bir kokteyl için halka kapatılmıştı.

15-17 Ekim 2008 tarihleri arasında ise Haydarpaşa Garı’nda 2. Uluslararası Demiryolu Sempozyumu-Sergisi yapılması programlanmıştır. Avrupa Yatırım Bankası’nın himayelerinde TCDD, Uluslararası Demiryolları Birliği, İTÜ, ODTÜ, Süleyman Demirel Üniversitesi, Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nin düzenlediği sempozyumun birincisi 13-14 Ekim 2006 tarihinde Ankara Bilkent Otel’de ve 15 Aralık 2006 tarihinde İTÜ Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilmişti.

Bu etkinlik gar binasının içersinde ve trenlerin olduğu taraftaki üzeri kapalı olan, Danışma Bürosu’nun bulunduğu alanda yapılacaktır. TCDD’nin internette yayımladığı bilgilere göre, Garın içi fil ayağı kolonlar hiza alınarak üç ayrı ‘B, C, D’tılg salonları olarak düşünülmüş, Danışma Bürosu’nun olduğu kısım ise büyük “A”salonu olarak düzenlenmiştir. Yaratılan yeni mekânlardan büyük A salonuna 751, gar içindeki salonlardan ortadaki C salonuna 210, iki yandaki B ve D salonlarına ise 175’er koltuk olmak üzere toplam 1311 koltuk yerleştirilmiştir. Ancak kapalı mekânların dışında tren yolu üzerine de, Haydar Baba’nın mezarının hizalarına kadar açık sergi alanları kurulması planlanmıştır. Garın liman tarafında dört adet banliyö hattı çalıştırılacakmış gibi görünse de pratikte bu durumun olanak dışı olduğu açık bir şekilde belli olmaktadır. Zira banliyö trenlerine sadece Haydarpaşa vapur iskelesinden değil, Kadıköy tarafından da yolcuların ulaşabilme zorunluluğu vardır. Bütün bu bilgilerden anlaşılabileceği gibi burada 15-17 Ekim tarihlerinde etkinliğe katılan binlerce insan bulunacaktır. Dolayısıyla zorunlu olarak trenler çalışmayacak, halk sadece gar içine değil deniz tarafına da sokulmayacaktır.

Öğrendiğimiz kadarıyla gar binasının içersinde yapılacak olan etkinlik için, ilgili 5 No.lu KTVKK’dan alınan izne göre iki gün öncesinden itibaren düzenleme çalışmaları yapılabilecek ve toplantıların sonrasında da iki gün içersinde alan eski durumuna getirilecektir. Bu çalışmaların binaya hiçbir şekilde zarar verilmeden yapılacağı ifade edildiği halde tefriş planında Danışma Bürosu ve gişelerin önündeki turnikelerin kaldırıldığı görülebilmektedir. Ayrıca garın dışındaki tren raylarının üzerinde kullanılacak olan koruma altındaki geniş alan için de ilgili KTVKK’dan izin alınması gerekmektedir.

Bu etkinliğin iki gün öncesi ve sonrası hesap edildiğinde Haydarpaşa Garı bir hafta halka kapatılacak ve çalışma dışı kalacaktır. Burada halka sağlanan ulaşım hakkı sosyal devletin kamu hizmetidir, dolayısıyla bu hakkın engellenmesi asla yasal bir işlem olarak kabullenilmemelidir.

Belli ki Haydarpaşa adım adım işlevsizleştirilerek insanların bu duruma alıştırılması sonucunda, istenilen projelerin daha sorunsuz gerçekleştirilmesi sağlanmak isteniyor.

Herkesin Haydarpaşa’yı ilk gördüğü günle ilgili bir anısı vardır. Ben Haydarpaşa’da (Yeldeğirmeni’nde) büyüdüğüm için böyle bir duyguyu hiç yaşamadığımı belirtmek isterim. Çünkü zaten kendimi bilmeye başladığımda burasını da bilmeye başlamıştım. Limanından balık tuttuğum, dalgakıranından denize girdiğim, garından trene bindiğim Haydarpaşa Garı’nı o derece kendimin hissetmiştim ki...

Haydarpaşa Garı bana daha çok trenleri düşündürürdü. Buharlı kara trenler, kurumlu dumanıyla istim salarak semtimizden geçtiğinde her tarafı dumanının özel kokusuyla etkilerdi. Bir de tren giderken, rayların düzleminin eğiminden dolayı etraftaki binaların yıkılacakmış gibi eğik gözükmeleri beni eğlendirirdi. Bugün hâlâ trene bindiğimde, binaların o görüntüsüne gözüm takılır ve kendi kendime gülümserim.

Bu derece bizim olan bir yapıyı bize yasaklamayı düşünebilen TCDD yetkilileri, belli ki bizler kadar Haydarpaşa’yı benimsememişlerdir.

Kurumların yönetimine, oraları seven yöneticiler getirilmelidir.
ARİF ATILGAN Ekim 2008 Mimarlara Mektup

Sevgili Dostlar
Bugün Haydarpaşa işlevsiz hale getirilerek adeta yeni görevini bekler hale sokulmuş. 13 Haziran 2014 tarihinde Haydarpaşa Garında “New York’tan İstanbul’a Mega Şehirler ve Finans Merkezleri” isimli bir uluslar arası konferans düzenlendi. Toplantıya yerli yabancı kamu yöneticileri ve yatırımcıları katıldı. Daha önce de Garda bu tip toplantılar düzenlenmiş Garın giderek işlevinden uzaklaştırılmasına insanlar alıştırılmıştı. Haydarpaşa Garı görücülerini mi ağırladı? diye kuşkuyla düşünmek durumundayız.