28 Ekim 2015 Çarşamba

HAYDARPAŞA VE CUMHURİYET

HAYDARPAŞA VE CUMHURİYET
Arif Atılgan

1872 yılında Haydarpaşa’dan Pendik’e kadar demiryolu döşenmiş, tren seferleri başlatılmış ve Tarihi Haydarpaşa Çayırı’nda, şimdiki Et ve Balık Kurumu yakınındaki bir alana, İlk İstasyon Binası inşa edilmişti. Osmanlı Devleti bir süre sonra bu hattı ekonomik ve teknik bazı sıkıntılar sebebiyle işletemez duruma girmiş ve 1880 yılında Mösyö Sfeelder ve Ortakları adlı bir İngiliz Şirketi’ne kiralamak zorunda kalmıştı. Şirket demiryolunu Adapazarı ve Ankara’ya kadar uzatma hakkı istemiş, ancak Osmanlı Devleti günün siyasal koşullarından dolayı bu hakkı vermemişti. Bu durumun duyulması üzerine, demiryolu hattının Ankara’ya kadar uzatılması işine başka devletlerin de yoğun ilgisi oluşmaya başlamıştı. Sonuçta Osmanlı Devleti Alman Deutsche Bank’ın ortak olduğu Prusyalı Alfred Von Kaulla’ya bu hakkı vermişti. Önceki kiracı olan İngiliz Şirketi kendilerine öncelik tanınması gerektiğini ileri sürerek bu duruma itiraz etmiş, ancak itirazları dikkate alınmamış, hesaplanan tazminatları verilerek hatta el konulmuştu. Almanlarla ortak olan Kaulla 24 Mart 1889 tarihinde Anadolu-Osmanlı Demiryolu Şirketini kurmuş, Haydarpaşa-Ankara hattının inşaat ve işletme hakkını alarak 1892 yılında demiryolunu Ankara’ya kadar uzatmıştı.


Görüldüğü gibi 1880 li yıllarda Dünya Devletleri Haydarpaşa-Ankara arasına demiryolu döşemek ve bu hattı işletmek için yarışmaktadırlar. Osmanlı Devleti hükmünü sürdürmekte, tüm Dünya Devletleri tarafından bilinmekte ve tanınmaktadır. 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM nin kurulmasına, 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara’nın Başkent olmasına ve 29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanına daha onlarca yıl vardır. Ayrıca böyle bir şey o yıllarda hiçbir şekilde gündemde yoktur. Atatürk 1881 yılında daha yeni doğmuştur. Yerleşim durumuna bakıldığında ise, 40 yıl sonra Cumhuriyet’in ilan edildiği yıllarda bile az sayıda bir nüfusun Ankara Kale’sinin içinde ve etrafında oluştuğu, ovanın daha çok bataklık, sazlık bir durumda bulunduğu herkes tarafından bilinmektedir.
Sanki 1880 li yıllarda 1920 li yıllar hissedilmiştir. Henüz ortada ne Gar Binası vardır ne de Cumhuriyet.

Farkında olmadan Haydarpaşa ile Cumhuriyetin ilk ilişkisi o yıllarda kurulmuştur.

1892 yılında Haydarpaşa-Ankara hattının çalışmaya başlaması ile daha çok mal haraketi hızlanmış, giderek rıhtımda liman ihtiyacı oluşmaya başlamıştır. Bunun üzerine yapılan liman tesisleri 14 nisan 1903 tarihinde zamanın Padişahı 2.Abdülhamid tarafından açılmıştır. Bu arada demiryolu hattı Bağdat ve Mekke’ye kadar uzatılmıştır.

Ancak 2.Abdülhamid ilerleyen yıllarda liman tesislerinin gösterişsiz olduğunu tesbit etmiş ve 'Bunca km demiryolu yaptım memlekete, çelik rayların ucu Haydarpaşa'da. Koca binalarıyla liman yaptım, yine belli değil. Bana o rayların denize kavuştuğu yere öyle bir bina yapın ki, ümmetim baktığında 'buradan bindinmi hiç inmeden Mekke’ye kadar gidilir' desin' demiştir. Bu sözler üzerine iki Alman mimar Otto Ritter ve Helmut Cuno’nun tasarımıyla Gar inşaatına 30 Mayıs 1906 tarihinde başlanmış 19 Ağustos 1908 tarihinde de bitirilmiştir.

1914-1918 yılları arasındaki 1.Dünya Savaşı sırasında, Haydarpaşa Limanı ve Gar’ı kullanılarak, Anadolu’daki Türk Birlikleri’ne İşgal Kuvvetleri’nden gizli bir şekilde cephane sevkiyatı yapılmıştır.

Yani Haydarpaşa’nın Cumhuriyet’le ilişkisi artık somutlaşmaya başlamıştır.

1.Dünya Savaşından sonra Osmanlı’nın mağlup çıkmasını fırsat bilen İngilizler 15 ocak 1919 tarihinde Haydarpaşa Garı’na ve Gebze’ye kadar olan hatta el koymuşlardı. Gebze’den Haydarpaşa tarafına giden vagonlarda arama yapıyorlar, Türk Subayları’nı o istikamete geçirmiyorlardı.
TBMM, Cumhuriyet’in ilanından sonra Haydarpaşa Garı Umum Müdürlüğü’ne Atatürk’ün yakın silah arkadaşlarından Behiç Erkin’i tayin etmişti. Behiç Erkin Ankara'dan İstanbul’a gelirken, içinde bulunduğu tren Gebze’de İngiliz Görevliler tarafından durdurulmuş ancak kendisine herhangi bir engel çıkartılmamıştı. İlerleyen zamanda anlaşılmıştır ki subay olan bu görevliler terhis olduktan sonra Demiryolları İdaresinde iş bulmayı umud etmekteydiler. Sadece Gar’ın görevdeki Umum Müdürü Alman uyruklu Bay Hügnen tren hattını işletmeyi Türkler’in bilmediğini, bu işi ancak kendisinin başarabileceğini söyleyerek Behiç Bey’in moralini bozmaya çalışmıştı. Ancak Behiç Bey bu davranışlara aldırmamış, kendisini TBMM nin buraya atadığını ifade ederek kararlılıkla görevine başlamıştı. Bu şekilde 25 Eylül 1923 tarihinde İngilizler’den geriye alınan Haydarpaşa-Gebze Hattı Behiç Erkin ve Ekibi tarafından çok ta başarılı bir şekilde işletilmişti.

Haydarpaşa artık Cumhuriyet’le içiçe olmuştur.

Bu tarihten sonra başta Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal olmak üzere yerli ve yabancı Devlet Büyükleri Ankara-İstanbul hattını sürekli kullanmışlardı.Tren uzun yıllar en tercih edilen ulaşım aracı olarak yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti Ankara ile eski Osmanlı Devleti’nin Başkenti İstanbul arasında en yoğun ilişkiyi kurabilmişti. Bu ilişki dolayısıyla da Haydarpaşa Garı’nda sık sık Cumhuriyetin Yetkilileri görünür olmuşlardı.


1950 li yılların sonları ilkokulda okuduğum yıllar idi. Bir Pazar günü Kadıköy’deki tüm ilkokulları Haydarpaşa Garı’nın önündeki meydanda toplamışlardı. Ankaradan İstanbula trenle gelmiş olan zamanın Başbakanı Adnan Menderes Gar’ın önündeki merdivenlerden inmiş, bizleri selamlayarak önümüzden geçmiş ve motor iskelesinde bekleyen tekneye binerek Avrupa Yakasına geçmişti. İlk defa bir Devlet Büyüğü’nü Haydarpaşa Garı’nda görmüştüm.

Çocukluğumda bu tip eski kamu binalarını Dünya’nın oluşumundan beri varmış gibi hissederdim. Bu binalar bana yüksek tavanlarından dolayı görkemli, içerilerinde hep görmediğim bir yer kaldığını düşündüğümden dolayı da gizemli gelirdi. Her biri içimdeki bir çocuktu sanki. Bu sebepten olsa gerek, bazılarının yanına onları küçük gösteren dev yapılar inşa edildiğinde, her seferinde içimdeki çocuklardan birinin öldüğünü düşünmüşümdür. Zira yeni yapılan yapılar yanlarındaki eski binaların görkemini de gizemini de yok ederlerdi.

Bazen çocuk başıma Haydarpaşa Limanı’na balık tutmaya giderdim. Her defasında elimdeki mantara sarılmış misinamla Gar Binası’nın içine girer, çeşitli süslemelerle bezenmiş yüksek tavanlarını hayranlıkla seyrederdim. Bugün yine o yüksek tavanlara aynı hayranlıkla bakarken hala var olduklarını düşünür ve içimdeki çocuklarla birlikte mutlu olurum.

Cumhuriyet’in ilanının 85. yıldönümüne yaklaştığımız bu günlerde Haydarpaşa Gar Binası bir Uluslar Arası Sempozyum’un flamaları ile kaplanmıştır.

İstanbul’da Sempozyum yapacak mekan yokmuş gibi bu tarihi binanın içine 4 adet salon yerleştirilmiş, rayların üzeri ise kapatılarak açık sergi alanlarına dönüştürülmüştü. Ve Gar 100 yıldır yaptığı görevine ara vermek zorunda kalmıştı. Tarihi Haydarpaşa Garı’nda gerçekleştirilen sempozyumun düzenleyicileri arasında İTÜ, ODTÜ, Süleyman Demirel Üniversitesi, Gaziosmanpaşa Üniversitesi gibi Üniversitelerimizin bulunması ise düşündürücü olmuştur.

Halbuki Haydarpaşa Garı, Cumhuriyet Bayramı’nı beklerken Cumhuriyet’in al bayrakları ile süslenmeli ve Cumhuriyet’in insanları ile içiçe olmalı idi.
ARİF ATILGAN Kadıköy Gazetesi 24-30Ekim 2008
SAHİLLERİN DOLDURULMASI

Aşağıdaki satırlar 2004 yılının Ocak ayına ait Mimarlara Mektup dergisinde ‘Çifte Havuzlarda Büyük Kulüp Marinası’ başlıklı yazımdan alıntıdır. Buraya aldığım bölümde Büyük Kulüp ile ilgili kısımlar çıkarılmış, nokta nokta gösterilmiştir:

1970'1i yıllar köyden kente göçün çoğalması ile dikkatleri çekmiştir. Taşı toprağı altın olarak nitelendirilen İstanbul, bu göçten en fazla nasiplenen kentimiz olmuştur. 1960'lı yılların sonuna kadar bir milyonu geçmeyen İstanbul nüfusu, 1970'1i yılların ortalarında 1,5-2 milyona doğru sıçrayınca akla gelmeyen birçok sorun ortaya çıkmıştı. Bu sorunlardan bir tanesi de plajların halka yetmemeye başlamasıdır.
İnsanlar, denize girmek için özellikle hafta sonları kent dışına çıkıyordu. Her tarafı deniz olan kentte halk, denizi, iskele kenarlarından görebilir hale gelmişti.
Halkı denize kavuşturmak için Anadolu yakasının Kadıköy-Tuzla arası doldurularak kilometrelerce uzunlukta bir sahil şeridi elde etmek düşünüldü. Burada piknik ve park alanları, yürüyüş yolları, balık tutma terasları, denize girilecek kıyılar, halkın sahip olabileceği küçük tekneler için tekne barınakları oluşturulacaktı.
Doğaldır ki, böyle bir amaçla da olsa denizin doldurulmasının kentimiz için çok önemli riskleri vardı Aşağıda sıraladığım bu riskler göze alındı ve maalesef hepsi de oluştu.
1. Doğa katledilecekti, edildi: Bu amaç için doldurulan molozun çamuru, Marmara Denizi'nin büyük bir bölümünü etkiledi. Denizin dibini kaplayan bu tabaka, eskiden ıstakoz tutulabilen bu denizde yıllarca balık bile çıkmamasına sebep oldu.
2. Coğrafya yok edilecekti, edildi: Bu kıyılarda, bugün bile kara tarafına bakıldığında fark edilebilecek küçük koylar, burunlar vardı. Bunların hepsi yok olduğu gibi sahil adeta cetvelle çizilmiş bir şekle sokuldu. Ayrıca İstanbul'un tek falez kıyı örneği olan Moda ve Salacak kıyılarında artık bu görüntü hissedilemez hale geldi.
3. Yalılar yok olacaktı, yok oldu: Yalı, parselinin en az bir cephesi denizle sınır olan yapılara denir. Bu yapıların önü toprakla doldurulunca hepsi bir anda bahçeli eve dönüştü. Dolayısıyla İstanbul'un olmazsa olmaz özelliklerinden biri olan yalılar, yok edilmiş oldu.
İstanbul için Haliç, Boğaz, Ayasofya vb ne derece önemliyse, yalılar da o derece önemlidir. Yalıların yok olması, bu değerlerin yok olması kadar önemli bir olaydır.
4. Bu dolgu alanı başka yerlere kötü örnek olacaktı, oldu: Başta İstanbul’un diğer kıyıları olmak üzere Türkiye’nin hemen her yerinde bu tip çalışmalar yapıldı.
Tüm bu risklere karşın milyonu bulan bir insan kitlesi, denizle buluşturulmak isteniyordu. İstanbul’da doğup denizi görmeyen insanlar oluşuyor, İstanbullu denizden kopmaya başlıyordu. İşte doğruluğu yanlışlığı bugün bile tartışılabilecek bu amaç için bütün riskler göze alınıp sahilin doldurulmasına karar verildi ve 1980 li yıllarda işe başlandı.
20 yılı aşkın bir süredir sahilde dolgu, kazı, düzenleme, künk döşeme gibi birçok inşaat faaliyeti devam etti. Bugün artık işler derlenip toparlanıyor. Ayrıca bu sahilde kanalizasyon atıkları için bir arıtma tesisi yapıldı ve kanallar bu tesise bağlandı. Her ne kadar fiziksel arıtma yapacak olan bu tesis ‘kimyasal arıtma yapsa daha iyi olurdu’ diye eleştirilse de önümüzdeki yıl deniz eskisi gibi pis ve kokulu olmayacaktır. Artık önümüzdeki yaz halkımız bu sahili kullanabilecektir.
İşte tam bizler bu alanı kullanmayı hayal ederken, buralar bazı etkin kurum ve kişilere tahsis edilmeye başlanmış.
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………
Ancak görülüyor ki halkımız kendi için yapılan bu sahillere sahip çıkmazsa, yakın bir gelecekte çeşitli tahsislerle deniz kıyısı kapanacaktır. Yani denizle İstanbulluların arasında yine bir duvar örülmüş olacaktır.
İstanbul halkı, bu konuda önce bilgilenmeli sonra bilinçlenmelidir. Gerek STK ları ile kurum olarak, gerekse kendileri birey olarak sahillerine sahip çıkmalı, yasal ortamda yapılabilecek her şeyi yapmalıdırlar.
ARİF ATILGAN 2004 Ocak Mimarlara Mektup


YALOVA’DA 3 BEYAZ VİLLA

İşaretli yerdeki üç parsele üç villa yapıldı. Sondaj ile zemin etüdleri yapıldıktan sonra ruhsat başvurusu yapıldı ve ruhsatlar alındıktan sonra inşaata başlandı.

                                      Önce arsalara hafriyat yapılacak alanlar çizildi.


                     50 Cm taş döşendikten sonra radye temellerin altı için beton döküldü.

                                 Radye temellerin donatısı döşendi ve betonlar döküldü..


                                         Betonlar dökülüp katlar çıkıyor.

Tuğlalar örülürken bahçe duvarlarının temellerinin betonları dökülüyor, bodrum katın yalıtım işleri ve drenajlar yapılıyor.

Bahçe duvarları da perde beton olarak dökülüyor. Evlerin sıva, yalıtım işlerine başlanıyor.

                                          Teras Çatı yalıtım işleri yapılıyor.

                    Mantolama çalışmaları, camlar, tesisatlar, parkeler, boya işleri yapılıyor.

                                        Mutfak, banyo vs iç işler yapılıyor.

                                          Dış cephe boyası yapılıyor.

3 Villa ortaya çıkıyor. Villalar, birbirinin manzarasını kesmemesi için, teras çatılı yapılıyorlar. Isınma, güvenlik, merdiven inşaatı maliyeti ve yer kaybı vs sebeplerinden  Bodrumlara içerden bağlantı kurulmuyor. Dışardan bağımsız girişleri oluyor.                    
                         
                               
                                          

1 No lu VİLLA. (Arif Atılgan)
Bodrum Kat:95M2
Zemin Kat  :95M2
Arsa 430M2
İmar Hakkı: Bodrum, Zemin, 1.normal, Çatı Katı.  Emsale giren girmeyen alanlarla 500M2yi buluyor. Yaşayacak olan karı kocanın talep ettiği ihtiyacı kadar yapıldı. Merdiven kullanılmaması, konut alanının tamamının hissedilmesi için yatma ve yaşam mekanları aynı katta düşünüldü.

                    
                                                    Plan

                                          1 Nolu villanın dışarıdan görünüşü.

Salonun ön cephesi ve iki yanda 1.50MT mesafe tamamen cam.  Manzaranın tam görünmesi için balkon korkulukları şeffaf cam. Balkon oda ölçüsünde.

Tavan spotları her mekâna özel tasarım.Manzarayı görmek için yemek bölümü oturma bölümünden iki basamak yukarı kotta.

Oturma gurubu sedir usulü. Yatak odalarındaki yataklar da öyle. Evde koltuk, kanepe, karyola gibi hareketli mobilya yok.

                                      Oturma bölümünde yerler özel üretim beyaz parke.

                                       Açık mutfakta davlumbaz eski usul doğal.

Portmanto ve yatak odası arasında kalan küçük alan okuma-dinlenme yeri. İstenirse dikey jalûzi ile kapatılıp oda olabiliyor.

                                  Yatak odasındaki yataklar da sedir usulü. Karyola yok.

                                        Bodrum kat resim mimarlık atölyesi.

Bahçe 1-2 yıl sonra kendini gösterecek. Havuz evcil ve yabani hayvanların su içebilmeleri için kaşık gibi yapıldı.




2 No lu VİLLA. (Neşe Atılgan)
Bodrum Kat:95M2
Zemin Kat  :95M2
Arsa 430M2
İmar Hakkı: Bodrum, Zemin, 1.normal, Çatı Katı. Emsale giren girmeyen alanlarla 500M2yi
buluyor. Yalnız yaşayacak olan tek kişinin talep ettiği ihtiyacı kadar yapıldı. Merdiven kullanılmaması, konut alanının tamamının hissedilmesi için yatma ve yaşam mekanları aynı katta düşünüldü.

                   
                                                           Plan

                                                        2 No lu Villanın görünüşü.

                                                        2 No lu Villanın içerden görünüşü.




3 No lu VİLLA. (Nihat Atılgan)
Bodrum Kat:36M2
Zemin Kat  :43M2
Arsa 430M2
İmar Hakkı: Bodrum, Zemin, 1.Normal, Çatı Katı. Emsale giren girmeyen alanlarla 500M2yi buluyor. Yalnız yaşayacak tek kişinin talep ettiği ihtiyacı kadar yapıldı. Merdiven kullanılmaması, konut alanının tamamının hissedilmesi için yatma ve yaşam mekanları aynı katta düşünüldü.

         
                                                                                         Plan

                      
                                      3 No lu Villa görünüşü.
      
                      
                                      3 No lu Villanın içerden görüntüsü.




SONUÇ:
                                  İlk fotoğraftaki boş alanda artık üç beyaz villa var.








27 Ekim 2015 Salı

KUMLAR VE ÇAKILLAR
Arif Atılgan

Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir gazete haberinde, Trakya’da yapılan 3. Havaalanı için Karadeniz’den kum temin edileceği yazıyordu. Havaalanı inşaatında drenaj ve filtre amaçlı kullanılacak olan kumlar 5 adet Deniz Kumu Ocağından elde edileceklermiş. Bu ocakların ikisi Çatalca Celepköyde diğerleri Çatalca Ormanlı Köyü, Arnavutköy Balaban ve Yeniköylerde olacakmış. Kıyıdan 1 Km uzaklıktaki ocakların her biri 20 hektarlık bir alanı kaplayacakmış. Toplamı 100 hektar olan sahaların her birinden yılda 1 milyon ton yani 828.500 m3, beşinden yılda 5 milyon ton yani 4 milyon m3 ü aşkın kum üretilecekmiş. Proje süresi 5 yıl olduğuna göre toplam 25 milyon ton yani 20 milyon m3 ü aşkın kumun denizden inşaat sahasına taşınacağı belli olmaktadır. Yapılacak işin detayları da, anlatılan konu da beni olumsuz anlamda çok etkiledi.

                                                     Projenin Şeması

1970 li yıllarda mimarlık yanında inşaatçılık da yapıyordum. O yılların inşaatçılarının en beğendiği çakıl-kum Karadeniz’de Podima açıklarından çıkarılan cinsti. Ancak kısa sürede Podima’da çakıl kalmamıştı. Bu sefer Marmara denizine yüklenilmişti. Herkesin gözünün önünde denize açılan kum-çakıl tekneleri vinçlerle denizden çıkardıkları kum-çakılı deniz kıyısındaki depolarına getiriyorlardı. Malzemeler oralardan da inşaatlara gönderiliyordu. Hep düşünürdüm bunun sonu ne zaman gelecek diye. Nitekim bir süre sonra Marmara’da kum-çakıl bitmişti ki gelen malzemenin içinde bol miktarda midye kabuğu vs çıkmaya başlamıştı. Denizin, doğanın kendi ürettiği kum çakıl tüketiliyordu.

                                                      Podima Çakılı

1980 lerde kıyılar doldurulmaya başlandığında bu konu daha da fazla canımı sıkmaya başlamıştı. 2004 yılında bu konuyla ilgili http://atilganblog.blogspot.com.tr/2015/10/sahillerin-doldurulmasi-asagdakisatrlar.html yazısını yazmıştım. İlk önce Kadıköy’de başlanan kıyı dolgu çalışması daha sonra İstanbul’un,  Marmara’nın ve Türkiye’nin birçok kıyısında yapılmaya devam etmişti. Çok bakımdan yanlış bir uygulama olan kıyıların doldurulup alan elde edilmesi işi için doğanın milyonlarca yılda ürettiği kum-çakıl hoyratça yok ediliyordu.

Sonraki yıllarda beton fabrikalarında kullanılan agreganın taştan üretildiğini öğrendiğimde doğadaki kum-çakılın artık tüketilmemesine sevinmiştim. Ancak tüketim miktarı artınca aynı tehlikenin doğal malzeme olan taş için de geçerli olduğunu bilmek gerekir.

Günümüzde, dikkatsiz kullanıldığından oldukça azaldığı görülen doğal malzemelerin artık tüketilmemeleri gerekir. Onların yerine geçecek malzemeler üretilmelidir. Örneğin: Kum-çakıl yerine Kentsel Dönüşüm amacıyla yıkılan binaların molozları değerlendirilebilinir sanırım. Kaba malzemeler ufalanarak yeni bir ürün elde edilebilinir. Hele drenaj filtre gibi amaçlar için bu şekilde elde edilen malzeme çok rahat kum-çakıl yerine kullanılabilinir.

Bu konuda Dubai de yapılanlar örnek gösteriliyor. Dubai’de yapılan uygulamada bir yerden çekilen kum başka bir yerde yine denizde kullanılmış. 3. Havaalanında denizden çekilecek kum, karada kullanılacaktır. Drenaj amaçlı olduğundan zemin altında tamamen yok olacaktır. Ayrıca başka yerlerde yapılanlar kesinlikle doğrumudur?

Doğadaki iri kayalar çatlaklarına giren suların donarak hacimlerinin genişlemesiyle veya başka doğa olaylarıyla parçalanmaktadırlar. Küçük kayalar rüzgar, yağmur etkisiyle ufalanarak çakıl-kumları oluşturmaktadırlar. Ancak bu olay milyonlarca yılda olur. Doğada bu kadar uzun sürede gerçekleşen kum-çakılın korunması gerekmez mi?

Denizlerde, akarsularda, çöllerde bulunan kum-çakıla hiç değilse bundan sonra değeri verilmelidir. Bugüne kadar büyük bir değer bilmezlikle hoyratça harcanan kum-çakılın kıymeti bilinmelidir. 50 yıl önceki kıyılarımızla bugünkü kıyılarımızın fotoğrafları karşılaştırıldığında kaybolan kumluk çakıllık plajlarımızın miktarının fazlalığı görülmektedir.

Bodrum’da Sedir Adasının Kleopatra Plajındaki kumsalın çok değerli kumunu korumak için alınan sıkı önlemleri gördüğümde şaşırmış ama mutlu olmuştum. Kleopatra Plajında kumsala basılmıyor. Sadece denize giriliyor. Plajdan çıkarken denizdeki kumlardan üzerinizde kalma ihtimali olanlar için de kesinlikle duş alınıyor.

                                                      Kleopatra Plajı

Podima’nın kalan çakılları günümüzde dekorasyon amaçlı kullanılmaktadır. Tüketimin artmamasını dilerim. Gerek denizlerimizde gerekse akarsularımızda hızla tüketildiği için azalan kum-çakılları bir gün Kleopatra Plajındaki gibi korumak gerekmez umarım. 
ARİF ATILGAN EKİM 2015

17 Ekim 2015 Cumartesi

BAĞDAT CADDESİ
Arif Atılgan

Osmanlıdan önce de sonra da Üsküdar önemli bir yerleşim yeri olmuştur. Zira Avrupa yakasına en yakın nokta olup buradan karşı kıyıya geçildiğinde Konstantinopolis’e sonraki adıyla İstanbul’a ulaşılıyordu. Bu sebepten Anadolu yakası uzun yıllar Üsküdar’a gidilen yol olarak kullanılmıştır.

Osmanlı ordusu Anadolu’ya sefere çıkacağı zaman Padişah, Üsküdar’dan Ayrılıkçeşmesi’ne gelir Haydarpaşa Çayırında hazır olan ordusuyla yola çıkardı. Kâbe’ye gidecek hacı kafileleri de aynı yolu takip ederlerdi. Üsküdar-Ayrılıkçeşmesi arasındaki yola Tören Yolu denirdi.

Ayrılıkçeşmesi’nden sonraki yol 1638 yılında 4. Muradın Bağdat seferine çıkışından itibaren Bağdat Yolu adını almıştır. Yolda Selamiçeşme, Çatalçeşme, 2. Mahmud Çeşmesi gibi namazgâhlı çeşmelerin bulunması bu noktaların mola, toplanma, kafileye katılma yerleri olarak kullanıldığını belli etmektedir. Tarihteki adı Bağdat Yolu olan yola Bağdat Caddesi adı 1934 yılında Pendik’e kadar olan kısmı için konmuştur. Bugün Cevizliye kadardır. Ancak Bağdat Caddesi olarak ünlenmiş olan mesafe caddenin Kızıltoprak-Bostancı arasındaki 6 Km lik kısmıdır.

                                                      Bağdat Caddesi

Cadde, Bostancıda tren yolunun altından kara tarafına geçtikten sonra hemen sağa sapar, tren yolu kenarından devam eder, Küçükyalı İstasyonunun yanından minibüs caddesine çıkar. Minibüs caddesi yok iken kullanılan bu kısa mesafe esas Bağdat Yoluna aittir. Tabelasında da Eski Bağdat Yolu yazar. Daha sonra yol tren yolu altından minibüs caddesine bağlanmıştır.

                                                  Küçükyalı’da Eski Bağdat Yolu

1851 yılında Şirket-i Hayriye kurulduktan sonra seyrek de olsa Kadıköy’e vapurun gelmesi bu yakada yerleşimler olmasını heveslendirmiştir. Daha sonra 1872 de Haydarpaşa’dan Pendik’e kadar ray döşenmiş tren çalışmaya başlamıştır. Trenden sonra yeni yerleşenler olmuştur. Bu tarihlere kadar arazi durumunda olan Bağdat Caddesi etrafında tek tük evler görülmektedir. Ancak buradaki esas yerleşim 1800 lerin sonlarından itibaren gözükmeye başlamıştır. 2. Abdülhamid döneminin saray ileri gelenleri çevrede araziler alarak köşkler yaptırmaya başlamışlar. Her yerde olduğu gibi onların ardından ticaretle uğraşan kesim de burada yaşamaya başlamış.   

1920 li yılların sonuna kadar Kadıköy’de halkın piyasa ve eğlence yeri Kuşdili Çayırı idi. 1930 larda alafranga eğlence popüler hale gelmiş, insanlar Mühürdar’da, Belvü’de açılan gazinolardaki ve Kalamış Todori Meyhanesinin bahçesindeki dans pistlerine gitmeye başlamışlardı. Daha sonra Moda’ya da giden insanlar artık deniz kıyılarındaki mekânlarda zaman geçirmeye başlamışlardı.

1928 yılında Anadolu yakasına elektrikle birlikte tramvay da gelmişti. 1930 lardan itibaren Bağdat Caddesindeki Kadıköy-Bostancı tramvayı, gidiş geliş iki hat olarak çalışıyordu. Ulaşım kolaylığı Bağdat Caddesi etrafını yapılaştırıyordu. 1930 larda Kadıköy Çarşı, Yeldeğirmeni, Moda’daki yerleşimler bile sayfiye ağırlıklıydı. Dolayısıyla Kızıltoprak sonrasındaki Bağdat Caddesi çevresi de sayfiye olarak kullanılıyordu.
  
                                        1930 larda Bağdat Caddesinde Selamiçeşme

1950 lerde çevreye 3 kat imar gelmesi eski köşklerin yanı sıra yenilerinin yapılmasını sağlamıştır. Daha sonraki yıllarda imar durumu 4-5 kata çıkarılmıştır. Bağdat Caddesi 1960 larda nam kazanmış, Kadıköylülerin piyasa yeri olmaya başlamıştır. Buranın 1960 larda namlaşmasının sebebi yüzlerce yıllık hikâyesi, kalan köşkleri, yeni inşa edilen apartmanlarıdır. Yeni yapılan apartmanlar buraya özel olmuş, caddenin ün kazanmasına katkıda bulunmuşlardır. 1965 yılında Kat Mülkiyeti Kanunu ile Kadıköy’de de kat karşılığı inşatçılık başlamıştı. 1966 yılında tramvay kaldırılmıştı. Bu yıllarda İstanbul Belediye'sinde Nazım Plandan sorumlu daire başkanı Mimar Aron Angel'dir. Buradaki geniş kaldırımlı, az katlı ferah düzeni O getirmiştir. 

                                              1960 larda Bağdat Caddesi

1970 lerde Bağdat Caddesi hızla eski köşklerin yıkılıp yeni apartmanların yapıldığı bir döneme girmiştir. 1980 lerde yapılaşma patlamış, sahillerin doldurulup yalıların önüne yol yapılmasından sonra çevre sayfiye-yazlık özelliğini yitirmiştir. Aynı yıllarda caddenin trafiği tek istikametli hale gelmişti.

1990 larda caddenin esas kalabalık yeri Şaşkınbakkal-Caddebostan arası idi. Zaman geçirilen pastaneler de bu arada bulunuyorlardı. Caddebostan’dan sonra Göztepe’ye kadar ortalık tenhalaşır Göztepe’den sonra oldukça sakin hale gelirdi. Diğer istikamette ise Şaşkınbakkal’dan Suadiye’ye kadar ortalık tenhalaşır Suadiye’den Bostancı’ya kadar oldukça sakin hale gelirdi.  O yıllarda en kalabalık kısım olan Şaşkınbakkal-Caddebostan arasındaki binaların bile bazılarının zemin katları dükkân değil konuttu.

2000 ler Bağdat Caddesinin Cadde adıyla anıldığı, kafeler ve restoranlarla dolduğu yıllardır. 2010 lu yıllarda 1999 depremine önlem olarak Kentsel Dönüşüm düşünülmüş caddedeki binalar tek tek yıkılıp yerlerine yenileri inşa edilmeye başlanmıştır. 

                                             Günümüzde Bağdat Caddesi

1960 lı yılların ilk yarısında mimarlık öğrencisi değilken, ikinci yarısında mimarlık öğrencisiyken Bağdat Caddesi çevresinde gezerek özellikle süs havuzlu köşkleri izlemekten keyif alırdım. O yıllardan başlayarak bu köşkler tek tek yıkılıp yerlerine apartmanlar yapıldı. İddia ediyorum köşkler kalsaydı yerlerine yapılan apartmanlardan daha değerli olurlardı.

Caddenin kuzeyindeki diğer yol da Minibüs Yoludur. 1930 lardan itibaren ama ağırlıklı olarak 1950 lerden itibaren Bağdat Caddesi ile Ankara Yolu (E5 daha sonra D100) arasındaki büyük mesafede yerleşimler olmuştu. Dolayısıyla iki caddenin arasında yaşayan vatandaşların ulaşım ihtiyacı minibüslerle giderilmişti. Minibüs Yolu 1970 lerde bahçelerden taşan ağaç dallarının otobüslere çarptığı daracık köy yolu durumundaydı. Bağdat Caddesinden bu caddeye doğru hızla gelişen yapılaşma dolayısıyla buraya ortası refüjlü gidiş geliş bulvar şeklinde cadde planlanmıştı. Sonraki yıllarda bu plan gerçekleştirildi.

Kent topraklarının her tarafı değerli hale gelmiştir. Kadıköy’ün de öyle. Bundan böyle bazı bölgelerin daha değerli olması o bölgenin tarihiyle, geçmişinin hikâyesiyle ilgili olacaktır. Bu sebepten tarihi değeri olan çevrelerde koruma esaslı çalışmalar yapılmalıdır. Canlandırma, yenileme gibi çalışmalar bu tip semtlerin kimliğini yok etmektedir. Örneğin tarihi bir semt olan Yeldeğirmeni’nde yapılanlar çok güzel bir kadının yüzünün çok güzel fotoğrafına yine çok güzel sakal-bıyık-gözlük çizilmesi gibidir. Bağdat Caddesinde yapılan ise eski çok güzel kadını tamamen yok edip yerine yeni “güzel” kadın koymak gibidir.

Bugün Bağdat Caddesinde Kentsel Dönüşüm dolayısıyla buraya özellik veren binalar tek tek yıkılmakta yerlerine yenileri inşa edilmektedir. Bağdat Caddesi kendine özellik katmış binalarını korumazsa herhangi bir cadde gibi olacaktır. O zaman aynı tip binaların inşa edileceği Minibüs Caddesi daha geniş olması sebebiyle Bağdat Caddesinin önüne geçebilecektir. Hatta belki de Fikirtepe hepsinin önüne geçecektir.

Bağdat Caddesindeki binalarıyla tanınan Mimar Melih Koray’a küçük bir paragraf açalım. Çeşitli kurumlar kendilerine yakın mimarları ve eserlerini ön plana çıkarıyorlar. Hepsine saygı duyuyorum. Ancak Melih Koray’ın mimarlığı coşkulu, diğerlerinden başka türlü. Donuk, alışılmış, gri değil. Bunun için de halk tarafından beğenilip satın alınmış. Gelecek yıllardaki kuşaklar, Ona yaşarken hak ettiği değeri vermeyen kuşak olduğumuz için bizleri eleştireceklerdir. Melih Koray’ın hiç değilse Bağdat Caddesine kimlik kazandıran binalarını korumamız, arşivlememiz gerekirdi.

                                                   Melih Koray Binası

Paris’in Champ’s Elysee Caddesini övenlere ben hep Bağdat Caddesinin daha güzel olduğunu iddia etmişimdir. Champ’s Elysee Caddesinin korunuyor, Bağdat Caddesinin korunmuyor olması üzüntü vericidir.

Zamanla kentte değişimler olabilir. Ancak kentin hafızası yok edildiğinde kişiliksiz hale geleceği bellidir. Her yeni şey gibi yenilenen çevre hoşa gidebilir hatta marka olabilir. Ancak yine her yeni şey gibi bu görüntü eskir ve tükenir.
ARİF ATILGAN Ekim 2015

11 Ekim 2015 Pazar

FENERBAHÇE OLAYI
Arif Atılgan

3 Temmuz sürecini en iyi özetleyen cümle Fenerbahçe Başkanının bir duruşmada söylediği cümledir: ‘Ne şikesi, memleket elden gidiyor.’

3 Temmuz 2011 sabahı Türkiye şok haberle uyanıyor. Aralarında Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın da bulunduğu futbol camiasının önemli isimleri şike suçundan hapse atılıyorlardı.  Ülkenin tartışmasız en büyük camiası ve başkanı şike yapmakla suçlanıyordu. Bu durumun adeta bir darbe etkisinde olduğu belliydi. Bir şeyler sınanıyordu.
  

O tarihten sonra tüm medyada kendilerine gazeteci ve yorumcu diyen kişiler her gün Fenerbahçe’yi ve Başkanını didik didik ediyorlardı. Bir yerlerden birtakım bilgiler elde edip vıcık vıcık saatlerce konuşuyorlardı. Bizim canımızı acıtan bunların içinde çocukluğumuzdan beri hayranlık duyduğumuz eski futbolcularımızın da bulunmasıydı. Yabancı futbolcularına istenen hapis cezaları kulüpten gitmelerine sebep oluyor, yerli oyuncular bile dağılıyordu. Kupayı Fenerbahçe'den almak için çok ince ayarlı bir çalışma yaptıklarından  bahsedenler oluyordu.

Fenerbahçe Denizli’de, İstanbul’da iki defa son maçlarda şampiyonluğu kaçırmıştı. Bu maçlar olağanüstü oynanan maçlardı. Son maçta şampiyonluk kaçırdığı 3. maçı ise şike olayının olduğu sezonda kendi sahasında Galatasaray’la yapacaktı. Galatasaray'ın hocasının cezası o maç için affediliyor, hakem olarak kolay kart gösteren hakem atanıyordu. Sonuç olarak Fenerbahçe şampiyonluğu kaybediyordu. Sözüm ona “ezeli rakip, ebedi dost” ısrarla şampiyonluğunu o sahada kutlamak istiyor, kutlatılıyordu. Oysa bugün, Galatasaray daha geçen hafta Trabzon’da galip geldiği maç sonrası ‘Sahada sevinmeyelim ayıp olur’ diyordu.

Günümüzde yorumcular, futbol lobisinin gösterilmek istendiği gibi Fenerbahçeli değil aksine Galatasaray ve Trabzonlu olduğunu söylüyorlar. Bunu anlamak için şimdiye kadar ki tüm milli takım hocalarına bakılması yeterlidir diyorlar.

Fenerbahçe ısrarla ‘Bizi küme düşürün’ diyor ama düşürülmüyordu. Çünkü ligin ekonomisi çökerdi o zaman. Fenerbahçe camiası birlik olmuş, taraftarlar cep mesajıyla kulübüne ekonomik yardım etmiş, karşısındakileri kahredercesine hep Aziz Yıldırım’ı başkan seçmişti. Bilinmiyordu ki burası Fenerbahçe cumhuriyetidir. Camia oyuna gelmemiş, Fenerbahçe için hapse giren başkanına sahip çıkmıştı. 

Bu dönemde rakiplerden özelikle sözüm ona "Ezeli rakip, ebedi dost" lardan beklenen, Fenerbahçe’ye sahip çıkmak O’na yapılanın kendilerine yapıldığını kabul ederek davranmaktı. Yapmadılar. Fenerbahçe yapardı.

9 Ekim 2015 tarihinde bu süreç Fenerbahçe’nin galibiyetiyle son buldu. 3 Temmuz 2011 den beri Fenerbahçe’nin aldığı tüm mağlubiyetler galibiyetidir artık. Ama insanlar futboldan soğutuldu. Büyük maçlar bile boş tribünlere oynanır hale geldi.

Camia, ekranlarda Fenerbahçe’ye saygılı konuşan rakiplerin yorumcuları ile Aziz Yıldırım’ı ziyaret eden rakip yöneticilerini ayrı bir yere koyacaktır. Diğerleri ise layık oldukları yerlerde kalacaklardır. Fenerbahçeliler layık olanların programlarına gitmişler ve gideceklerdir.

Fenerbahçe’yi haksız yere yurt dışına göndermediler. Şimdi başkaları ekonomik sebeplerden gidememe tehlikesi yaşıyorlar. Karadeniz Bölgesinde, takım otobüsündeki Fenerbahçe kafilesi en yüksek yöneticisinden malzemecisine kadar topyekûn yok edilmek istendi. Unutuldu, herhalde meczuba bağlanır. İstanbul’da iki oyuncusuna kurşun sıkıldı. Unutuldu. O da yorgun kurşuna bağlanır biter gider. Yaşadığımız tüm süreçten anlaşılan şudur ki eğer adil davranılsa, Türkiye’de futbol Fenerbahçe ve diğerleri şeklinde oynanır.

Bugün bilgi getiren gazeteciler hapiste, özel mahkemeler tarihte, savcılar yurt dışında, yorumcular ise artık evlerindedir. Yönetici sıfatı biten rakip yöneticiler kendi camiaları tarafından dışlanmaktadır. Fenerbahçe ise dimdik ayaktadır. Tüm Fenerbahçeliler camialarıyla gurur duymaktadır. Son sözü Fenerbahçe Başkanı çok önce söylemiştir: ‘Darağacında bile olsak son sözümüz Fenerbahçe olacaktır.’
ARİF ATILGAN Ekim 2015


9 Ekim 2015 Cuma

CİHANGİRLEŞEN YELDEĞİRMENİ
Arif Atılgan

Medyada Yeldeğirmeni’nin Cihangirleştiği yer almakta, semtin olumlu anlamda geliştiği vurgulanmaktadır. Bu çeşit haberlerde birkaç yıl öncesine kadar Yeldeğirmeni’nin sokaklarında yürümenin ürkütücü olduğu anlatılıyor. Avrupa yakasından da zaman geçirmeye gelenlerin olduğu belirtilen semtteki bu değişim ile bir süre sonra Yeldeğirmeni’nin İstanbul’un marka semti olacağı yazılıyor.

Hâlbuki Ben çok önceleri olumsuz anlamda semtin Cihangirleşeceğini, buradaki uygulamanın “soylulaştırma” olduğunu yazmıştım. Yine olumsuz anlamda yazdığım CANLANAN YELDEĞİRMENİ http://atilganblog.blogspot.com.tr/2015/05/canlanan-yeldegirmeni-arif-atlgan.html yazımda marka semt yaratma çabasından bahsediyordum. Belli ki bazı yayınlar yaptıkları haberin bilgisine sahip değiller.


Yeldeğirmeni gerçek bir semt iken, üstelik tarihi bir semt iken durup dururken buraya Canlandırma Projesi yapılmıştı. Defalarca Koruma Projesi yapılmalı diye yazmama rağmen Canlandırmada ısrarlı olunmuştu. Önce semte 100 civarında resim atölyesi getirilmişti. Bu şekilde semtin elitleştiği mesajı veriliyordu. Sonra bir boya firmasıyla anlaşılmış cepheler tiyatro dekoru gibi boyanmıştı. Sözüm ona semtte yaşayanlar mutlu ediliyordu. Daha sonra sokaklar kazılmış alt yapı elden geçirilmiş yollara taş döşenmişti. Ancak o safhada bu işlerin orada yaşayanlara değil sonradan semte gelecek olanlara yapıldığını anlatıyordum. Hatta cadde kenarındaki kaldırımların genişletilmesinin sebebinin gelecek kafelerin masalarını koyabilmek için yapıldığını da Eski Bir Yeldeğirmenliye Mektup yazımda yazmıştım http://atilganblog.blogspot.com.tr/2015/06/kent-mektuplar-eski-biryeldegirmenliye.html. Semtteki, Kadıköy’ün günümüze kalmış en eski sinema binası olan tescilli eser Özen Sineması da kaçak tadil edilmişti. Sinemalıktan çıkarılan binada ayrı bir eleştiri konusu olan TAK çalışması yapılıyordu. TAK’da Kadıköy tasarlanıyordu. TV dizi, film çekimleri, etkinlikler, duvar resimleri vs yapılıyor, semt tanıtılıyor, reklamı yani pazarlaması gerçekleştiriliyordu. Daha sonra bir anda herkes semtte kafe açmaya başladı. Sonunda tarihi semt semtlikten çıkarılmış, adeta plato gibi kabul edilerek eğlence merkezine döndürülmüştü.

Canlandırma Projesi uygulanırken zaman zaman semtte yaşayanlarla toplantılar yapılarak yapılan işler güya onlara danışılmıştı. İş bittikten sonraysa esnafla toplantılar yapılmaya başlanmıştı. Çünkü: Artık yaşayanlara ihtiyaç yoktu. Zaten onlara danışılarak yapılan uygulamalar da onlar için değil sonradan gelecekler için yapılıyordu. Semtte yaşayanlar bu durumu ancak proje bittikten, yani iş işten geçtikten sonra anlayabilmişlerdi.   

Medya haberlerinde vurgulanmak istenenin aksine Canlandırma Projesi çalışması başladıktan sonra semt ürkütücü hale gelmiş, fuhuş yerleri açıldığı duyulmaya başlanmıştır. Proje uygulaması bittikten sonra ise semt, mahalle sakinlerinin gece sokaklarında yürüyemediği, evlerinde uyuyamadığı haldedir.

Bugün artık Yeldeğirmeni, eskilerin yaşayamayacağı bir hale bürünmüştür. Kiralar yükselmiş kiracılar gitmek zorunda kalmışlardır. Yaşam pahalı hale gelmektedir. Ev sahipleri buradaki evlerini yüksek meblağ ile kiralayıp daha ucuz kiralı semtlere taşınmaya başlamışlardır. Ancak ticarette bir kural vardır, alacak ile borç ödenmez. Alacağınız kirayı alamazsanız kendi kiranızı ödeyemezsiniz. Sonunda daha önce defalarca uyardığım şey olacak evlerini satarak yıllardır yaşadıkları semtlerini terk edeceklerdir.

Bugün resim atölyeleri yok olmaktadır. Kiralar yükseldiği için semti terk etmek zorunda kalmışlardır. Onlar, Canlandırmanın ilk basamağı olarak kullanılmışlardı. Bugünkü kafeler de aslında son basamak olarak kullanılmaktadırlar. Hedef Haydarpaşa Projesidir. Haydarpaşa Projesi gerçekleştiğinde bugünküler de yerlerini yenilere terk etmek zorunda kalacaklardır. O zaman Yeldeğirmeni bir bardak çayın 10-15TL ye içildiği çevre haline gelecektir. Zira çok daha yüksek gelirli insanlar buralarda yaşayacaklardır.

Bu yazdıklarım Kadıköy Tarihi Çarşı ve Moda için de geçerlidir.

Haydarpaşa Projesinden aynı şekilde etkilenmesi gereken Üsküdar korunmuştur. Üsküdar’ın Haydarpaşa’ya en yakın yerleşimi olan Selimiye’ye gidildiğinde bozulmayan mahalle yapısı hissedilir. Kadıköy korunamamıştır, korunmamıştır. Gelişmelerden belli olmaktadır ki Kadıköy ilçesinin tamamı yeme-içme-eğlenme fonksiyonlu kırmızı lekeli bölge olarak düşünülmüştür.

Kent mücadelesi yapanların özellikle Haydarpaşa Projesine karşı çıkanların öncelikle Yeldeğirmeni, Kadıköy, Moda’da yapılanlara karşı çıkmaları gerekir. En azından TAK’a itiraz etmeleri, Özen Sinemasının eski haline getirilmesini sağlamaları beklenir.

Yeldeğirmeni semti, ufuktaki güneşin batışı gibi gözümüzün önünde santim santim yok olup gitmektedir. Mahalle yapısının bütün ışığı ve rengiyle..
ARİF ATILGAN EKİM 2015