28 Haziran 2014 Cumartesi


DÖNÜŞEN BEYKOZ
Arif ATILGAN 

Eski tarihlerde Beykoz, beylerin ve padişahların av köşklerinin bulunduğu bir çevre olarak göze çarpmaktadır. MÖ 700’lü yıllarda burada yaşayan Trakların kralının adıyla Amikos olarak anılan Beykoz, 1402 yılında Yıldırım Bayezit tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. Bu tarihten sonra ise Kocaeli beylerinin ikamet etmesi dolayısıyla, “beylerin köyü” anlamında, “bey” ve Farsça “köy” demek olan “kos” kelimelerinin birleşmesiyle “Beykos” adını almıştır. “Beykos” daha sonra “Beykoz” olarak dillere yerleşmiştir.

Ancak, günümüzdeki yerleşim burada kurulan üç fabrika ile oluşmuştur. Bu fabrikalar Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası, Paşabahçe Tekel Fabrikası ve Paşabahçe Cam Fabrikası’dır.

                                                                            Siteler       
                                                  
İlk olarak 1812 yılında Beykoz’da deri imalathanelerinin oluşmasıyla orduya palaska ve kuşam takımları üreten bir deri atölyesi kurulmuştur. Bu atölye 1842 yılında kundura da üretmeye başlamış ve bu kunduralar Avrupa’da Fransız kunduralarından daha çok tercih edilir olmuştur. 1912 yılında tesise buhar kazanı alınmasıyla günde 1000 çift kundura üretimine ulaşılmış ve atölye artık bir fabrika durumuna gelmiştir. 11 Temmuz 1933 tarihinde ise Sümer Bank Deri ve Kundura Sanayii kurulmuştur.

Tekel Fabrikası; 1922 yılında Hasan Hulki Bey isimli bir kişinin, 1900’lü yılların başlarından beri Paşabahçe sahilinde mum üretimi yapılan bir tesisi satın alarak alkollü içki üretmeye başlamasıyla kendini göstermiştir. 1 Ekim 1933 tarihinde devletin bu tesisi Hasan Hulki Bey’den 160.000.- TL’ye satın alarak Paşabahçe Tekel Fabrikası’nı kurmasıyla da resmen çalışmaya başlamıştır.

Beykoz’da cam üretimi, Osmanlı döneminde kent içinde bulunan küçük atölyelerin oradaki yangın riskinden korunmak için yerleşim yeri bulunmayan Paşabahçe’ye taşınmasıyla gerçekleştirilmeye başlamıştır. 17 Şubat 1934 tarihinde ise bu atölyelerin yakınında Trakya Şişe ve Cam Fabrikası A.Ş. kurularak hayata geçirilmiştir. Cam üretimi MÖ 10. yüzyılda Güneydoğu Anadolu’da, MS 10. yüzyılda ise Orta Anadolu’da yapılmıştır. İstanbul’da ise Paşabahçe’de sürdürülen camcılık günümüze kadar devam etmiştir. Bu sebepten her biri ayrı sanat eseri olan çeşm-i bülbüllerin yakın tarihteki evi Paşabahçe’dir.

İşte bu üç fabrikaya Boğaz vapurlarıyla gidip gelen işçilerin daha sonra işyerlerine yakın yerleşme istekleriyle Beykoz semti oluşmuştur.

                        
                                                  1900 Yıllarında Beykoz İskelesi

Beykoz, bu fabrikaların beslediği halkıyla kendi içinde ekonomisini oluşturmuş bir semtimizdir. Bu üç fabrikadaki işçilere kamu idaresinde çalışanlarla esnaf da katıldığında Beykoz’da 15-20 bin kişinin çalıştığı tespit edilebilir. Beykoz bu çalışan kesimin baktığı aile fertleri ile 80-100 bin civarı bir nüfusla 1980 yılına kadar gelebilmiştir. Bu nüfus 2000’li yıllarda 216 binlere ulaşmıştır.

Geçtiğimiz son 10-20 yılda Beykoz’da bir dönüşüm başladığı izlenmektedir. Burada lüks villaların inşa edildiği, öte yandan Beykoz halkını besleyen üç fabrikanın da faaliyetlerine son verildiği görülmektedir.

2004 yılında önce Paşabahçe Cam Fabrikası kapatılmış, ardından diğer iki fabrikada da üretime son verilerek üç fabrika satılmıştır. Satın alanlar bu tesisleri arsaları için satın aldıklarını açıkça ifade etmişlerdir.

Beykoz’a can veren bu üç fabrikanın kapatılması Beykozluları derinden etkilemiş ve semtli işsiz kalmıştır. Bugün Beykoz’un gerçek sahibi olan Beykozlular yeni gelen zengin tabakanın yanında hizmetkârlık işi bulduklarında sevinir olmuşlardır. Zaten bir kısmı da yaşayabilmek için Beykoz’u terk etmektedir.

Bu durum tipik bir dönüşümdür. Dönüşümde sadece binalar değil, sosyal, kültürel yapı, gelenekler ve en önemlisi insanlar da dönüşmektedir. Beykoz artık on yıl önceki Beykoz değildir. Bu dönüşüm devam edecektir. Marinalar, oteller, lüks konutlar inşa edilecek; Beykoz, Beykozlunun yaşayamayacağı yüksek ekonomik seviyede bir semt olacaktır. Kısacası bundan on yıl sonra bundan on yıl önceki Beykoz’dan hiçbir iz kalmayacaktır. Son Beykozlu, semtini terk ettiğinde ise Beykoz dönüşümünü tamamlayacaktır.

Halbuki Beykoz’da daha değişik bir uygulama yapılabilir, dönüşüm yerine yenilenmesi sağlanabilirdi.

Bu üç tarihî fabrikada ilk yıllardaki geleneksel üretim, nostaljik bir şekilde kendilerine ayrılan bölümlerde sürdürülebilir, modern üretime ise fabrikaların diğer taraflarında yine devam edilebilirdi. Ayrıca bu geleneksel üretimi izlemek için Beykoz’a dünyanın her tarafından turist gelmesi de sağlanabilirdi. Onlar için çevreyi bozmadan yapılacak konaklama tesisleri devreye sokulur, hem daha çok hem de sürdürülebilir bir gelir elde edilebilirdi. Üstelik bu çalışmalar esas amaç olan semtin geçmişinin korunması ile gerçekleştirilebilirdi.

İtalyanlar MS 10. yüzyılda Anadolu’dan etkilenerek yaptıkları cam üretimini bugün Venedik’in yanı başındaki Murano adasında geleneksel bir şekilde küçük atölyelerde devam ettirmektedirler. Dünyanın her yanından insanlar bu adacığa onları izlemek için gelmekte ve atölyelerin kapısındaki küçük dükkânlardan alışveriş yapmaktadırlar. Göründüğü kadarıyla da bu küçük adacığı dönüştürmeyi hiç düşünmemektedirler.

Dönüşümü savunanlar turizm ve ticareti artırarak daha çok gelir elde edeceklerini ifade etmekte, ama kenti tükettiklerinin farkına varmamaktadırlar.

Kentsel dönüşüm, kentte kentli bırakmamak ana fikriyle yapılmakta ve kenti başkalarına satmak şeklinde gerçekleştirilmektedir. Halbuki kentli olmadan kent olamaz.

Kentsel yenileme ise kentliyi asla yok saymadan onlarla birlikte hazırlanan projelerle bölgeye şehircilik, mimarlık, mühendislik hizmeti sokmak şeklinde oluşmaktadır.

Beykoz, kentsel dönüşüm açısından bir laboratuvardır. Dönüşümcüler burada olanları iyi izlerlerse yakın zamanda bu semtin hafızasının kaybolduğunu göreceklerdir.

Umarım Beykoz’un bu talihsiz deneyiminden ders alınır ve bütün İstanbul’un geçmişinin yok edilmesinden vazgeçilir.
ARİF ATILGAN Temmuz 2007 Mimarlara Mektup

 

 

26 Haziran 2014 Perşembe


Mimarlara Mektuplarım



DALGAKIRAN (MENDİREK)
Arif Atılgan

1869 yılında Haydarpaşa Çayırı’nda, şimdiki Et-Balık Kurumu’nun hizalarında bir İstasyon Binası inşa edilmişti. İki katlı olan bu küçük bina daha sonra 1872 yılında bir kat ilavesi ile biraz daha büyültülerek son şekline sokulmuştu. Bu bina ile birlikte Haydarpaşa-Pendik arasına demiryolu döşenmiş, bu demiryolu daha sonra Gebze’ye ve İzmit’e kadar uzatılmıştı. 1880 yılında demiryolu hattı bir İngiliz Şirketine kiralanmıştı. İngilizler demiryolunu Adapazarı ve Ankara’ya kadar uzatarak işletmek istemişler ancak onlarla anlaşma olamamıştı.

1888 yılında ise İngilizlere zararları ödenerek Hat’ta el konulmuş ve bir Alman Şirketi ile anlaşma yapılarak Haydarpaşa-İzmit arası 99 yıllığına onlara kiralanmıştı.

İngilizlerin aradan çıkmasıyla 24 Mart 1889 da Almanlar tarafından Anadolu-Osmanlı Demiryolu Şirketi kurulur, bu Şirket’e hattın Ankara’ya kadar uzatılma hakkı verilir ve hat 1892 yılında Ankara’ya uzatılır.

Ancak İstasyon Binasının yapılması ile demiryolunun döşenerek trenlerin çalışması insanların yolculuğundan daha çok mal hareketinin çoğalmasını sağlamıştır. Bu durumda istasyondan rıhtıma kadar demiryolu döşenmiş, oradan gemilerle irtibat kurulabilmiştir. Fakat rıhtımın lodos dalgalarına açık olması gemilerin yanaşabilmesini zorlaştırmaktadır. Şirket önce Selimiye Kışlası’nın altından bir tünelle lodos almayan Üsküdar Sahili’ne tren yolunu uzatmayı ve limanı oraya tesis ederek gemilerle o şekilde irtibatlaşmayı planlamıştır. Bu projeye Ordu izin vermeyince 23 Mart 1889 tarihinde Haydarpaşa’ya rıhtım (liman) inşasına karar verilir.

Dalgakıran İnşaatı

Önce 1889 yılında lodos dalgalarına karşı Dalgakıran inşa edilir, ardından liman için çalışmalar başlatılır. Limanın temel atma töreni için 2.Abdülhamit’in tahta çıkışının 25. yılı olan 1 Eylül 1900 günü planlanır. Bu anlamda Dalgakıran’ın ortasına bir hatıra sütunu dikilir. Ancak temel atma töreni tüm gayretlere rağmen planlandığı gün gerçekleştirilememiş ve 17 Teşrini-sani (Kasım) 1902 tarihinde yapılabilmiştir. Bu gün ise 2.Abdülhamit’in doğum günüdür.

Liman tesisleri içersinde Silo, Depo, Gümrük Binası, Liman Polisi Binası, Liman İdaresi Binası, Pasaport İdaresi Binası, Elektrik Santral Binası gibi tesisler bulunmaktadır. Bu binalara daha sonra Bekleme Salonu ve Muhacir Misafirhanesi Binaları da ilave edilmiştir.

Haydarpaşa Limanı’nın resmen açılışı 14 Nisan 1903 tarihinde yapılmıştır.

Alman Kayzeri (Kralı) 2. Wilhem, Padişah’a demiryolu işletmesini Almanlara verdiği için teşekkür anlamında 1901 yılında Almanya da yaptırdığı Alman Çeşmesi’ni hediye eder. Alman Çeşmesi Sultanahmet’e yerleştirilir.

595 mt uzunluğundaki Dalgakıran’ın ortasındaki 2. Abdülhamit adına yapılmış olan Hatıra Sütunu’nu o yıllarda İstanbul’da bulunan ve oldukça popüler olan İtalyan Mimar Valloury tasarlamıştır. Bu Sütun’un deniz tarafında arma, kara tarafında ise tuğra bulunmaktadır.  Bunların altında ise padişaha yazılı kitabe yer almaktadır.

Hatıra Sütunu

1912 yılında Selanik’e sürgün giden 2. Abdülhamit için orada Hamidiye Bulvarı başında Türk Mezarları önünde bu hatıra Sütunu’na benzer bir anıt çeşme yaptırılmıştı. Orada bu çeşmeye Osmanlı (Türk) Çeşmesi denmektedir.

Selanikteki Çeşme

Dalgakıran’ın iki başındaki Deniz Fenerleri’ni ise mühendis Mustafa Lütfü tasarlamıştır.  Minare mimarisinden esinlenerek inşa edilmiş olan bu Deniz Fenerleri’nin 1960 yılında kaidesinin üzerlerindeki kısımları değiştirilmiştir.

Deniz Fenerinin İlk Hali

İşte her gün gözümüzün önündeki bu yapının böylesine güzel bir anısı bulunmaktadır. Bugün iki ucundaki deniz fenerlerinin restütisyon projeleri hazırlanarak Dalgakıran’ın ilk haline döndürülmesi çalışmasının yapılması gerekirken, bu yapı da Haydarpaşa Projesi’ne kurban edilmek istenmektedir. Bu projede Dalgakıran, ortasından kara ile birleştirilerek bir marina haline dönüştürülmektedir. Böyle bir dönüşüm Dalgakıranla da, Dalgakıran’ın Tarihi ile de İstanbul’la da İstanbul’un Tarihi ile de alay etmektir.

1980li yıllara kadar Haydarpaşa-Kadıköy arasında insanları taşıyan sandallar çalışırdı. 1960 lı yılların ikinci yarısında bir yaz günü 4 arkadaş bu sandallardan biri ile Dalgakıran’a balık tutmak için gitmiştik. Ancak gördük ki Dalgakıran esas denize girmek için çok ideal bir yerdi. O günden sonra, başkalarının da öğrenip burayı kalabalıklaştırmasına kadar ki birkaç yıl, yaz mevsimlerinde Dalgakıran adeta bize özel bir plaj olmuştu. Her gün nevalemizi alarak oraya gidiyor, akşama kadar hem denize giriyor hem de midye topluyorduk. Akşamüstü ise Avrupa Yakası tarafındaki Deniz Feneri’nin dibindeki büyük düz kayanın üzerine oturuyor, midyelerimizi teneke üzerinde pişirip, karşımızdaki Topkapı Sarayı’nın üzerinden batmakta olan Güneş’in nefis kızıllığını seyrederek yiyip, içiyorduk.

Uzun süredir Dalgakırana insan çıkmaması burada ilginç bir gelişme yaratmıştır. Dalgakıranı güvenli bir ada gibi hisseden çeşitli deniz kuşları burada adeta küçük bir Kuş Cenneti yaratmışlardır. Dalgakıran 100 yılı aşkın zamandır denizin ortasında yalnızdır ve dalgaları kırmaktadır. Öyle devam etmelidir.
ARİF ATILGAN aralık 2009 mimarlara mektup




19 Haziran 2014 Perşembe


MELİH KORAY BİNALARI VE KENTSEL DÖNÜŞÜM
Arif Atılgan
1970 li yıllarda çiçeği burnunda bir mimar olarak ortalıkta emeklemeye çalışıyordum. O yıllarda Kadıköy’de Mimar Melih Koray rüzgârı esmekte idi. Onunla daha sonraları Mimarlar Odası içersindeki çalışmalara katıldıkça bazı toplantılarda tanışmıştım.
Mimarlar Odasının Anadolu Temsilciliğinin kurulduğu 1980 li yıllarda Oda, Kadıköy’de Bayram Yeri Sokaktaki bir daire içersinde idi. Oradaki toplantılara katılıyordum. Bazı mimarlar Bağdat Caddesi- Fenerbahçe Mimarları, Kadıköy- Üsküdar Mimarları, Ümraniye- Küçükbakkalköy Mimarları gibi mimarların kategorilere ayrılmasını, herkesin kendi bölgesinde çalışmasını dolayısıyla semtlere özel mimarlık ücretlerinin oluşmasını arzu ediyorlardı. Melih Koray’ın onlara karşı özgüvenli konuşmaları beni etkiliyordu.

 
Mimarlar Odası yöneticiliğim süresinde zaman zaman kendisiyle meslekle ilgili bazı konuları sohbet ederdik. Bu süre içersinde Melih Koray giderek benim için önce Melih Bey ve daha sonra da Melih Ağbi olmuştu.

Melih Ağbinin özellikle Kadıköy’de tasarımını yaptığı oldukça fazla binası bulunmaktadır. Bana göre kendisi sadece mimarlığı ile marka olabilmeyi başarmış bir meslektaşımızdır. Ben çeşitli ortamlarda insanların ‘Oturduğumuz bina Mimar Melih Koray’ın binası’ diyerek övündüklerini duymuşumdur.

Her sanat dalında korunması gereken sanat eserleri sanatçılar tarafından yaratılmış olmalıdırlar. Gerçek sanatçılar kurum desteği olmadan veya günümüzde pek moda olarak kullanılan pazarlamacıları olmadan halkın tercih ettiği kişilerdir. Bir kamu veya özel kurumda çalışan veya danışman olan kişi iyi bir ‘meslek insanı’ olabilir. Ama sanatçı olamaz. Sanatçı serbest ve özgür olmalıdır. Mimarlık aynı zamanda bir sanat dalı ise Melih Ağbi bu anlamda kendini halk tarafından tercih edilen önemli bir mimar yapabilmeyi başarmıştır. Sadece yaptığı mimarlık ile imzası marka olabilmiş Melih Beyi öncelikle meslektaşlarıma anımsatmak istiyorum.

 
Bugünlerde kentsel dönüşüm kapsamında binalar yıkılıp yerlerine yeni binalar inşa edilmektedir. Yıkılan binaların içersinde Melih Koray imzalılarda bulunmaktadır. Bana göre bu binaların hiç değilse Melih Koray tarafından belirlenenlerinin tescil edilmesi, korunması ve restorasyon projeleri ile yenilenmesi doğru olacaktır.

Birkaç ay önce 1975 yılında Küçükyalı’da inşa ettiğim ilk binamı, yerine yenisini inşa etmek amacıyla yıktıklarına tesadüfen şahit olmuştum. O binanın tasarımından anahtarlarının teslimine kadar ben de bir hikâyesi vardır. İnsan bir tuhaf oluyor. Üzülmemek mümkün değil. Ancak Melih Koray’ın binalarının yıkılmasının beni daha fazla üzdüğünü itiraf etmek zorundayım.

Geçtiğimiz günlerde mimarlık hocası olan bir meslektaşım beni aradı ve ‘Arif Bey Melih Koray’ın binalarıyla ilgili bu konuyu gündeme nasıl getirebiliriz?’ Diye sordu. O da benim hissettiklerimi hissediyormuş. O zaman demek başka meslektaşlarımız da bu konuyu düşünüyorlar diye düşündüm.

 
Ayrıca kentsel dönüşüm dolayısıyla yapılan kentteki bütün binaların yıkılması işini de bir irdelemek gerekmez mi? Ben aslında Fikirtepe, Küçükbakkalköy, Gülsuyu, Yenisahra vs gibi varoş adı verilen yerleşimlerin bile ortadan tamamen kaldırılmalarını doğru bulmayan bir kişiyim. Hiç değilse oralarda küçük bölümler korunsaydı diye düşünürüm. Çünkü: Onlar kentleşme tarihimizin anonim mimarlıklı yerleşimleridir. Bilinmelidir ki tarihte kötü örnekler de vardır ve gerçek tarihi onlar oluştururlar.

Şimdi Varoşların ardından mimarlı, imarlı, ruhsatlı binalar yıkılıyor. Kentsel dönüşüm operasyonu bittikten sonra 1950 yılı sonrasına ait mimari anlamda kentleşmenin oluşması ile ilgili önümüzde hiçbir örnek kalmayacak. Kentlerimizin hafızalarını moloz döküm yerlerine atmıyor muyuz? Hiç değilse Melih Koray gibi imzası halk tarafından değerli kılınmış meslektaşlarımızın binalarını korumalıyız diye düşünüyorum. Bu binalardaki mülk sahiplerinin de böyle bir uygulamaya karşı olacaklarını sanmıyorum. Zira restore edilen binalarının diğerlerinden daha değerli olacağı kesindir.

Mimarlar Odasında Başkan olduğum yıllarda, Melih Ağbinin Odaya Mesleki Denetim için elle çizdiği projeleri getirdiğine şahit olurdum. Öğrendiğime göre hala elle çizmeye devam ediyormuş. 

Meslek camiamızdan birinin böyle bir yazı yazması ve çağrı yapması gerekirdi. O da ben oldum.
ARİF ATILGAN MİMDAP HAZİRAN 2014

9 Haziran 2014 Pazartesi


OSMANGAZİ İLKOKULU KAPANIYOR(MU)?
Arif Atılgan
Bir yıldır, 100 yılı aşkın bir süredir Yeldeğirmeni’nde çocukların eğitim gördüğü Osmangazi İlkokulunun kapatılması haberleri gündeme gelmektedir. Bu habere en çok üzülenler oradaki öğrenciler ve daha önce bu okulda öğrencilik yapmış olanlardır. Ancak onların dışında da tüm Kadıköy’de yaşayanlar bu habere tepkili ve üzüntülüdürler.

Osmangazi İlkokulu’ndan öğrendiğime göre okulda bu yıl 115 öğrenci eğitim görmekte imiş. Milli Eğitim Bakanlığının kriterlerine göre 150 öğrenciden daha az öğrencisi olan okulların kapatılması gerekiyormuş.

Benim bu okulda eğitim gördüğüm 1957-1959 yıllarının sınıf fotoğraflarındaki öğrenci sayılarına baktığımda 47-48 kişi olduğumuzu gördüm. 1.2.3.4.5. sınıfların olduğunu ve çift tedrisat eğitim yapıldığını düşünürsek 1960 yılı öncesinde Osmangazi İlkokulu’nda 500 civarında öğrencinin eğitim gördüğünü kolaylıkla tespit edebiliriz. Yine Okuldan edindiğim bilgilere göre okulun öğrenci sayısı 2000 yılında 517, 2005 yılında 298, 2010 yılında 208 ve 2014 yılında 115 olmuştur. Diğer yandan Muhtarlıktan aldığım bilgilere göre 1980 li yıllarda mahallenin nüfusu 30.000, bugün ise 20.000 civarında imiş. Ayrıca semtte aile sayısının azaldığını daha çok bekâr yaşayanların ve işyerlerinin çoğaldığını öğrenmekteyiz.

1958 Yılında Osmangazi İlkokulu’nda 4. Sınıf

1950 li yılların sonlarında İstanbul’un nüfusunun 1.000.000, Kadıköy’ün nüfusunun ise 100.000 civarı olduğunu görürüz. Bugün İstanbul 15.000.000, Kadıköy ise o yıllardaki sınırlarının içinden Ataşehir bölgesini çıkardıktan sonra 500.000 civarı nüfusa sahip olmaktadır.

Osmangazi İlkokulu’nda 1959 Yılında 5. Sınıf

Eğer kabaca oranlarsak 1960 yılı öncesi Yeldeğirmeni semtinin nüfusunun 2-3.000 civarı olacağını hesaplayabiliriz. Düşünebiliyor musunuz Yeldeğirmeni semtinde 2-3.000 kişi yaşarken bu okulda 500 öğrenci bulunmakta, bugün 20.000 kişi yaşarken ise 115 öğrenci bulunmaktadır. Kaldı ki eski yıllarda buradaki çocukların bir kısmı civardaki Gazi Mustafa Kemal Paşa İlkokulu, İhsan Sungu İlkokulu, Özdemiroğlu İlkokulu, İbrahimağa İlkokulu gibi okullara da giderlerdi. Konuyu bir de bu taraftan incelemek gerekir.

Öğretmen Muammer Hanım 4 Öğrencisiyle

Yukarıdaki istatistikî bilgileri incelediğimizde 2000 li yıllara kadar Okulda 1950 li yıllardaki öğrenci sayısının muhafaza edildiği görülmektedir. Öğrenci sayısının 2000 yılından itibaren azalışı aynı zamanda semtteki demografik yapının da değiştiğini göstermektedir. İstatistik rakamları 2000 li yıllara kadar Yeldeğirmeni semtinin mahalle konumunu koruduğunu, 2000 li yıllarda bu konumun hızla kaybolduğunu belli etmektedir.

Bu bilgilerin ışığında konuya bakıldığında Yeldeğirmeni mahalle yapısında iken semtte çocuklu aile ve okula gidecek çocuk sayısı fazla olmaktadır. Ancak çocuklu aile sayısı azaldığında mahalle yapısı kaybolmakta, okula gidecek çocuk ta azalmaktadır.

İlk olarak 2000 li yılların ortalarında özelleştirme ile ilgili yoğun haberler kamuoyu tarafından öğrenilmişti. Bu anlamda Haydarpaşa-Port projesi ile Haydarpaşa Numune Hastanesinin kent dışına taşınacağı konusu oldukça tepki çekmişti. O yıllarda Mimarlar Odası Başkanı idim. Diğer yönetici arkadaşlarımla birlikte Mimarlar Odası olarak bu konularda oldukça fazla açıklamalar, bilgilendirmeler yapmıştık. En önemli bilgi, kent merkezlerinin ticarileştirileceği, daha sonra buralarda atıl kalan gar, hastane, okul gibi kamu binalarının kolaylıkla özelleştirileceği idi. Çünkü: Kent içersindeki topraklar oldukça fazla değerlenmişti. Bu mülklerin değerleri kamuya yani halka bırakılmak istenmeyecekti.

Bu anlamdaki değişim için Merkezi iktidar ve İBB çalışma yapıyordu. Ancak Kadıköy Belediyesinin Yeldeğirmeni’nde 2010 yılında başlattığı canlandırma projesi de bu değişime katkıda bulunmuştur. O yıllardan beri bu konuda hep yazdım, konuştum, uyardım. Aslında büyüyerek bir mega kent olan İstanbul’da bu değişim zorunlu olarak gerçekleşmek durumunda idi. Kamu görevi yapan kamu kurumlarının, bu değişimi önleyecek hiç değilse geciktirecek önlemler alması gerekirdi. Maalesef tersi olmuştur.

Kentleri değerli ve yaşanılır kılan oralarda yaşayan insanlardır. İnsanların yaşantıları ise çocukları ile birlikte olmaktadır. Semtlerdeki çocukların en iyi eğitim göreceği okul evlerinden yürüyerek gidebildikleri okuldur. İstanbul asırlardır semtlerinde yaşananlar ile hafızasını oluşturmuştur. Kentin geleceğini planlarken hafızasının kaybolmamasını sağlayacak şekilde planlamak gerekir.    

Osmangazi İlkokulu’nun olayı bu anlamda herkesi bilinçlendirmelidir. Aksi takdirde ardından Kemal Atatürk Lisesinin ve diğerlerinin de özelleştirilerek buralarda eğitimin son bulması gündeme gelecektir. Zaten amaç, kent merkezinde yaşayan aile bırakmamak ve dolayısıyla halka hizmet eden ve bugün özellikle arsaları çok değerlenen kamu binalarını atıl bırakarak, onları kolaylıkla satabilmektir. Yıllar sonra Okulun Vakıf’a devredilmesinin yani özelleşmesinin akıllara gelmesi tesadüf müdür?

Okulun Tapusunun İl Özel İdaresinden Vakıf’a Verilmesi Yazısı

Okulun öğrenci sayısının azalmasına sebep olarak bu okula geliri düşük ailelerin çocuklarını gönderdiği söylenmektedir. O sebepten diğer aileler çocuklarını başka okullara gönderiyorlarmış. Ama bana göre diğer önemli sebep yukarıda yazdıklarımdır. Semtte çocuklu ailelerin azaltılmasıdır.

Amerika’da silikon vadisi yöneticileri, çocuklarını içinde teknoloji olmayan okullara gönderiyorlarmış. Tebeşir, karatahta, elişi dersi, bahçesinde oyun oynanan okullarda çocuklar daha yaratıcı oluyorlarmış. Öğrencilerinin yürüyerek gidebildiği Osmangazi İlkokulu da böyle bir okuldur. Bana göre böyle okullarda uygulanan, diğerlerinden daha değerli olan eğitim programına ‘Organik Eğitim’ adının verilmesi gerekir.

Aslında canlandırma projesiyle başlayan soy(suz)lulaştırma durdurulamayacak bir sürece girmiştir. Önlem tepkili olmalıdır. Semtte, ‘Çocuğunuz Okula Yürüyerek Gitmelidir’ kampanyası başlatarak öncelikle 150 öğrenci sayısı aşılmalı ve okulun kapatılması durdurulmalıdır. Ardından Osmangazi İlkokulu ve Kemal Atatürk Lisesinin bulunduğu İskele Sokağının, mümkünse tamamı ama en azından Osmangazi İlkokulundan tren yoluna kadar olan kısmı trafiğe kapatılmalıdır. Eski yıllardaki gibi çocuklar için bir ‘Oyun Sokağı’ oluşturulması sağlanmalıdır.

Bu başlangıç kenti planlayanlara, kendilerinin halktan yana olmaları gerektiğini anımsatacaktır. Zira kent halka sorularak halka yararlı bir şekilde planlanmalıdır. Bu anlamda 15 Haziran 2014 Pazar günü Okulda yapacağımız etkinlik çok önem kazanmaktadır. Özellikle tüm mezunların etkinliğe katılmaları Osmangazi İlkokulunun önemini göstermek açısından oldukça gereklidir. 
ARİF ATILGAN MİMDAP HAZİRAN 2014

 

 

 

 

 

 

 

6 Haziran 2014 Cuma


Kent Mektupları



POPÜLİST SİYASET
Arif Atılgan
2009 yılında yaşadığımız son yerel seçimlerde DSP den Kadıköy Belediye Başkan adayı idim. Parti, bütün adaylarını Zeyinburnundaki bir spor salonunda yaptığı törenle medyaya ve halka tanıtmıştı. Adaylar tek tek sahneye çağırılarak gelenlere tanıtılıyordu.  O gün, DSP den Şişli Belediye Başkan adayı olan Mustafa Sarıgül’ün salona gelişini unutamam. Salondakiler kadar büyük bir kalabalık ile davul zurna eşliğinde gelmiş ve tribünlerde oturan insanların hepsinin tek tek ellerini sıkmıştı. Israrlar üzerine siyaseti denemekte idim ve zaten seçimlerden sonra da siyasetten ayrılmıştım. Bu tedirgin duygular içersinde iken o gün o görüntü ve o ortam bana çok tuhaf gelmişti. Mustafa Sarıgül ve etrafındakiler, sanki parti içersinde başka bir parti gibi idiler. Belli ki siyasette böyle şeyler olağandı. Mustafa Sarıgül’ün bugünlerde CHP ye gelişinin görüntülerini TV lerde izlerken de her defasında o günü anımsamaktan kendimi alamıyorum.
Diğer adaylarla birlikte sahnedeyken, izleyici koltuklarında oturan biri ile göz göze gelmiş ve selamlaşmıştım. Prof. Dr. Semih Eryıldız. Semih Eryıldız, Beyoğlu Atatürk Erkek Lisesinde sıra arkadaşım idi. Çok çalışkandı ve O da mimar olmuştu. 1969 yılından itibaren belediyecilik konularında İstanbul ve Ankara’da çalışmış, özellikle Vedat Dalokay ile uzun süre Ankara’ya emek vermişti. ODTÜ de Kent Planlaması ve Yerel Yönetimler konularında hocalık yapmış, kitaplar yazmıştı. CHP de ise Gençlik Kolları Genel Başkanlığından başlayarak çeşitli önemli görevlerde bulunmuştu. 1970 li yıllarda CHP den milletvekili olmuş ve yanlış anımsamıyorsam o yıl en genç milletvekili olarak TBMM nin tarihine de geçmişti. Akademisyen olmuş, başarılı ve etik içi çalışmalarını öğrencilik hayatı bittikten sonra da devam ettirmişti. Kendisi ile zaman zaman bazı ortam ve etkinliklerde rastlar ve görüşürdük. Belli ki siyasetin içinde de ilgisini taze tutuyor gelip oradaki ortamı gözlemliyordu.
O gün o salondaki bu iki kişiden Semih Eryıldız resmen, Mustafa Sarıgül ise büyük bir ihtimalle birkaç gün içersinde, önümüzdeki yerel seçimler için CHP nin İBB başkan aday adaylarıdır. Bir de CHP nin içersinde yıllardır emek veren Gürsel Tekin vardır. Onu da Kadıköy Belediye Başkan Yardımcılığı dönemlerinden tanırdım. O da parti içinde yıllarca, bazen dikenini tutarak bazen gülünü koklayarak siyaset yapmış, üst kademelerde görev almış başarılı bir siyasetçidir. O’nun siyasetçi kimliğini irdelemek beni aşar.
Bana göre CHP nin İBB Başkan adayının Prof. Dr. Semih Eryıldız olması gerekir. Yukarıda çok kısa olarak değindiğim Semih Eryıldız’ın özgeçmişini google’dan açıp okuyanlar bunu anlayacaklardır. Bu konularda tanınmışlık olmalı diye düşünülüyorsa Gürsel Tekin’in adaylığına da itirazım olamaz. Hatta Gürsel Tekin ile Semih Eryıldız birlikte çalışsalar çok daha iyi olur diye gönlümden geçiririm. Ancak partiye sonradan gelip dikenini tutmadan sadece gülünü koklayarak siyaset yapmak görüntüsünde olan Mustafa Sarıgül’ün adaylığını doğrusu yadırgarım. Mustafa Sarıgül, kendisinin partiye gelmesinden dolayı, CHP nin önce İstanbul sonra da Türkiye’nin idaresini elde edebileceğini açıklamaktadır. Bu tip açıklamalara CHP li yetkililerin tepkisizliğine ise akıl erdirememekteyim. 
Tayyip Erdoğan İBB Başkanlığından Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığına, Kemal Kılıçdaroğlu İBB Başkan adaylığından CHP Genel Başkanlığına gelmişlerdi. Mustafa Sarıgül için de böyle bir plan mı vardır? O zaman birkaç yıl önce Deniz Baykal’a yapılan operasyonun hedef amacı Mustafa Sarıgül’müydü diye düşünmeden edemiyor insan. Yani Kemal Kılıçdaroğlu dönemi o operasyonda ara dönem olarak mı planlanmıştı? Mustafa Sarıgül’ün başkan adaylığı ile girilecek seçimde başka partilerden de CHP ye destek gelebileceği planlanmakta mıdır? Eğer böyle bir plan varsa, bu partiler MHP veya BDP dir. Bu partilerin ikisi de CHP ye tamamen ters anlayışta değiller midir? Uzun süre aynı ilçede belediye başkanı olmak başarı kriteri ise CHP nin bu anlamda kendi belediye başkanları yok mudur? Onlardan birinin İBB başkan adayı olması daha doğru değil midir? Bana göre kazanmayı da kaybetmeyi de kendi ekibinle yaşamak en doğrusudur.
Ben siyaset yazmam. Tartışmalardaki başlığın İBB seçimleri olmasından ve Semih Eryıldız’ın adının ortamlarda hiç geçmemesinden dolayı konuya biraz değinmek istedim.  CHP bunları seçmenleri ile açık bir şekilde paylaşmalıdır. Evet, Mustafa Sarıgül oldukça renkli ve popülerdir. Ancak popülerlik siyasette her zaman oy demek değildir. Umarım sonunda düşünülenlerden tersi bir sonuç ile karşılaşılmaz. 
Siyasetin bu derece popülist olmasına ise doğrusu üzülüyorum.  
ARİF ATILGAN KASIM 2013
Sevgili Dostlar
‘Ben demiştim’ demeyi sevmiyorum ama ‘Ben demiştim’. Seçim sonrası CHP kendi içinde de özeleştiri yapıyor, kadrolarını değiştiriyor. İBB dışında başka yerlerde de aynı hata yapıldı. Hâlbuki kendi insanlarıyla seçime girseydi kaybetse bile güçlenirdi. Tekrar soruyorum, Gürsel Tekin daha mı az oy alırdı?


3 Haziran 2014 Salı


İSTASYONLAR VE KÖPRÜLER
Arif Atılgan
Haydarpaşa Garı ve Marmaray Projesiyle ilgili çeşitli rivayetleri yine çeşitli yayınlarda okuyor, duyuyoruz. Özellikle eski istasyon binalarının ne olacağı hepimizce merak konusu olmakta. Sadece istasyon binalarıyla ilgili değil, tren hattı üzerindeki bazı köprülerle de ilgili ilgi çekici bilgiler bulunmaktadır. Ben bu konularda yaptığım araştırmalarımın sonucunda edindiğim bilgileri herkesle paylaşmak istiyorum. 
                                 
                                                        Erenköy İstasyonu Orijinal Planı       
                                                    
                                                 Eski Yıllarda Erenköy Tren İstasyonu

Öncelikle tüm istasyon binalarının korunacağını ifade edeyim. Ancak bundan sonra istasyon olarak kullanılmayacaklar. Sanırım kafe, fast food gibi mekânlar anlamında değerlendirilecekler. Bazıları için Kadıköy Belediyesi talepte bulunmuş ama büyük bir ihtimalle onlara verilmeyecek. Diğer yandan Kızıltoprak İstasyonu tamamen devre dışı bırakılacak. Zira Kızıltoprak İstasyonu diğer iki istasyona o kadar yakınmış ki tren Söğütlüçeşme veya Feneryolundan kalktığında hızını alamadan Kızıltoprak İstasyonuna geliyormuş.      
                                    
Diğer yandan tartışılan sıkıntılı bir konu ise yeni sistemde 3 hat bulunması dolayısıyla trenlerin istasyonlara adeta sıyırarak geçecek olmaları durumudur. Bilindiği gibi yeni düzenlemede ikisi banliyö, biri şehirlerarası olmak üzere üç hat çalışacaktır. Gerçekten de bu konu oldukça önem arz etmektedir.

Göztepe İstasyonuna gelirsek. Yukarıda bahsettiğim üç hat Göztepe İstasyonunun altındaki tünele sığmamaktadır. Dolayısıyla tünelin genişletilmesi gerekiyor. Genişletme sürecinin sonuna dek İstasyon binası askıya alınarak korunacak. Bina, tünelin genişletme çalışması bittiğinde tekrar yerine oturtulacak. Şu anda yapı ile ilgili malzeme testleri yapılıyormuş. Test sonuçlarına göre yapılacak statik hesaplardan sonra askıya alma işlemi yapılacakmış.

Tren yolu üzerindeki köprülere gelirsek. Köprülerden Hasanpaşa, Söğütlüçeşme, Erenköy, Cevizli, Kartal kemer köprüleri ile Bostancı Dere ve Maltepe Köprüleri yıkılacak ancak taşları tek tek numaralanarak Tuzlada DLH ya ait bir depoya götürülecekler. Daha sonra hepsi, eski yerlerine değil ama tren hattının uygun yerlerine tekrar kurulacaklarmış. Çünkü: Yeni yapılacak üç hat, köprülerin de altına sığamamakta. Ayrıca yeni düzenlemede demiryolu hattının üzerine trafiğin rahatlaması için daha geniş köprüler yapılacakmış.

Aslında Söğütlüçeşme İstasyonundan önce iki kemer köprü daha vardı ama o köprüler yıkılmışlardı. Her ikisi de 1980 li yıllardaki yol genişletme çalışması dolayısıyla yok olmuşlardı. Hayrullah Efendi Sokağının karşısında olanının üzerine geniş beton köprü konularak Taş Köprü Caddesi genişletilmişti. Verem Savaş Derneği ile Nazif Bey Sokak arasındaki köprü ise tamamen yıkılmış günümüze sadece ayakları kalmıştı.

1966 Hava Fotoğrafında Bugün Olmayan İki Köprü


Hayrullah Efendi Sokak Karşısındaki Köprünün Yerine Yapılan Köprü


Verem Savaş Derneği İle Nazif Bey Sokak Arasındaki Köprünün Kalmış Tek Ayağı

Maltepe’deki Drama Köprüsü ise anımsadığım kadarıyla, fotoğrafından da anlaşılacağı gibi, ortadaki ile beraber üç kemerli imiş.  Ancak ortadaki büyük kemer yıkılıp üstünde bulunan yol genişletilmişti.

Maltepe Drama Köprüsü

Hasanpaşa Köprüsü Yeldeğirmeni’nde Uzunhafız Sokağının sonunda, Uzunhafız Sokağını Ayrılık Çeşmesi Sokağına bağlayan köprüdür. Söğütlüçeşme Köprüsü de Halidağa Caddesini Acıbademe bağlayan köprü oluyor. Bu köprülere neden bu isimlerin konduğunu ben de bilmiyorum doğrusu. Aslında Hasanpaşa Köprüsünün adı Rasimpaşa köprüsü olsa daha mantıklı olurdu. Zira bu köprü Rasimpaşa Mahallesinde bulunuyor. Bunlardan sadece Hasanpaşa Köprüsü denileni Haydarpaşa’ya yakın bir bölümde yeniden kurulacakmış.

Açıkçası diğer köprülerin tekrar kurulacağına dair pek umutlu olmadığımı söylemek isterim. Zira geçmişimizde bu tip olumsuz örnekler bulunmaktadır. Örneğin: Karaköy Camisinin aynı yöntemle Kınalıada’ya taşınması sırasında kaybolduğunu biliyoruz. Umarım mahcup olurum.    

Ayrıca tren yolunun altında da kemerli veya çelik kirişli köprüler bulunmaktadır. Bunlar da en az üzerindekiler kadar önemlidir. Hemen hemen her istasyonun yakınında bu köprülerden bir tane yer almaktadır.

Bu tip önemli projelerde kesinlikle aşağıdaki prensiplere uyulmalıdır.
-Halka danışılıp onların da fikirleri alınmalıdır,
-Kent hafızası olabilecek her çeşit obje mümkünse yerinde ve yine mümkünse fonksiyonuyla korunmalıdır.
Burada bu prensiplere uygun davranılsaydı sanırım istasyonlar da köprüler de daha uygun değerlendirilmiş olurlardı. En azından köprülerin de yerlerinde kalmaları sağlanırdı. Kamu hizmeti yapılırken sadece fonksiyonellik değil koruma vs anlamında diğer değerlerde düşünülmelidir. O zaman işlerin biraz daha zorlaşacağı bellidir. Ancak, kamu hizmeti yapmak zor olmalı değil midir?
ARİF ATILGAN MİMDAPHAZİRAN 2014  

 

 

2 Haziran 2014 Pazartesi


Kent Mektupları



KUŞDİLİ ÇAYIRI’NA YENİ PLAN
Arif Atılgan
Kadıköy’ün 45.990 M2 lik tarihi alanı Kuşdili Çayırına geçtiğimiz günlerde yeni bir “koruma planı” hazırlandı. Bu planda oturma alanı TAKS=0.30, inşaat alanı ise KAKS=1.8 olarak belirlenmiş. Planda birden fazla bodrum kat yapılmasına ve ilk iki bodrum katın iskâna açık kullanılabilmesine izin verilmektedir. Eski planda AVM 12.000M2 alana oturuyor, iki bodrum katta toplam 86.000 M2, kubbede 25.000M2, kulede 1.600M2 olmak üzere toplam 112.600M2 inşaat alanı içeriyordu. Yeni planda ikiden fazla bodrum kat yapılacağı ve 150.000M2 den fazla bir inşaat alanı gerçekleşeceği belli olmaktadır. Sanki inşaat alanını yükselterek adeta halka inşaatı geciktirme cezası verilmektedir.

Diğer yandan planda Kurbağalıdere’nin yatağı değiştirilerek inşaat yapılacak tarafta düzgün şekilli bir alan oluşturulmaktadır. Dere yataklarının değiştirilmesi son yıllarda olağanlaşmaya başlamıştır. Ancak Alibeyköy’deki sel baskınını doğanın bizlere bu konudaki bir ihtarı olarak kabul etmeliyiz. Akarsular yüzlerce yılda yataklarını oluşturmaktadırlar. Kurbağalıdere de bu alanda bir es yaparak kendine taşma alanı yaratmıştır. Aslında gerek Kuşdili Çayırı gerekse Kadıköy Belediyesinin bulunduğu alan ve Hasanpaşa’ya kadar olan düzlük bölge Kurbağalıdere’nin taşma alanıdır.

Kuşdili Çayırı’nın Yeni Planı

16/01/2013-16/02/2013 tarihleri arasında askıda kalmış olan plana çeşitli kişiler ve kurumlar karşı çıkmaktadırlar. Ancak karşı olanlardan bazılarının Kuşdili Çayırı Alanında zeminin altına otopark, üzerine yeşil alan yapılmasını istediklerini de duyuyoruz. Bu çeşit uygulamanın ilk örneği Cihangir Parkında görülmüştür. Uygulamanın doğru olup olmadığının Cihangirlilere sorulmasını öneririm. Cihangirde önce parkın altına sadece otopark yapmakla başlayan uygulama, gelişerek bugün parkın neredeyse ortadan kalkmış hale gelmesi sonucuna ulaşmıştır. Apartman bahçelerinde alta otopark yapıp otoparkın üzerine 0.50-1.00 MT toprak örterek yeşillik yapılmaktadır. Ancak buralarda çimen veya bodur ağaç yetişebilmektedir. Ağaçların, hele Kuşdili Çayırının eski halinde bulunan çınar ağaçlarının, yetişebilmesi için toprak altında derinlik gerekmektedir. Ayrıca Kuşdili Çayırında sağlam zeminin 30-35 MT derinlikte olduğu bilinmektedir. Burada zemin altına veya üzerine inşaat yapabilmek için bu kadar derine kazık temel atabilmek gerekir. Bu kadar çok masrafa girildiğinde tek katlı bir bodrum katla yetinilmeyeceği alta ve üste başka inşaat eklentilerinin arzu edilebileceği düşünülmelidir. Zaten toprak altına otopark inşaatı da burada hafriyat ve inşaat faaliyetlerinin olması demektir. Böyle bir uygulama çöpleri halı altına süpürmeye benzemektedir. Üstelik bu şekilde alan korunmuş olmamaktadır.

Cihangir Parkı’nın En Yeşil Bölümü
Dikkat edilirse bütün yazılarımda ve konuşmalarımda bu alandan Salı Pazarı diye değil Kuşdili Çayırı diye bahsederim. Zira Salı Pazarı dendiğinde bu alanın betonla kaplı boş bir arsa olduğu akıllara gelmektedir. Kentin merkezindeki böyle bir arsaya da bir şekilde inşaat yapmak düşünenler olabilir. Hâlbuki Kuşdili Çayırı dendiğinde buranın çayırlık ve koruluk bir alan olduğu akıllara gelmektedir. Her ne kadar şu anda ağaç kalmamışsa da alanın eski hali akıllara getirilmelidir. O zaman buraya boş arsa olarak değil, ağaçları kesilmiş, üzeri betonlaşmış eski çayırlık olarak bakılır. Dolayısıyla insanlar kentin içersinde eski haline getirilerek korunması gereken bir alan olduğunu anımsarlar.
100 yıl önce buradaki derenin içersindeki kurbağaların sesini, üzeri örtülü kafeslerdeki saka, iskete, florya kuşlarına dinleterek, onların kanarya gibi ‘makara çekmelerini’ sağlayan kuşbazlar bu olaydan dolayı önce dereye ‘Kuş Dili’ adını vermişlerdi. Daha sonra dereden dolayı çayır Kuş Dili adını almış, dere yine Kurbağalıdere olarak anılmaya başlanmıştı.

Kadıköylüler 1900 lü yılların başlarında buradaki dere kenarında ‘piyasa yaparlar’, diğer taraflarda piknik, panayır gibi etkinliklerde bulunurlardı. Daha sonra uzun yıllar bayram yeri olarak ta kullanılmış olan bu çayırda Fenerbahçe Spor Kulübü Lokali, Hamdi’nin Gaziosu, Kuşdili Sineması gibi o yıllarda önemli sayılan sosyal tesisler bulunmakta idi.

Yıllardır Yeldeğirmeninde haftada iki gün kurulan pazarlar 1970 li yıllarda Taşköprü Caddesine nakledilmişti. 1980 li yıllarda ise Taşköprü Caddesinden Kuşdili Çayırına alınmışlardı. Çayırda pazarlar kurulmaya başladıktan sonra ağaçlar kesilmiş, zemin betonlaşmıştı. Salı Pazarı şimdi Hasanpaşa’da E-5 in yanındaki alana taşındı. Bugün de oraya Salı Pazarı Alanı denilmektedir.

Ayrıca Kadıköy’de Yeldeğirmeni, Acıbadem, Hasanpaşa, Fikirtepe gibi semtlerde halkın yaralanacağı park alanı yok gibidir. Özellikle bu semtlerde yaşayanlar için buradaki yeşil alan çok önemli olacaktır.

Öte yandan Fikirtepe’de oluşan vahşi kentsel dönüşüm sonucu burada 80MT yüksekliğinde binalar oluşacaktır. Diğer yandan Kadıköy’ün içersinde de binalar yıkılıp yeniden inşa edileceklerdir. Bu binaların altlarında ve bir kısmının üst katlarında oluşacak ticari fonksiyonlar zaten çok büyük bir alış veriş merkezi görevi üstleneceklerdir. Esas onlar için bu çevrede yeşil alan ihtiyacı olacaktır.  Bu ihtiyaca Kuşdili Çayırı Alanının yetmeyeceği, başka boşlukların da bulunması gerektiği hesaplanmalıdır.

Kuşdili Çayırının Kadıköy’ün hafızasında yer etmiş tarihi ve doğal değeri olan bir alan olduğu unutulmamalıdır.

Yukarıdaki satırlar Şubat 2013 tarihinde MİMDAP ta yayınlanmıştı. O tarihten sonra Kuşdili Çayırına iki plan daha yapıldı. Son plan 13/07/2013 tarihinde İBB meclisinden geçti. Bu planda alana AVM inşa edilmesinden vazgeçilmiş, ancak yarısının altına, üzerinde 1,5 MT toprak bırakarak otopark yapılması öngörülüyordu. Hâlbuki burası tamamen çayırlık ve koruluk hale getirilerek eski tarihi kimliğine kavuşturulmalı idi. Ayrıca buraya inşaat faaliyeti girdikten sonra devamının gelebileceğini, ilerde tadilatlarla üzerine AVM yapılabileceğini bile akıllarda çıkarmamalıyız.
Umutla sonunda halkın isteğinin olacağını, alanın tamamının yeşilleşeceğini bekliyorum. Ancak o zaman fısıltıyla burada otopark ta olabilir diyen bazı yetkililer ne diyecekler merak ederim.

ARİF ATILGAN TEMMUZ 2013