30 Haziran 2015 Salı

Kent Mektupları



MARDUK VE AFETLER
Arif Atılgan

Bilindiği gibi Dünyamızın da içersinde bulunduğu gezegen sisteminde 9 gezegen bulunmaktadır. Güneşin etrafındaki yörüngelerinde dönen gezegenler Güneşe yakınlıklarına göre sırasıyla Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün ve Plüton’dur. Bunlara Güneş ve Ay da eklenerek güneş sisteminin 11 üyeden ibaret olduğu varsayılır. Ancak araştırmacıların ifadesine göre yörüngesi çok büyük olduğu için seyrek görülen bir gezegen daha vardır ki onun adı da Marduk’tur. Bu sebepten kendisine Kayıp Gezegen veya 12. Gezegen adları takılmış olan Marduk Gezegeninin 3661 yılda yörüngesini tamamladığı söylenmektedir. Marduk ismi Babil ve Asur destanlarında tanrıların en bilgesi ve güçlüsü olarak bilinir. En son MÖ. 1649 yılında dünyaya yakın geçtiğinde birçok deprem, sel vs afetler olduğu ve dünyada yaşamın son bulduğu kitaplarda yazılmaktadır. MÖ. 1649 yılından sonra 3661 yıl ekleyerek hesap yapıldığında 2012 yılı bulunacaktır.


MÖ. 600 yıllarında Orta Amerika’da yaşanan ileri uygarlığın sahipleri Mayalardır. Mayalar 21 Aralık 2012 tarihinde dünyanın, her biri 5125 yıl olan 5. Güneş Yılını bitirip, 6. Güneş Yılına başlayacağını söylemişlerdir. Bu sebepten geçtiğimiz yıllarda konuyla ilgili olanlar tarafından 21 Aralık 2012 tarihinde kıyamet kopacağı ve takvimlerin 0 (sıfır) yazacağı açıklanmaktadır. Diğer yandan bir gaz gezegeni olan Marduk’un ilk olarak 07 Eylül 2012 tarihinde dünyaya yakınlaşacağı, 21 Aralık 2012 tarihinde dünyayı manyetik olarak etkileyeceği ama esas etkisini 14 Şubat 2013 tarihinde yapacağı,  01 Temmuz 2012 tarihinde uzaklaşacağı ve bu arada birçok afetler olacağı yazılmaktadır. Bu iddialara karşılık, ABD Ulusal Havacılık Ve Uzay Dairesi (NASA) tarafından yapılan açıklamada ’dünya insanlarının boşuna heyecana kapılmamaları, herhangi bir olumsuz olay yaşanmayacağı’ belirtilmektedir.

Diğer yandan insanlar tarafından kullanılan klimalardaki soğutucu gazların ozon tabakasını delmesi ile güneşin zararlı ultraviyole ışınları dünyaya daha çok girmektedirler. Ultraviyole ışınlarının verdiği çeşitli zararlardan birisi dünyanın ısısını yükseltmeleridir.

Ayrıca dünyamızda fosil yakıt kullanımı, çiftlik gübresi, çöplükler, egzoz gazlarının çoğalması ve ormanların azalması vs sebeplerinden oluşan sera gazları bulunmaktadır. Sera gazlarının en bilinenleri su buharı, karbon dioksit, metan, ozondur. Sera gazları atmosferde katman oluşturmaları sebebiyle dünyadaki ısının sera etkisi ile içerde birikmesini sağlamaktalar dolayısıyla dünyanın ısısının yükselmesine sebep olmaktadırlar.

Uzmanlar gelecekte dünyada yükselen ısının 2-5 Santigrat Derece olacağını belirtmektedirler. Dünya ısısı 2 Santigrat Derece yükselirse okyanuslar 18-38cm yükselecek, bu durum fazla bir tehlike yaratmayacakmış. Ancak ısı yükselmesi 4 Santigrat Derece olursa okyanuslar 50cm in üzerinde yükselecekmiş ki bu durumda tüm dünyanın yaşanamaz hale gireceği açıklanmaktadır. Ayrıca buzulların erimesi ile tuz oranı azalan deniz sularının donma ısısının yükseleceği ve kolay donarak her tarafı buzulların kaplayabileceği ifade edilmektedir. Kutuplardaki buzdağlarının erimesi ve yer değiştirmesi sebebi ile dünyanın dengesinin bozulabileceği ve ekseninin kayabileceği de açıklanmaktadır. Bu sebepten dünyanın dönüş hızının azalabileceği belki bir günün 24 saatten fazla sürebileceği söylenmektedir. Bu sorun artarak devam ettiğinde 22. Yüzyılda yer çekimi kanununun değişebileceği dolayısıyla büyük afetlerin olabileceği varsayılmaktadır.


Bir taraftan da yurdumuzda birçok depremin yaşandığı ama 1489, 1509, 1556, 1766, 1894, 1939, 1966, 1999 yıllarında yaşananların en çok zarar veren büyüklüklerde olduğu ifade edilmektedir. Yer bilimcilerin yaptıkları bilimsel çalışmaların dışında bazı periyot hesaplarından da yakın gelecekte yurdumuzun ama özellikle İstanbul çevresinin önemli bir depreme gebe olduğu açıklanmaktadır.


Yakın gelecekte gerek dünyamızda gerekse yurdumuzda, bölgemizde ve kentimiz İstanbul’da çeşitli deprem, sel vs anlamında afetler beklenmektedir. İnsanların dünyayı hor kullanmasından ve gök cisimleri ile yer altı faylarının hareketlerinin zamanlamalarından dolayı bu gerçeklerin yaşanacağı düşünülmeli ve bu duruma göre önlemlerin alınması gerekmektedir.

Doğa hareketlenmelerinin aşırılığı olarak adlandırabileceğimiz afetler artık tüm dünyanın olduğu gibi ülkemizin de gündeminde olacaktır. Bundan sonra tüm insanlık afetlerle birlikte yaşamanın kurallarını oluşturmak ve afetlerle birlikte yaşamayı öğrenmek zorundadır.

2004 yılında Mimarlar Odası Afet Komitesi Başkanı olarak Komitenin çalışma raporunun başına bu anlamda bir yazı yazmak istemiştim. Kendimce renkli ve entelektüel bir bakışla çalışma raporuna daha fazla dikkat çekebilirim diye düşünmüştüm. Ama olmamıştı.

Neyse. 21 Aralık 2012 de “kıyamet” beklendiği iddia ediliyor. Ben de beklenen “kıyametten” bir gece önce doğum günü kutlayacağım. Bana da bu yakışır.
ARİF ATILGAN MİMDAP ARALIK 2012

28 Haziran 2015 Pazar

Kent Mektupları



BİANELDEN BİANEL
Arif Atılgan

Bugünlerde, 13 Ekim-12 Aralık 2012 tarihleri arasında, İstanbul Modern ve Galata Rum Okulunda Tasarım Bianeli gerçekleştirilmektedir. Bianelin ana teması Kusurluluk olup İstanbul Modernde Musibet, Galata Rum Okulunda bürokrasinin tersi anlamında Adhokrasi isimli çalışmalar sergilenmektedir. İstanbul Moderndeki sergilerde İstanbul’un aşırı yapılaşmalarla başlayan,  kentsel dönüşümle devam eden süreci işlenmekte, bu süreçte nasıl kişiliksiz ve yaşanması zor bir kent oluşturulduğu vurgulanmaktadır. Galata Rum Okulunda ise zanaatkârların kendi kuralsız kurallarıyla insanlara daha yararlı eserler ortaya çıkardıkları işlenmektedir. Her iki binada da oldukça değerli çalışmalar bulunduğunu ifade etmemiz gerekir. Ancak bianel mekânlarını gezdikçe aslında bienalin kendisinin de apayrı bir bienal olduğu görülmektedir.

Bianelin ana fikrinin karşı olduğunu düşündüğüm Galataport Projesinin İstanbul’a getireceği en önemli görüntü cruise gemileridir herhalde. Tesadüf bu ya, bianele gittiğim gün, İstanbul Modernin hemen arkasındaki rıhtıma yanaşmış olan bir cruise gemisi, bianel binasıyla o derece bütünleşiyordu ki bianel sergisi dışarıda başlıyor diye düşünmekten kendinizi alamıyordunuz.
  

Daha sonra binaya dışarıdaki merdivenden çıkıp giriyor, sonra içerdeki merdivenden inerek sergileri geziyorsunuz. Çıkışta tekrar üst kata çıkıyor, dışarı çıktığınızda tekrar aşağıya iniyordunuz. Ayrıca üst kata çıkarken beni asansöre yönlendirdiler ki tek başıma bir yük asansöründe bulunmam da adeta bianel etkinliği gibiydi.

Bianel sergi mekânlarının içinde en ilgi çekici olanı yerdeki yuvarlak tanımlamaların üzerine bastığınızda İstanbul’un o tanımlamaya göre karşıdaki perdede alacağı şekli görmenizdi. Ancak gelenler çoğunlukla o yuvarlaklara birden fazla kişi olarak bastığından hiçbir zaman İstanbul’un görmek istedikleri halini göremiyorlardı. Zira yerdeki yuvarlakların birden fazlasına basıldığında karşıdaki perdede o tanımlamaların karması görülüyordu. Zaten ziyaretçiler de daha çok, yuvarlak yere basınca karşılarına çeşitli resimler çıkmasıyla ilgileniyorlardı. Bir süre salonun köşesindeki taburede oturarak burada kendiliğinden oluşan butik bianel etkinliğini izledim.  
  

Bianeli yaratanların içinde kentimizdeki dikkat çekici bazı projeleri gerçekleştirenlerin de bulunması, o projelere karşı olan kurumun bianele mekânlarını 3. Sergi alanı olarak açması hep insana kendini bianel içersinde bianelde imiş gibi hissettiriyor.

Bianel mekânlarını gezerken, tamamını okuduğum, sergileri anlatan metinlerden ise tamamen ayrı bir bianel etkinliği yaratılabilir. Aşağıda bu metinlerin içersinden seçtiğim birkaç cümleyi okuyabilirsiniz:
‘Proje “modernleşme” idealleri ile dönemsel müdahaleler sonucu şekillenen İstanbul kent mekanı ile “geçicilik” temasına dayanan moda tasarımının nesnesi olan kılığın üretimi arasındaki analojiye dikkat çekmektedir.’ ‘Tariflenen dönemlerdeki kentsel müdahaleler, moda tasarımı üretim eylemlerinin araçsallaştırılmasıyla kent haritaları üzerinden yeniden okunmaktadır.’‘”Önemsizleştirmeyi” bu dünyaya dair olanın geçici oluşunu, sessizce kabul edildiği bir tevekkül anlayışına yormak fazlasıyla naif.’ ‘Gezen kişinin aktif katılımıyla anlamlanacak bu anamorfik diyagramda da, İstanbul’da olduğu gibi, prestijli bir bakış noktası ve ancak bu noktadan deneyimlenebilecek bir siluet oluşuyor.’ ‘Kenti fütursuzca yağmalayan “yeni dönüşüm projeleri”, kendilerini basit tarihselcilik, ya da teknolojik gelişim kültünden beslenen imgeler aracılığıyla pazarlayarak ortak kentsel alanları giderek özelleştirmekte, buna bağlı olarak kent deneyimi iki boyutlu imgelerin belirli bir uzaklıktan izlendiği pasif bir yaşantıya dönüşmektedir.’ ‘Bu edimsel evdeki adaptasyonlar, mimarın bir alan yaratırken sahip olduğu role eşit bir rol üstlenir.’ ‘Kullanıcılar, çift tabletli arayüzün sol ekranında kendi ilgilendikleri konuyu araştırırken sağ ekran belirli bir konuyla ilgili çekişmeli görüşlerin dinamik bir koleksiyonunu getirir.’

Sergiyi gezen öğrenci guruplarının başında, asistanları olduğunu sandığım birileri onlara sergiyi anlatıyordu. Belli ki gezenlerin orada yazılanları okuyarak konuları anlayamayacakları kabul edilmişti.

Biz 1960 lı yılların ikinci yarısında mimarlık öğrencisiyken öztürkçe kelimeler yeni kullanılmaya başlanmıştı. Ödevlerimizi önce yazar sonra öztürkçe kelimeli hale tercüme ederdik.. 2000 li yılların başlarında oğlum orta öğretim yaşlarında iken bir gün evde Mimarlar Odasının yayınlarını okumuş. Akşam bana ‘Baba sizler Mimarlar Odasında bu dergilerde yazıldığı gibimi konuşuyorsunuz?’ diye sormuştu. Nedense mimarlık camiası, ‘mimarca’ adını verebileceğimiz, kendilerine özel bir yazma dili oluşturmayı severler. Ama aslında kendileri de dâhil herkesin konuşma dili aynıdır. Örneğin: Sergide gezenlerin hiçbirisi oralarda yazıldığı gibi konuşmuyorlardı.

İkinci sergi binası olan Galata Rum Okulunda ise apayrı anlayışta bir sergi vardı. Aslında bu sergiyi gezerken adeta Karikatürist İrfan Sayarın Zihni Sinir projelerinin ne kadar ciddi olduklarının farkına varıyorsunuz. Yani, ilk bakışta komik gelmesine rağmen, zanaatkârların önce kendilerine sonra insanlara en yararlı araçları en basit şekilde nasıl yaratabilecekleri kanıtlanıyordu sanki. Ancak Galata Rum Okulunun alt katındaki kafede Türk kahvesi içmeye kalktığınızda Türk kahvesi elinize fincan ölçüsündeki karton bardakta verilince, burada da bianel yaşatılıyor diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz.

Üçüncü sergi binasına gitmedim.


Sonuç olarak bianel beni bu derece bianel içersinde hissettirdiği için başarılı olmuştur. Amaç, ne yönden olursa olsun aklımızı o konulara yormamızın sağlanmasıdır.  Her iki mekândaki sergiler de amacı gayet iyi sağlamaları bakımından başarılıdırlar. Konuyu her zamanki gibi tadıyla kapatıyorum: Emeği geçen herkesin ellerine sağlık.
ARİF ATILGAN ARKİTERA ARALIK 2012

     
KÖYLER VE KÖYLÜLER
Arif Atılgan

1960 lı yıllarda Çetin Altan köylerde piyano sesi gelen evleri hayal etmekteydi, 1970 li yıllarda Bülent Ecevit köy-kentler planlamıştı, 1980 li yıllarda Turgut Özal köylere elektrik su vs alt yapının gitmesi ile onların beyaz eşya kullanarak rahatlığı, TV kullanarak başka yerlerdeki yaşantıları keşfedeceklerini ve bu şekilde gelişeceklerini söylemişti. Bugün Çetin Altan’ın da, Bülent Ecevit’in de, Turgut Özal’ın da köylerle ilgili düşündükleri bir şekilde gerçekleşmiş sayılabilir. 1960 lı yıllarda ülkenin batısında, İstanbul’un dibindeki köylerde bile elektrik su bulunmuyordu. İnsanlar güneşin doğuşu ile yaşama başlıyorlar batışıyla yatıyorlardı. Derelerin suyunu içiyorlar, aynı derelerde çamaşır yıkıyorlardı. Günümüzde ise doğunun en sapa köylerindeki mağara görüntüsündeki evlerde çanak antenler, klimalar dikkat çekmektedir. 1960 lı yıllarda köylerde yaşayanlar radyoya irkilerek bakarlar içine insanların nasıl girdiğini merak ederlerdi. Günümüzde köylerden kentlere gelenler kendi yörelerindeki çanak antenlerle yurt dışından daha değişik TV kanallarını izleyebildiklerini anlatmaktadırlar.  

                                                               Çanak Antenli Köy Evi

Köylerde zamanın olanaklarının kullanılmasıyla belli bir gelişme olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebepten olsa gerek günümüzde kentlerden köylere doğru bir göçün de yaşandığı kesindir. Kent kalabalığından usanan bazı insanlar köylere taşınmakta, oralardaki yatay yerleşimin ve doğanın tadını çıkarmak istemektedirler. Köylerde artık taşıma ve ulaşım aracı olarak at, eşek, at arabası, öküz arabası kullanılmamakta, bu ihtiyaçlar motorize bir şekilde giderilmektedir. O derece ki özel günlerde köy sokaklarında trafik sıkışıklığı bile görülebilmektedir. Diğer yandan az katlı evlerden meydana gelen bazı siteler de yaşayanlarına köy yaşantısını getirmeye çalışmaktadırlar.   

                                                                      Köyde Kentli Evi

Ancak köylerde de bazı sorunlar olabilmektedir. 1970 li yıllara kadar henüz ambalaj sanayi gelişmemiş, ambalaj olarak kâğıttan yararlanılmaktaydı. Dolayısıyla köylerde çöp sorunu yaşanmazdı. Zira çöp ancak yemek artıkları olur, ambalaj olarak kullanılmış olan kâğıtlarla birlikte araziye atılırdı. Bu çöpler arazide hayvanlar tarafından tüketilir, kâğıt ise çürüyerek doğaya karışırdı. Bugün ambalaj olarak kullanılan poşet vs anlamında plastik malzemeler vardır. Dolayısıyla eskisi gibi ortalığa atılan çöplerin içindeki çok miktardaki plastik doğada erimemekte, çöp yığınları olarak görünmektedir. Diğer yandan köylerde günümüzde yapılan inşaat tadilat artıkları olan molozlar da ortalığa atılmakta ve çok kötü görüntüler meydana gelmektedir. Köylerde de apartman taklidi binalar görülmeye başlanmıştır. 

                                                             Yol Kenarında Molozlar

Köylülük de artık zamana uygun yaşanmaktadır.  Köylerde yaşayan eski köylüler kentli görünme çabasındadırlar. Oralarda da evlerde kentte görülebilecek mobilyalar görülmektedir. Evlerini kendilerine özgü tefriş etmemekte, belli ki reklam sektörünün etkisi altında kalmaktadırlar. Onlar köylerde yaşayan kentliler gibi olma çabası göstermekteler, sonuçta ne köylü ne de kentli gibi görünmektedirler. Diğer yandan köylere yerleşen kentliler ise bir türlü köylüleşememekte aksine kentliliklerini korumaktadırlar. Yani köylerde yaşayan kentlilerle köylüler ayrışmaktadırlar.

Sonuç olarak köylülük de bir evrim geçirmektedir. Artık sevdiğini atının terkisine atıp kaçıran sonra sazıyla türküler yakan köylü tipi yok. Onun yerine sevdiğini arabasıyla evinden alan veya minibüsle gidilen kent merkezinde buluşan bir köylü tipi bulunmakta. Ayrıca o köylü artık sazıyla türkü yakmak yerine gitarıyla serenat da yapabilmektedir.

Sevinerek söylemeliyim ki genç köylüler eğitim yapmayı önemsiyorlar. Eğitim yapamayanlar ise özellikle sigortalı olabilmek amacıyla yakın çevredeki bir fabrikada çalışmayı tercih etmektedirler. Bu durum köylerde fabrika işçi servis araçlarının dolaşmasına sebep olmaktadır.  Tarım ve hayvancılığı ise adeta hobi olarak yaşlı köylüler yapmakta, onlar da ürünlerini toptancı esnafına satmaktadırlar. Eskiden köylüler pazaryerlerine ürünlerini satmak için giderlerken bugün pazaryerlerine ve marketlere ev ihtiyaçlarını satın almaya gitmektedirler.

Sonuç olarak nasıl ki kentlerde kentli-köylü bir toplum oluşmuşsa köylerde de köylü-kentli bir toplum oluşmaktadır.

Köylü-kentlilerin yaşadığı köylerin, kentli-köylülerin yaşadığı kentlerden daha sempatik olduğunu itiraf etmeliyim.
ARİF ATILGAN Haziran 2015

24 Haziran 2015 Çarşamba

VAN DEPREMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Arif Atılgan

Bu depremin gerçekleştiği günden beri aklıma takılan bazı konular bulunmaktadır. Olaydan hemen bir gün sonra Mimarlar Odası Van Şubesi Başkanı ile yaptığım telefon görüşmesinde Van'ın içerisinde 6 binanın yıkıldığını, çok sayıda yıkımın ise Erciş ve köylerde olduğunu öğrenmiştim. Van'ın içini biliyor, diğer bölgeleri pek bilmiyordum. Bu anlamda Van'ın içerisinde 6 binanın yıkılmış olması bana oldukça şaşırtıcı gelmişti. Farkında olmadan Şube Başkanı arkadaşıma, Vanlılar için baş sağlığı ve geçmiş olsun dileğimden sonra “Van'daki binalar oldukça güvenli imiş.” demiştim.

Marmara Depremi'nde, depremden bir gün sonra bölgede yıkılan binalarla ilgili raporları tutan, ayrıca hasarlı binaların tespitini yapan mimar, inşaat mühendisi, yer bilimci ve hukukçu meslek insanları ile oluşturulan, gönüllü bilirkişi ekiplerinde yer almıştım. O depremde 100.000 bina yıkılmış, 20.000 vatandaşımız hayatlarını kaybetmişti. Yani depremin ne olduğunu bilen bir kişiydim. Bu sebepten olsa gerek Van'dan gelen bilgiler bir türlü beni tatmin etmiyordu.

Nitekim geçtiğimiz günlerde bölgeye giden bazı arkadaşlarımızın yaptığı bilgilendirmeler bu tedirginliğimde haklı olduğumu ortaya çıkarmıştı. Arkadaşlarımın ilk tespiti kentte 7,2'lik bir deprem görüntüsü olmadığı şeklinde idi. Evet yıkılan binalar ve çok üzüldüğümüz can kayıpları vardı ama 7,2 büyüklüğünde bir depremin Van'da taş üstünde taş bırakmaması gerekirdi. Zira bölgedeki 60.000 binanın 50.000'inin ruhsatsız ve niteliksiz, ruhsatlıların ise en azından eski olduğu herkesçe bilinmekte idi.



O zaman anımsadım ki yetkili kurumlar ilk açıklamalarında depremin büyüklüğünü 6,6 olarak belirtmiş, daha sonra yabancı merkezler 7,2 olarak açıklama yapmış, yetkili kurumlarımız da 6,6 tespitini 7,2 olarak düzeltmişti.

Bugün bölgede çalışmakta olan özellikle yabancı yer bilimciler bu depremin 7,2'den bile yüksek büyüklükte olduğunu ifade etmekte imişler. Ancak onlar da yöredeki yıkımların böyle bir depreme göre oldukça az olduğuna şaşırmakta, sebeplerini araştırmakta imişler. Umarım en kısa zamanda bu konuda bilimsel açıklamalarını yaparlar.

Burada kişi ve kurumların açıklamalarına yorum getirmeden sadece kendi düşünce ve duygularımı yazmak istiyorum.

Öncelikle bilinmelidir ki daha önce 19 ilimizde geçerli olan Yapı Denetimi ülkemizin tamamında 1 Ocak 2011 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Dolayısıyla Van, yeni uygulama yapılan illerden biri olduğundan buradaki binaların neredeyse tamamı Yapı Denetimi ile inşa edilmemiştir.

Ayrıca ifade etmek isterim ki sanki bu depreme biraz siyaset karışmaktadır. Görülüyor ki bu Deprem iktidara Van'da da, İstanbul'da da, tüm Ülke'de de bazı faaliyetler yaptıracaktır. Medyada geçerli olan ‘İstanbul'a kar yağarsa Türkiye'ye kış gelmiştir’ tarzı ile olsa gerek, Van'da olan deprem yetkililere İstanbul'da olacak depremi konuşturmaya başlamıştır.

Başbakan ile eski TOKİ Başkanı yeni Çevre ve Şehircilik Bakanı'nın, Kentsel Dönüşüm Yasası'nın tanıtımından ve uygulamasından bahsetmeye başlamaları bu durumu kanıtlamaktadır. Aslında farkındalar mı bilmiyorum ama onlara muhalefet edenler de bir şekilde tuzağa düşmekte ve konuşmalarıyla iktidarın ekmeğine yağ sürmektedirler.

Önce herkes bilmelidir ki 1975 Yapı Yönetmeliği Marmara Bölgesi'ni 2. Derece Deprem Bölgesi kabul ederek hazırlanmıştır. 1998 yılındaki Yönetmelik ise bölgeyi 1. Derece Deprem Bölgesi kabul etmiştir. Bu çok önemli bir farktır. Zira deprem bölgeleri fay hattına olan mesafelerine göre derecelendirilirler. Yeni yönetmelikte gerek taşıyıcı sistem ölçülerinde ve gerekse donatı miktarlarında önemli fazlalaşmalar olmuştur. Ayrıca inşaat malzemesi kalitelerinde ve hatta literatüründe bile farklar oluşmuştur. Örneğin: Yuvarlak demir ortadan kalkmış yerine nervürlü demir gelmiştir. Bu da çubuk uçlarına kanca yapılmaması sorununu ortadan kaldırmıştır. Çakıllarda, organik bir madde olması sebebi ile basınca mukavim olmayan midye kabuklarının bulunması sorunu ise hazır beton ile sona ermiştir. Eski yönetmelik zamanında B160 diye dökülen ama çeşitli sebeplerden dolayı B60 civarı gerçekleştirildiği söylenen beton cinsi bugün literatürde bile yoktur.

Yani eğer statikçiniz rahat uyu derse rahat uyumak gerekir. En azından şu bilinmelidir ki 1998 yılında yeni bir yönetmelik hazırlanması, kâğıt üzerinde bilimsel anlamda 1975 yönetmeliğinin yeterli olmadığının kanıtıdır. Evet, daha önce düzgün yapılmış binalar depremde sağlam kalabilir. Ama gerçek asla unutulmamalıdır.

12 Kasım 1999 tarihinde binaların çoğunun yıkıldığı Düzce Depremi'nden sonra ODTÜ'lü bir hoca, hazırladığı bilirkişi raporuna ‘Burada yıkılan binaların neden yıkıldığı değil, yıkılmayan binaların neden yıkılmadığı araştırılmalıdır.’ cümlesini yazmıştır.

Marmara Depremi'nde, benim de görev aldığım bilirkişi ekibinin tutmuş olduğu yıkım raporlarından edindiğim tecrübeye göre binaların yıkılması tek sebepten değil, aksine 7-8 sebebin birlikte oluşmasından dolayı gerçekleşmektedir.

Örneğin:
- Fay hattının üzerinde bulunmak,
- Yumuşak zeminde 2 kat yapılacak yere 7-8 kat yapmak,
- Yumuşak kat olması,
- Kısa kolon olması,
- Yeterli donatı olmaması,
- Etriye olmaması,
- Yuvarlak demirlerde kanca bulunmaması,
- Kolon demirlerinin filizlerinin kısa olması,
- Beton malzemesinde çakıl yerine midye kabuğu veya çamur bulunması,
- Betonun dökülürken iyi karıştırılmaması,
- Betonun döküldükten sonra iyi sulanmaması, gibi.

Ayrıca binalar inşa edildikten sonra bazı kullanım hataları da yıkıma sebep olabilmektedir. Örneğin: Çeşitli amaçlar için kolon kiriş kesilmesi veya tıraşlanması, bodrum katlarda korozyon sebebi ile demirlerin çürümüş olması gibi.

Sonuç olarak bir sorunu gidermeye çalışırken önce sorunu tüm açıklığı ile masaya yatırmak gerekir. Her açıdan konu tartışılıp anlaşıldıktan sonra çözüm formülleri aranmalıdır.

Ülkemizde deprem sorunu vardır. Özellikle Marmara Bölgesi'nde 1998 yılından önce inşa edilmiş olan bütün binalar depreme karşı riskli durumdadır.

Burada tek kabahatli kurum 1975 Yapı Yönetmeliği'ni geçerli sayan Devlet olmaktadır. Dolayısıyla riskli binaların yenilenmesi ve kentin güvenli hale getirilmesi görevi de Devlet'e düşmektedir.

Ancak üstü kapalı olarak ifade edilmek istenen şey Devlet'in bu işin ekonomisini üzerine almak istemediği şeklindedir. İşte o zaman Devlet'in dışında bu işin nasıl yapılacağı açıkça tartışılmalı ve kamuoyu aydınlatılmalıdır.

Ne kamu idaresinin ne de toplumun zararlı çıkmayacağı formüllerin bulunabileceğini umuyorum.
ARİF ATILGAN Kasım 2011 Arkitera


18 Haziran 2015 Perşembe

Kent Mektupları



VAROŞLAR
Arif Atılgan

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşundan itibaren 1950'li yıllara kadar sürdürülen ekonomik politikaya bir nevi Devlet Kapitalizmi adı verilmektedir. Ülkede, 1950 yılından itibaren gerçek kapitalist sisteme geçmek ve gerçek kapitalistler ile kapitallerinin oluşmasını sağlamak amaçlanmıştır. Bu anlamda özellikle sanayiye soyunan her girişimciye her çeşit destek verilmiştir. Bunun en belirgin görüntüsü tarihe 'ithal ikameli ekonomik politika' olarak geçen uygulamadır. Kısaca yurt içersinde üretilen her malın dışarıdan ithaline getirilen kısıtlamalar olarak özetleyeceğimiz bu uygulama, üretenlerin ürettiklerini içeride istedikleri fiyatla satabilmelerini sağlamıştır.

Sanayicilere bundan başka da çeşitli destekler tanınmıştır. Bunların başında tesislerini istedikleri yerde kurabilmelerinin sağlanması gelmektedir. Bu sebepten sanayi tesisleri yoğun olarak en olmaması gereken kent olan İstanbul'da, İstanbul'un da en olmaması gereken yerlerinde kurulabilmişlerdir. Örneğin: Haliç'te, Levent'te, Boğaz Kıyıları'nda bile bu tip fabrikaları görebilmekteyiz.

Ancak fabrikalarda kentli insanları çalıştırmak pahalı olduğundan köylerden ucuz işçi getirmek düşünülmüş, kırdan kente göç teşvik edilmiştir. 1950'li ve 1960'lı yıllarda planlı bir şekilde köylere binlerce traktör sevk edilmiştir. Traktörler insan gücünü boşa çıkarmış ve bunun sonucunda özellikle gençler kentlere göç etmişlerdir. Kentlere gelen kır insanları fabrikalara ucuz işgücünü sağlamışlardır.

Daha sonra bu insanların kentte ikamet etmelerinin ekonomik olarak olanak dışı olduğu görülmüş, kendilerine çalıştıkları fabrikaların civarında gecekondu yapmalarına göz yumulmuştur. O yıllarda bir gecede tenekelerden yapılan gerçek gecekonduların sahipleri ileriki yıllarda giderek ekonomik olarak güçlenmeye başlamışlardır. O zaman da onlara gecekondularının yerine beton binalar inşa etmeleri konusunda tekrar göz yumulmuştur. Bu kişiler inşaatlarında ihtiyaçlarına göre kat adedini ayarlamışlar, hatta ileride ihtiyaçları olduğunda ilave kat çıkabilmek için üzerlerinde demir filizlerini bile bırakmayı ihmal etmemişlerdir. Dolayısıyla gecekondu semtleri yeni bir çehre kazanmış, bu yeni yerleşim tipine ise 'varoş' adı verilmiştir.


Varoş, gelişmiş ülkelerde banliyö kelimesi ile eş anlamda kullanılmaktadır. Sadece kelimenin anavatanı olan Macaristan'da bizim anladığımız anlamda kullanıldığını görebilmekteyiz.

Varoşlar giderek kendi kültürlerini oluşturmuş hatta bir nevi yeni dönemin folklorunu meydana getirmişlerdir. Artık köylerde, sevdiği kızı atının terkisine bindirip kaçıran ve onun için türkü yakan kültür unutulmuştur. Onun yerine sevdiği ile minibüse binip yaşadığı varoşun semtinden uzakta, kentin başka bir köşesinde dolaşan gençler ortaya çıkmışlardır. Birçok film çevrilen bu alana özel müzik türü de oluşmuş, bu müziğe ise arabesk müzik denilmiştir.

Varoşlardaki insanlar ekonomik durumlarını iyileştirdiklerinde kent içersine de taşınmak istemişlerdir. 1960'lı yıllarda başlayan bu istek kentte 'kat karşılığı inşaatçılık' denilen bir iş alanını ortaya çıkarmıştır. 1965 yılında Kat Mülkiyeti Yasasının çıkmasıyla 'kat karşılığı inşaatçılık' patlama noktasına gelmiştir. Ancak bu inşaatlara talepte bulunan kişilerin çoğunluğu yine varoştaki insanlar olduğu için inşaat kaliteleri varoşlardaki seviyeyi geçememiştir. O yıllarda, kent içersinde yaşayanların da apartmana taşındıkları için sınıf atladıklarını düşünmeleri ve iyi konutun kendilerine sunulanlardan ibaret olduğunu sanmaları, kentteki inşaatların kalitelerinin düşük olmasını sağlamıştır.

Dolayısıyla o dönemde genel olarak yaşanılacak değil baş sokulacak konut talebi oluşmuştur. Bu taleplere göre inşaat yapan müteahhitler ise genel olarak mimarı-mühendisi uygulama sürecinin dışında tutabilmişlerdir. 2000 yılına kadar devam eden bu süreçte, kendiliğinden ortaya çıkan anonim bir mimari tarz oluşmuştur.

Bugün bu tarza cesaretle 'varoş mimarisi' adını koyabilmeliyiz.

1980'li yıllarda Ülkede özelleştirmenin başlaması yerli kapitalistlerin kapitalleri ile birlikte oluştuklarının göstergesidir. 1990 lı yılların sonlarından itibaren ise küreselleşme etkisini göstermiş, yerli ve yabancı sermaye birbirine karışmıştır.

2000'li yıllarda İstanbul'a sanayi değil hizmet sektörü yakıştırılmıştır. Dolayısıyla artık varoşlardaki insanlara ihtiyaç kalmamaktadır. Ayrıca varoş semtleri geçen süre içersinde gelişen ve büyüyen kentin merkezi yerlerinde kaldığından değerli bir hale de gelmişlerdir. Bu sebeplerden dolayı, varoşta yaşayan insanları bir şekilde İstanbul dışına çıkarıp evlerinin bulunduğu bölgede daha üst düzey ekonomik durumdaki insanların yerleşimini sağlamak düşünülmüştür. Bu operasyonun adına da 'kentsel dönüşüm' denmiştir.

Yeni bin yılda artık insanlar yaşanılacak ev talep etmeyi öğrenmiş, buna göre gelişen inşaat malzemesi sektörü de iyi malzemeler üretmeye başlamışlardır. Binalar sıvasız boyasız cepheli, kiremitsiz çatılı, ortak alanlarına her çeşit malzemenin tıkıştırıldığı yapılar olarak görünmekten uzaklaşmaya başlamışlardır.

Buraya kadar yapılan bilgilendirmeden sonra şunu açıklamak isterim ki 'mimari tarz', o ülkenin ilgili dönemindeki ekonomik ve sosyal politikalarının sonucunda oluşur. Ülkemizin 1950-2000 yılları arasındaki 50 yılına ait 'mimari tarz' da bu şekilde ortaya çıkmış olan 'varoş mimari tarzı'dır.

Şimdi mimarlık camiasına bir tartışma konusu sunmak istiyorum.

Ülkemiz tarihinin önemli bir 50 yılına imza atmış olan ve o dönemi yansıtan varoş semtlerinden hiç değilse bir iki tanesini korumaya almak gerekmez mi? Bu şekilde en azından gelecek yıllardaki yetkililerin bu olumsuz örneklerden ders almaları sağlanmış olmaz mı?

Yukarıda açıklandığı gibi varoşlar gecekondu semtlerinin bir sonraki safhası olarak ortaya çıkmışlardır. Bilim insanlarının çoğunluğu tarafından ideal yerleşim olarak gösterilen bahçeli, tek katlı gecekondulardan oluşan semtlerden günümüze örnek kalamamıştır. Bu durum kent hafızamız için bir eksikliktir.

Korunacak olan varoş binaları kolaylıkla deprem ve afete karşı güvenli hale getirilebilinirler. Bu suretle hiç değilse varoşlarla ilgili olarak kent hafızasında oluşacak eksiklik önlenmiş olabilir.

Aslında bu konuyu ortaya koyarken, itiraf etmeliyim ki kendim de kararsız ve tedirgin bir durumdayım. Doğrusu tartışmanın ne tarafında olduğuma da karar veremiyorum. Ancak bu konunun camiamızda tartışılması gerektiğine de kesinlikle inanıyorum.

Konuya birde bu taraftan bakmakta yarar vardır sanırım.
ARİF ATILGAN Eylül 2011 Arkitera


Kent Mektupları



HAYDARPAŞA YANGINI’NIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Arif Atılgan

2005 yılında Cannes'da düzenlenen MIPIM'de İBB'nin İstanbul ile ilgili 20 Vizyon Projesi sunacağı haberleri ortaya çıkmıştı. Bu projeler arasında bulunan Haydarpaşa Development Concept, Haydarpaşa'nın 100 yıldır sürdürdüğü sakinliği ortadan kaldırmıştı. Haydarpaşa'yı Manhattan'a benzetmek isteyen bu vahşi projelerde Gar ve Liman sahasındaki 1 milyon metrekarelik alana 1 milyon nüfus yerleştirilmek ve toplam 4 milyon metrekarelik inşaat yapılmak isteniyordu. Projenin en akıl almaz tarafı Gar ve Liman'ın fonksiyonlarına son vermek istenmesiydi.

Kamuoyunun büyük baskısı sonucu bugünlere gelindi. 2010 yılında bu alan için yapılan Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı'nda inşaat alanının düşürüldüğü görülmektedir. Ancak Koruma Planı'nda koruma anlayışı sadece bazı tescilli binaları korumak olarak muhafaza edilmektedir. Hâlbuki burada fonksiyonun da korunması esas alınmalıdır. Bu anlayışın yerleştirilmediği koruma planları asla koruma planı olamamaktadırlar.

Bu arada özellikle 2005 yılından sonra Gar Binası ve Çevresi ile ilgili esas fonksiyonlarından uzaklaştırma gayretleri gözlerden kaçmamaktadır.

Örneğin: 12 Haziran 2006 tarihinde Gar Binası'nın 3. Katı Dress Sommer Proje Bürosuna tahsis edilmişti. Dolayısı ile Gar ilk defa trencilerin dışında insanlara hizmet etmek durumunda kalmıştı. Sonra 11 Ağustos 2008 tarihinde garın içersinde ve deniz tarafında bir gazetenin kokteyl töreni gerçekleştirilmişti. Bu şekilde de alan ilk defa halka kapatılmıştı. 15- 17 Ekim 2008 tarihlerinde ise 2. Uluslararası Demiryolu Sempozyumu düzenlenmiş ve Gar bu sefer 20 - 30 gün hem halka kapatılmış hem de esas fonksiyonundan uzak bırakılmıştı. Daha sonra Haydarpaşa Garı 100. Yaş günü olan 2008 yılının son gecesinde, adeta onurunu kırmak istercesine diskotek olarak kullanılmıştı.

Bu etkinlikleri yapmak için İstanbul'da birçok mekân bulunabilirken devamlı Gar tercih edilmişti.

Ayrıca bina 100 yıldır başına gelmeyen olaylar yaşamakta idi. Örneğin: Bodrum katta bazı çatlamalar olduğu ve ufak tefek yangın tehlikeleri atlattığı haberleri alınmakta idi.

İşte bu yakın geçmiş haberlerinin üzerine 28 Kasım 2010 tarihinde Gar Binası'nın çatısında çıkan yangın insanları şüpheler içersine sokmaktadır. Zira bir süredir trenlerin Söğütlüçeşme İstasyonu'nda kalması için projelerin üretilmekte olduğu bilinmektedir. En kısa zamanda yangının sebebi açıklığa kavuşturulmalıdır.
                                                            Yangın Sonrası Gar Binası

2005 yılında Haydarpaşa'nın tarihi ile ilgili kapsamlı bir çalışma yapmıştım. O yıllarda gerek Mimarlar Odası'nı temsilen gözlemci üye olarak katıldığım ilgili Koruma Kurulu ile bu binaya geldiğimde, gerekse burada çalışan arkadaşlarımla görüşmelerim sırasında binanın içinde ve dışında birçok fotoğraf çekmiştim. Haydarpaşa'nın tarihi ile ilgili yazmakta olduğum kitapta bu fotoğrafları kullanacağım.

Yangın sonrasında, elimdeki yangının çıktığı çatının fotoğraflarını incelediğimde burada yangın dolabının ve vanasının bulunduğunu tespit ettim.

Şimdi şu sorulara cevap verilmesi gerekmektedir:
Yangın vanaları çalışır durumda mıydı?
Çalışır durumda değilse niye çalışmıyordu?
Çalışır durumda ise niye kullanılmadılar?
Yangın günü burada çalışan işçilerin giriş-çıkış kayıtları var mıdır?
Binanın sigortası var mıdır?
Basit onarım da olsa belediyeden ruhsat almadan iş yapmak kaçak inşaat yapmak değimlidir?

                                                              Çatıdaki Yangın Vanası

Aslında İstanbul'daki tarihi binaların çoğunda olduğu gibi Haydarpaşa Garı'nın da projesi bulunmamaktadır. Projeleri bulunmayan bu binalar için esaslı tadilat ruhsatı alınamamaktadır. Dolayısıyla basit onarım veya küçük tamirat işleri olarak bu işlemler yapılabilmektedir. Bu gerçeğin artık konuşulması ve bütün tarihi binaların projelerinin çıkarılması gerekmektedir.

Şimdi Haydarpaşa Gar'ının çatısının onarımı için zorunlu olarak Binanın rölöve-restitüsyon-restorasyon projeleri hazırlanacaktır. Diğer tarihi binaların da rölöve-restitüsyon-restorasyon projelerinin yapılması için başlarına bu tip talihsizliklerin gelmesi mi beklenmektedir?

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı yıl boyunca yaptığı etkinliklerin yerine kentimizdeki tarihi binaların Rölöve-Restitüsyon-Restorasyon Projelerinin hazırlanması kampanyası gerçekleştirse idi İstanbul'a çok daha hayırlı ve yararlı bir iş yapmış olurdu.
ARİF ATILGAN Arkitera AĞUSTOS 2011



16 Haziran 2015 Salı

KADIKÖY’DE ESKİ RAMAZANLAR
Arif Atılgan

1950 li yılların sonlarından itibaren Kadıköy’de ramazan aylarının nasıl yaşandığını anımsarım. Eski ramazanlarda, gündüz saatlerinde ortama adeta bir ağırlık çökerdi. İftar vakti yaklaştığında sakin saatler biter, esnaflar ve evler hareketlenmeye başlardı. Daha çok yufkacı, kasap, bakkal, tatlıcı ve manavlarda alışveriş olurdu. Balık ramazan ayında pek tercih edilen yiyecek değildi. İftar vakti yaklaştığında bir yandan evlerde yemek hazırlıkları yapılır bir yandan insanlar fırınlarda pide kuyruğuna girerlerdi. Zira herkes akşamüstü çıkan sıcak pidelerle iftar yapmak isterdi.

İftar vaktine doğru olan hareketliliği, sahil yerlerine gelen gemilerdeki yolcularını bekleyenlerin telaşlı haline benzetirdim. Hani gemiden beklenenler çıktığında bekleyenler ve gelenler sarmaş dolaş olurlar, ortamda genel bir mutluluk havası etkin olur ya. İftar saati de beklenen gemidir sanki.

Kadıköy çarşısında da aynı saatlerde hareket başlardı. İşlerinden dönerek vapurdan inenlerin de ziyaretiyle çarşıdaki dükkânlar bir anda hareketlenirdi. Çarşı içindeki balıkçılar ramazanda pek tercih edilmezler, insanlar daha çok kasaplara yönelirlerdi. Kadıköy Çarşısındaki Batu Fırında pide kuyruğu olurdu. Beyaz Fırın, Tatlıcı Cafer, Şekerci Şöhret, Hacı Bekir, Antep Baklavacısı tatlısı istenen dükkânlardı. Tabii bugün hala hizmet veren Fehmi’nin Lokantası ile Üsküdar’daki Kanaat Lokantasını saymazsak olmaz. Onların nefis sulu yemekleri oruç tutanların iftar saatinde aradıkları lezzetlerdi. Başçavuş Sokak’taki işkembe çorbacıları ise ramazanda sakin kalan dükkânlardandı. Güllaç, kadayıf, kemal paşa tatlısı, şekerpare gibi tatlılar yufkacıdan alınarak hazırlanan tatlılardı. Börek de yufkacıdan alınan yufkanın evde çeşitli karışımlarla tepsiye dizilmesiyle yapılırdı.

                                                                 Çarşıdan Bir Köşe

Meyhaneler ramazan ayında ya dükkânı kapatırlar ya da camlarına kâğıt yapıştırırlardı. Kadıköy’deki PTT’nin arka sokağında bir arada bulunan meyhaneler de aynı şekilde davranır ve daha sakin, sessiz olurlardı. Kahvehanelerin ise çoğunluğu sahur vaktine kadar açık olurlardı. Bazı müdavimler kahvehanede iftar açar ve sahura kadar orada kalırlardı.

İftar zamanı, radyodan gelen gong sesinden daha çok en yakın camiinin ezan sesi duyularak veya şerefelerinde yanan ışıkları görülerek anlaşılırdı. Ama yine de Selimiye Kışlasından gelen top atışı sesi en inandırıcısı olurdu. İftar yemeklerinde ölçü biraz kaçardı. Yemek sonrası erkeklerin bir kısmı teravi namazına giderlerdi. Namaza gidenler namaz sonrası kendi arkadaşlarının bulunduğu kahvehaneye uğrarlar, bazıları sahur vaktine kadar orada vakit geçirirlerdi. Evlerde ise radyolardaki ramazan programları dinlenir, konuklar geldiyse onlarla sohbet edilirdi. En sevilen program ise eski kanto müziklerinin olduğu programlardı. 1970 li yıllardan sonra televizyon çıkmış, kantonun tek temsilcisi Nurhan Damcıoğlu en çok izlenilir olmuştu.  

Esnafların içinde oruç tutanlar iftarını dükkânlarında açarlar, sonra da dükkâna gelen arkadaşlarıyla sohbet ederlerdi. Bazı esnaf dükkânının önünde ise sebil masası kurulur herkesin bedava su içmesi sağlanırdı. Gayr-i Müslimler Müslüman komşularının ramazan ayına saygı gösterirler onların yanında bir şey yememeye gayret ederlerdi.

1960 lı yıllara kadar çoğu evde yer sofrası kurulduğunu belirtmek isterim. İftar genellikle su veya zeytinle açılırdı. Hurmayı iftariyelik olarak pek anımsamıyorum. Bir de şimdiki gibi kalabalık ve gösterişli iftar davetlerini anımsamıyorum. O yıllarda mahallelerde zengin ile fakir birlikte yaşadığı için fakirler başkalarına belli edilmeden iftara çağırılır veya doyurulurdu. Ayrıca eş-dost ile yapılan iftar yemekleri de 2-3 aileyi geçmeyen sayıda olurdu. Çocuk yaşımda dikkatimi çeken bir görüntü, iftar sonrası sigaralarını tüttürenlerin yüzlerinde görülen keyfin dışarıdan bile hissedilir oluşuydu. Bir de ramazana yakıştırdığım tatlının tulumba tatlısı olduğunu söylemeliyim.

                                                 O Yıllardaki Pişirme Aracı Gaz Ocağı

Yeldeğirmeni’nde iki fırın vardı. Birincisi Karakolhane Caddesinde Nedim’in Kahvesinin karşısında bulunan ekmek fırını, ikincisi ise İzzettin Sokakta Havranın yanında bulunan francala fırını idi. Beyaz renkli nefis francalasının tadını hala unutamadığım bu fırının pideleri de ayrı lezzette olurdu. Dolayısıyla buradaki kuyruk daha uzun olurdu. Bu arada pide kuyruğundaki bakışmalar sonrası oluşan gönül kıpırtılarını da göz ardı etmemeliyiz. 

                                        O Yıllardaki Yeldeğirmeni Esnaflarından Bir Gurup

Günümüzde bu fırınlardan birincisi, ortaklardan Mehmet Ağbi tarafından bu sefer Ortodoks Kilisesinin sağ yanında uzun yıllar işletilmiş olup, hala faaliyetine devam etmektedir. Diğer ortak Nihat Ağbi ise Kadıköy’de İskele Camiinin kapısının yanında bugün artık olmayan Lokman Fırınını açıp uzun yıllar çalıştırmıştı. İkincisi olan Havranın yanındaki francala fırını ise kapanalı uzun yıllar oldu.

Fırınların ramazan ayında çok yaptığı bir hizmette evlerde tepsilere hazırlanan börek, tatlı vs lerin fırında pişirilmesiydi. Zira o yıllarda bu konudaki ev araçları yeterli değildi. Fırıncı tepsiyi alır, numara koçanındaki iki numara kâğıdından birini tepsiye koyar diğerini getirene verirdi. Akşamüstü tepsiyi almaya giden elindeki numara kâğıdını fırıncıya verir, fırıncı o tepsiyi bularak sahibine teslim ederdi.

Benim kahvehane alışkanlığım pek yoktur. Kardeşim Yeldeğirmeni’nde Nedim’in Kahvesinin müdavimiydi. Kahvehanedeki bazı kişiler iftar saatine iftariyelikleriyle gelip orada iftar yaparlarmış. Daha sonra sahura kadar çay-kahve sohbeti, çeşitli kâğıt oyunu ve tombala oynanırmış.

1980 li yıllarda açılmış olan ve artık Yeldeğirmeni tarihine geçmesi gereken Dallas Meyhanesinin iki sahibi de Yeldeğirmen’li arkadaşlarımızdı. Arap Haydar ve İbrahim. Onlar Ramazanda dükkânı kapatırlardı. Haydar, arkadaşı olan bazı müşterilerine zaman zaman başka lokantalarda iftar yemeği verir, ille içki içmek isteyenleri ise arada sırada başka bir meyhaneye götürüp isteklerini yerine getirirdi.
 
1990 lı yıllarda işyerim Kadıköy’de idi. Akşam eve dönerken arabamla Yeldeğirmeni’nden geçer, fırından ekmek alırdım. Çoğu zaman Mehmet Ağbi orada olurdu. Bir akşam oturduğu yerden bana ‘Tezgâhın mermerine boyun yetmezdi, şimdi saçlarına ak düşmüş’ dedi. Ben O’nu tanıyordum ama O’nun Beni tanıyabileceğini düşünemiyordum. Onun için de sözlerini anlamazlığa gelmiştim. Ama Mehmet Ağbi beni tanıdığını belli edince çok duygulanmıştım. Gerçekten de fırının mermer tezgâhına boyum zor yetişir, kendi kendime ne zaman büyüyeceğim diyerek tasalanırdım o yıllarda.

Bugün Arap Haydar gibi eski arkadaşlarımız, Mehmet Ağbi gibi eski büyüklerimiz hayatta değiller.

O yıllarda da radyo ve televizyonda veya insanların kendi aralarındaki sohbetlerinde eski ramazanlar anlatılırdı. Özellikle Şehzadebaşındaki iftar-sahur arası eğlenceler.. Kim bilir, belki eski günlerin anılması hoş oluyor. Belki de eski günler daima daha hoş yaşanmış zamanlar oluyor.
ARİF ATILGAN HAZİRAN 2015         

11 Haziran 2015 Perşembe

Kent Mektupları



ESKİ BİR YELDEĞİRMENLİ’YE MEKTUP
Yeldeğirmeni Yenileme Projesi Hakkında Eski Bir Dosta Mektup…
Arif Atılgan 

Sevgili Haydar 

Seni daha çocukken Yeldeğirmeni'nde yaşadığım evin arka sokağı olan Yurttaş Sokaktaki küçük arsada top oynarken tanımıştım. Benden üç yaş küçük kardeşim Nihat'la akran olduğunu sanıyorum. Daha sonraki yıllarda teninin rengi dolayısıyla Arap lakabıyla anılmaya başlamıştın. İri olmayan fiziğine rağmen hırçın kişilikteki yapın 1980 li yıllarda İbrahim ile açtığınız Dallas Birahanesini işletirken durulmuş hatta biraz da bilgeleşmişti. Aslında Dallas'ı da başka bir yazı ile anlatmam gerekir ya... Son yıllarda rahatsızlığın vardı ve geçtiğimiz kış aramızdan ayrıldın. Seni yolcu ettiğimizde Karacaahmet'te herkes vardı.

Hatırlarsan seninle Semtimiz ile ilgili konuları konuştuğumuzda bana 'Ne olacak bu muhitin hali?' diye sorardın. Benim anlattığım bazı şeyleri dinler, sonra da 'Muhit'e çivi çakılmıyor Arif' derdin.

Bugünlerde çivi çakılıyor Haydar.

Yeldeğirmeni'ne Yenileme Projesi yapılıyor. Ama sakın bana 'göz kulak ol' deme, zira nedense proje benden uzak tutuluyor. Ben de duyumlarıma dayanarak sana bazı bilgilendirmeler yapmak istiyorum. Bundan sonra da her bilgilenebildiğimde senin gibi aramızdan ayrılanlara bu şekilde mektup yazmayı düşünüyorum. Ne yapalım, sizlerin vasıtasıyla semtimize katkım olur belki.


Haydar Kardeşim

Biliyorsun genel olarak insanlar Yeldeğirmeni denilince benim Yeldeğirmeni kitabımdan ve benden bilgilenirler. Yeldeğirmenli denilince de doğal olarak bizim gibi buranın eskileri akla getirilir. Ama şimdi semte sonradan yerleşen bazı kişiler semtin sahibi yapılmışlar. Kim öneriyorsa bu kişilerle Yeldeğirmeni Belgeseli bile gerçekleştirilebiliniyormuş.

Ayrıca duydum ki, Deniz Gezmiş ve Nazım Hikmet'in eski Yeldeğirmenli olup olmadığı araştırılıyormuş. Ortalıktaki eser miktardaki Yeldeğirmenli’lere sorulsa hemen Deniz'in Selimiyeli olduğunu, Nazım'ın ise kendisinin değil dedesinin Yeldeğirmeni'ninde bir süre yaşamış olduğunu söylerlerdi bu şekilde düşünenlere. Bir de Yeldeğirmeni'ne adını veren yeldeğirmenlerinin fotoğrafını getireceğini söyleyenler varmış. Burada yeldeğirmenleri 1700 lü yıllarda bulunmaktaydı. Ben 1980 li yıllara kadar yaşamımızda var olan Yeldeğirmeni Karakolunun fotoğrafını bulamıyorum. Yine de bu duyumlarımın gerçek olmadığını umuyorum.

İşte böyle Haydarcığım. Proje ile ilgili duyabildiklerime göre, Karakolhane Caddesi kaldırımları genişletilecek ve bu Caddeden Şahap Gürler Caddesine doğru tek istikametli trafik olacakmış. Karakolhane Caddesinin ana aks olarak dikkate alınmasını daha önce yazmıştım, ancak projeyi göremediğim için Halitağa Caddesine doğru gidecek trafik akışının nasıl çözüldüğünü bilmiyorum. Sanırım Ayrılık Çeşmesi Mezarlığının arkasındaki Taşköprü Caddesinden bu sorun çözülecekmiş. Bir şey söyleyemiyorum. Bu arada Karakolhane Caddesinden tek istikametli trafik geçmesi ile yol daraltılıp kaldırımlar genişletilecek ve buralara esnafın malzemesini indirip bindirmesi için otopark cepleri yapılacakmış. Ceplerin devamlı işgal edilmesi sorununun yanında esas esnafın kaldırımlara masalar çıkarması sorununun da şimdiden çözülmesi gerekmektedir.


Ancak niye buradan tramvay geçirilmesi düşünülmez diye de merak ediyorum doğrusu. Anadolu yakasındaki ilk tramvay hatlarından biri, Kadıköy'ü Üsküdar ve Bağlarbaşı'na bağlayan Karakolhane Caddesinden geçen hattır. Bu hattın çalışmaya başladığından 80 yıl, son bulduğundan 60 yıl sonra tekrar çalıştırılması hem nostaljik hem de fonksiyonel olmaz mıydı? Duyduğum kadarı ile gerek minibüslerin güzergâhında ve gerekse Şahap Gürler Caddesinde bazı trafik düzenlemeleri yapılacakmış. O zaman Kadıköy'den başlayıp Karakolhane Caddesinden geçip tekrar Kadıköy'e gelen bir tramvay hattının oldukça yararlı olacağı bellidir. Bizim büyüklerimiz Semtimizden geçen bu tramvayla ilgili birçok anı anlatırlardı. Yeldeğirmeni sahili doldurulup demiryolu üzerine inşa edilen köprü ile Kadıköy Üsküdar'a bağlandığında bu hat iptal edilmişti. Tramvayın bugün artan Yeldeğirmeni nüfusuna oldukça yararlı olacağı bellidir. En azından araştırmaya ve tartışmaya değer bir konudur.

Park olarak düşünüldüğünü duyduğum Yahudi Okulu Bahçesinden başka, bu okulun yanında bulunan yine Yahudilere ait olan arsa da aynı amaçla ele alınmalıdır. Bu arada eski karakolun karşısındaki metruk arsa da değerlendirilecekmiş. İyi araştırılırsa o arsalardaki evlerden birinde geçtiğimiz şubat ayında 96 yaşında ölmüş olan Galatasaray Lisesinin efsane hocası Yomtov Garti'nin yaşadığı, hatta Garti'nin yukarıda bahsedilen Yahudi Okulunda da okuduğu ortaya çıkarılabilinirdi. Yine park olarak Kemal Atatürk Lisesinin karşısındaki eskiden pazarcıların tahtalarını koydukları küçük arsa da düşünülüyormuş. Doğrusu çok gerekmiyorsa semtimize değer katan Okulu rahatsız etmeye değmez diye düşünüyorum.

Bu arada bir boya firmasının sponsorluğunda semtteki binaların cepheleri boyanmaya başlandı. Cephe renkleri seçilirken nelere dikkat ediliyor bilmiyorum. Ancak bana kalsa burada, belki de bu anlamdaki çalışmalarda ilk uygulama olarak, eski renklere uygun boyama gerçekleştirilmesini sağlamak isterdim. Zira bütün eski semtlerde yapılan yenileme çalışmalarında canlı renkler tercih edilmekte ve semtler adeta bir tiyatro dekoruna döndürülmektedirler. Hâlbuki Ülkemizde plastik boya 1950 li, dış cephe boyası 1970 li yıllarda üretilmeye başlanılmıştır. Dolayısıyla 1970 li yıllara kadar eski evlerin boyanmasında toz boya ile renklendirilmiş kireç badana kullanılırdı. Bu sebepten binalar hep uçuk renklerdedir. Beyaz renkler içinse çivit kullanılırdı. Hala o güzelim mavi rengi ile nasıl beyazlık verdiğine şaştığım çivit... Beyaz renk, cephelerde daha çok sövelerde tercih edilirdi. Bu konuda ikna olmak için 1970 li yıllara kadar olan boya kataloglarına bakılması yeterlidir. Bu kataloglarda en tercih edilen renklerin Havai Mavi, Uçuk Pembe, Jade (Uçuk Yeşil), Açık Krem olduğu görülecektir. 1970 li yıllarda boya kataloglarına sonradan giren Şampanya rengi aslında bu açık renk geleneğine yapılmış olan bir başkaldırıdır.

Birde herkes bilmelidir ki ‘Yeldeğirmeni'nin tarihi simidi’ diye bir şey yoktur. Simit yapan fırınların burada faaliyet göstermelerinin en fazla 20-30 yıl geçmişi vardır ve sebebi de kiraların ucuz olmasıdır.

Bir mahalleye proje yapılması sırasında o mahallenin tanıtılması, imajının pazarlanması gibi yöntemleri ise asla kabul edemiyorum. Yeldeğirmeni Canlandırma Projesi başlığı ile düzenlenmiş WEB Sayfasında yer alan aşağıdaki şu cümlenin de düzeltilmesi gerektiğini düşünüyorum:

‘Bu bağlamda Yeldeğirmeni'nin televizyon diziler, filmler, marka sponsorlu dergiler gibi popüler medya araçlarında kimliği ile özleştirilmiş olarak gözükmesi tanınmasında rol oynayacaktır.’

Koruma, koruma amacıyla yapılmalıdır. Semte ise semt kimliğini yaşatmak için proje yapılmalıdır. Daha baştan tanıtım, marka sponsor, imaj pazarlanması vs gibi anlayışları ele alıyorsanız buranın mahalle yapısından çıkacağını kabul ediyorsunuz demektir. Yani bir dini yapıyı restore etmeye başlarken diskotek olarak kullanılmasını amaçlamak gibi bir şeydir bu.

Biz burada bizden öncekilerle yaşadık. Bizden öncekilerde kendilerinden öncekilerle yaşamışlardı. Dolayısıyla bizlerin semte bakışı başkalarınınki gibi değildir. Tek endişem Yeldeğirmeni'ndeki mahalle fonksiyonunun ticaret, eğlence fonksiyonuna dönüşmesidir.

Haydar Arkadaşım,

Sağlığın yerinde iken Nihat'la her hafta Karacaahmet'e giderek yakınlarınızı ziyaret ediyordunuz. Nihat'ın bu alışkanlığınızı yalnız devam ettirdiğini, orada olduğun için, biliyorsundur. Bense geçenlerde ilk defa sıradan bir zamanda gittim Karacaahmet'e. Birlikte kalan Annemin ve Anneannemin başında Annemle hasret giderirken oradaki bütün tanıdıklarla da beraber oldum aslında.

Emin ol oradakiler buradakilerden daha huzurlu be Haydar.
Arif Atılgan, Arkitera, Ağustos 2011

9 Haziran 2015 Salı

Kent Mektupları



GECEKONDULAR, VAROŞLAR, SİTELER
Arif Atılgan

1950'li yıllarda başlamış olan kırsal kesimlerden kentlere göç ile birlikte, kentlerin çeperlerinde tenekelerden yapılan derme çatma barınaklar görülmeye başlanmıştı. Kırdan kente göç etmiş olan, genç ama düşük ekonomik durumdaki bu insanların yaşadığı barakalar, bir gecede konduruluverdiği için, onlara gecekondu adı verilmişti. 1960'lı yıllarda, gerekli altyapı hizmetlerinden de mahrum olan gecekondular kentleri adeta istila etmişlerdi. Ancak buralarda yaşayan insanlar, geldikleri kırsal kesimlerde daha da mahrum şartlarda yaşadıklarından, kentlerde alabildikleri alt yapı hizmetleri bile onlar için lüks sayılabiliyordu. Örneğin: Musluktan su akması, evindeki lambanın yanabilmesi bile onlar için oldukça lüks olanaklardı. O yıllarda hızla gecekondular için ıslah projeleri yapılmaya başlanmıştı. Bunların başında gecekondularda yaşayanlar için çok katlı konutlar inşa ederek, onları o binalardaki insanca şartlara kavuşturabilmek bulunuyordu. Ancak bir süre sonra görüldü ki bu insanlar alışkanlıklarından kopamıyorlar, tek katlı bahçeli nizamdaki yaşantılarını bu çok katlı binalara taşımaya çalışıyorlardı. Sonuçta çok katlı yapıların balkonlarında tavuk hatta inek beslendiği bile gözlemlenmeye başlanmıştı. Bu durum üzerine daha gerçekçi projeler üretilmesi zorunluluğu olduğunun farkına varılmıştı. Örneğin: Nüve konut adıyla gecekonduların sadece ıslak hacimleri ile bir tek yaşam mekanı inşa edilerek bu insanlara teslim ediliyordu. Bu şekilde her şeyden önce insanca ve alıştıkları şekilde yaşamalarının sağlanması amaçlanıyor, ekonomik durumları düzeldikçe ihtiyaç duydukları kapalı mekanları kendilerinin ilave etmesi isteniyordu.

1970'lerde ama ağırlıklı olarak 1980'li yıllarda bu insanların ekonomik durumları iyileşmiş ve çocuklarına da ev ihtiyacı oluşmaya başlamıştır. Ancak ekonomik durumları her ne kadar kente geldikleri yıllara göre iyileşmiş olsa da, yine de kentin ruhsatlı bölgelerinde ev almaya yeterli olamamaktadır. Bu sebepten kendilerince zorunlu olarak, gecekondularının yerine dışı tuğlalı, çatısız, tekrar üzerine kat çıkmak amacıyla üzerlerinde demir filizleri bırakılmış kaçak binalar yapmak zorunda kalmışlardır. Varoş adı verilen bu yerleşimler ülkemize arabesk denilen yeni bir yaşama kültürü de getirmiştir.

Günümüzde ise diğerlerinin aksine planlı ruhsatlı olarak gerçekleştirilen, ‘site’ adı altında yeni bir yerleşim şekli insanlara dikte edilmektedir. Siteler kent dışındaki geniş araziler, planlı hale getirilerek inşa ediliyor. Zamanında çok düşük yapılaşma alanlarına sahip olan gecekonduların arazilerinin yerleşime açılıp açılmayacağı tartışılmıştı. Ancak genellikle, kentin içersinde ve dışarısında, kente gerekli olan yeşil alanlara inşa edilmekte olan, üstelik çok yüksek yapılaşma alanlarına sahip sitelerin arazileri tartışılmamaktadır. Siteler, etrafı duvarlarla çevrili, kapısında güvenlik görevlilerinin bulunduğu, içersinde hoş çevre düzenlemeleri de olan yerleşimlerdir. Buralarda genellikle altyapı hizmetleri kamu idaresi tarafından sitenin kapısına kadar getirilmekte, site içersindeki arıza, hanelerin tüketimlerinin hesaplanması vs. konularda site yönetimleri yetkili kılınmaktadır. Yani site tek bir apartman gibi kabul edilmektedir. Yüzlerce hatta binlerce maliki olan bir sitede, bu konuların nasıl halledilebileceğinin hiç düşünülmediği bugün çıkan sorunlardan bellidir. Adeta günümüzün kendine özel gettoları denebilecek bu yerleşimlerde, kamu idaresi kendini kamunun ve idarenin dışına çekmektedir. Site içersinde yaşamakta olan insanlar adeta tiyatro dekoru havasındaki ortamdan bir süre sonra bıkmakta, kendilerini site dışına atmak istemektedirler. Ancak o zaman görmektedirler ki dışarıda gezecek çarşı, sokak yoktur. Zira site kültüründe alışveriş çarşılardan değil alışveriş merkezlerinden yapılmaktadır. Belirli merkezlerde bulunan alışveriş merkezlerine ise ancak araçlar vasıtası ile gidebilmek mümkündür. Diğer sitelere de girmek kendi sitelerine olduğu gibi yasaktır. Yaratılmak istenen bu yapay kültürün müziği, edebiyatı, sineması da yakında çıkacaktır kesinlikle.

Ülkemiz insanının yıllardır alışmış olduğu yerleşim şekli içersindeki çarşısı, esnafı, komşu sokağı ile oluşmuş olan mahalledir. Asırlardır oluşan mahalle yapısında kentin her tarafı insanların ortak alanıdır. Ayrıca mahalle yapısında kamu idaresi kentin her tarafındaki insanlarına hizmetlerini tek tek götürmek durumundadır. Çarşı ise mahallelinin alışveriş yaptığı, esnaf dükkanlarının bulunduğu caddedir. Mahalle ve çarşı kültüründe insanlar, her yerde serbestçe gezebilmekte, dolayısıyla birbirlerini tanıyabilmektedirler.

Bu anlamda konunun gelişimine bakarsak, gerek gecekonduların gerekse varoşların aslında mahalle kültürüne uygun oluştukları ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar gecekondularda ve varoşlarda kaçak, ruhsatsız yapılaşma olmuşsa da, insanlar anonim olarak kendileri için yaşam alanları oluşturduklarında, insan doğasına aykırı davranamamaktadırlar. Buralarda sokaklar tüm toplumun kullanımına açık, esnafı, çarşısı ile insani ilişkiler canlı durumdadır. Birbiri ile ilişki çersindeki halk daha güçlü, daha güvenli, daha mutlu olabilmektedir.

Siteler, her ne kadar planlı, ruhsatlı da olsa, insanın doğasına aykırı yerleşimler olarak göze batmaktadırlar. Çok hoş peyzaj düzenlemeleri olan bahçesi de olsa, çok hoş iç mekanlara sahip konutları da olsa, duvarların içersinde yaşamak zorunluluğu insanları bıktırmaktadır. Örneğin: İşe gitmeyen kişiler buralarda yaşarken oldukça zorlanmaktadırlar. Ayrıca genellikle arsalarının bodrumları tamamen inşaat alanı olarak değerlendirilmektedir. Bu durum ise bahçelerde derine kök salamadıkları için ağaçların yetişememesine sebep olmaktadır. Dolayısıyla, bahçelerine çim ekilmekte ve ancak bodur bitkilerle süsleme yapılabilmektedir. Yakın gelecekte, kentlerimizde yıllardır kendiliğinden doğasına uygun bir şekilde oluşan ağaçları arboretumlarda görürsek şaşırmayalım.

Ülkemiz insanının yeşil alan kültüründe ise, çayır ve bu topraklara ait çeşit çeşit çınar, çitlenbik, at kestanesi, meşe, çeşitli meyve ağaçları bulunmaktadır. Siteler vasıtasıyla ülkemize getirilen kültürde çayır yerine çim, bize özgü ağaçlar yerine ise yurt dışından alınan, bu iklime uygun olmayan bir takım bodur ağaçlar bulunmaktadır.

Bugün halkımıza aşılanmak istenen site yaşamında, insanlar sadece kendi sitesinde yaşayanları tanıyabilmektedirler. Bu insanlar, zorlaşan yaşam şartları nedeniyle bir süre sonra birbirlerinden de haberdar olamamakta, kendi dünyalarına kapanmak zorunda kalmaktadırlar.

Özellikle varoşların oluştuğu zamanlarda kent yerleşimleri ile ilgili bazı gerçekçi öneriler de yapılmakta idi. Bunların başında kamu idaresinin planlı arsa üretmesi gelmekte idi. Bu öneri ile hareket edilerek, yapılaşma yapılması mümkün olan arazilerde, planlı arsalar üretilse ve kendi içlerindeki çarşılarıyla mahalleler yaratılsa idi, bugün daha sağlıklı yerleşimler olabilirdi.
ARİF ATILGAN Haziran 2010 Arkitera