19 Temmuz 2025 Cumartesi

 Yaşam

KAYBOLAN ESKİ ARKADAŞLAR

1965 yılı üniversitedeki ilk yılımdır. İTÜ futbol takımının seçmeleri olduğu yazısı asıldı ilan tahtasına. Gittim tabii. Anadoluhisarı sahası. 65 kişi kalmış aklımda. Çift kale maç. Hoca eski GS’li milli bek Saim. 1956 yılındaki 3-1 lik Macaristan maçında sonradan oyuna giren (Arap) Saim. Uzatmayayım. Birkaç gün sonra ilan tahtasına seçilenlerin listesi asıldı. Ben de varım. Diğer dokuz kişi başka kulüplerde lisanslı. Bir tek benim hiçbir yerde lisansım yok. O sebeple amatör kümedeki takım için de lisansım çıkıyor.

İşte o seçmelerde Uğur’la tanışıyorum. FB genç takımında oynuyor. Kimya bölümünde ve tesadüf Kadıköy’de oturuyor. Bakıyorum. Liseden futbolcu arkadaşım Haydar da onların sınıfında. Bir süre sonra görüyorum ki kimyacıların büyük bölümü Kadıköy’de oturuyor. Yani benim üniversitedeki arkadaşlarım kimyacılar oluyor.

O gruptan Engin’in emekli albay babası Kadıköy’de Münih birahanesinin arka sokağındaki Ege Kıraathanesini çalıştırıyor. Dolayısıyla genellikle orada buluşur oluyoruz.

Bu alışkanlık okulu bitirince de devam ediyor. Farklı olarak artık meyhanelere de takılıyoruz. Cebimiz para görmeye başlıyor çünkü. Bilen bilir. O binaların önünde de arkasında da içkili lokantalar ve kahvehaneler bulunur.

Bizler 68 kuşağıyız. Kimse farkında değildir. Ben yazayım. İşsizlikle cezalandırılan kuşaktır bizim kuşak. İş aramayanı yoktur neredeyse. Aslında bizler de hep serbest çalışmak isterdik ya. Bir yerde memur olayım duygusu memur olanlarda bile yoktu emin olun. Ben ÇBS’de işe girmiştim. Tanıdık da yok torpil de yok. Gazete ilanından… Büro Karaköy’de, fabrika Alibeyköy’de. Fabrikada laboratuar için kimya mühendisi aranıyordu. Uğur’a söyledim. Görüştü patronlarla. İşe girdi. Girdi de 3 gün sonra çıktı. Demiş ki patrona ‘Ben petrol rafinerisinde çalışmak istiyorum. Kusura bakmayın.’ Şaban Çavuşoğlu da sever böyle şeyleri. ‘Kara altını merak ediyorsun demek. Yolun açık olsun.’ Demiş ona. Uğur epey kahvehaneye takıldı diğerleri gibi. Sonra kendisi tiner imalatı yapmaya karar verdi. Avrupa yakasındaki gecekondu semtlerinden birinde bir bodrum kat kiralamış. Kazana üsten tiner hammaddelerini koyuyorr alttaki musluktan imalatı tenekelere dolduruyordu. Musluğun altına bir de terazi koymuş. Bir kefesinde17 kiloluk ağırlılkları koymuş. Diğer kefeye boş tenekeyi. Musluğu açıyor. 17 kilo olunca tartı kıpırdıyor. O anda vanayı kapatıp tenekeyi indiriyor. Etiket yapışıyor, imalat tamamlanıyor.. Gülmeyin. Fabrikalarda da bu iş böyleydi o yıllar. İki de işçi bulmuştu. Sadece dolu varilleri bodruma indirmenin çok zor olduğundan şikayetçiydi. Ben de ona üç uzun boruyla ceraskal yapmayı önerdim. Bilmiyormuş. Çok sevindi. Yaptırmış. Müthiş kolaylık olduğunu söyledi. Bir akşam yiyip içme paramı ödeyiverdi. ‘Hayrola’ dedim. ‘Danışmanlık ücreti’ dedi.

Sonra Haydar da onunla ortak oldu. Kağıthanede eski Şakir Zümre sobalarının olduğu arazideki tek katlı binalardan birine yerleştiler. Şakir Zümre burada uçak yapmak istiyormuş ta engel olunmuş. Konuyu dağıtmayayım. Bilginiz olsun sadece. Biz onlara şakadan ‘fabrikatör’ diyorduk. ‘Yapmayın’ diyorlarsa da hoşlanıyorlardı. Sonra her ortaklıkta olan oldu. Ayrıldılar. Haydar ‘Mühendisler’ markasını devam ettirdi. Uğur ise ‘Aromatik Kimya’ diye ağır ve anlamlı bir marka koydu kendi üretimine.

Ben de işten ayrılmış mimarlık bürosu açmıştım. İnşaat ta yapıyorum. Bir yandan da askerden gelen kardeşime iş olsun diye nalbur dükkanı açmıştım. ÇBS’de pazarlama öğrenmiştim ya. Uğur ‘ortak olalım’ diyor. ‘Kardeşimi yalnız bırakamam’ diyorum. Ama ortaklıkların da devamlılığı olmuyordu. Dedim ki ‘Bizim de aramız bozulur. Sen yap. Ben satayım.’

Sonraki yıllarda yine aynı sınıfta olan Ercan’la Okay çalıştıkları Maltepe sahilindeki Rikket marley fabrikasından ayrılıp tiner-vernik yapmaya başladı. Onlar da kısa süre sonra ayrıldılar ve ayrı ayrı yapmaya başladılar.

Ben hepsinin malını sattım. Başka markalar da sattım. Ünlü fabrikaların bayiliğini aldım. Rikket marleylerin de bayiliğini aldım.

Haydar ortaklıktan ayrılırken mal verdikleri sağlam tanınmış bir firmayla çalışmaya devam etti. Ondan koptuk. Ama tenise merak saldığını, önce öğrendiğini sonra hocalığını yaptığını duyuyordum. Hırslı bir arkadaşımızdı zaten. Örneğin o bilardo bilmiyordu. Benimle oynarken avans vermem gerekiyordu normal olarak. Almazdı yenileceğini bile bile. Ama birgün beni yenmişti.   

Uğur 4. Levent Sanayi sitesinde büyük bir yer tuttu. Gelişti. Sonra da Kurtköy’de arazi satın alıp fabrikasını oraya taşıdı. Şaka değil resmen fabrika. Daha da gelişti. Ama ticaret bizi de dargın yaptı sonunda. Yıllar önce yine onların sınıfından Faruk’la konuşmuştum. ’İflas etti. Trakya’da kendine çiftlik gibi bir şey yaptı. Orada yaşıyor’ demişti.

Ercan kendince birşeyler yapmış ve sonra bırakmıştı.

Okay Ispartalıydı. Ticaret o taraftakilerin genlerinde vardır. Erco markasıyla üretim yaptı. Kartal sanayi sitesinde ikinci kattaki küçük bir yerde başladı. Gelişti. O da Kutköy’de arsa satın alıp prefabrik bir fabrika binası kurdu. Sonra Tuzla’da OSB’de fabrikası olduğunu duydum. Yani işleri iyiymiş.  

Bunları neden yazdım?

Geçtiğimiz günlerde gazetede bir haber ilgimi çekti. Bodrumda lüks bir sitedeki boğulma olayı anlatılıyordu. ‘Sağlık odası yapılacak mekan büfe yapılmasaydı boğulan kişi belki de kurtarılırdı’ diyor haberde. FB Yüksek Divan Kurulu üyesi Haydar Yanıkoğlu imiş vefat eden kişi. Kendi kendime ‘bizim Haydar mı acaba’ diye düşündüm. Faruk’u aradım. Konuyu anlatınca ‘O’dur ama araştırayım, beş dakika sonra arayayım seni’ dedi. Aradı ve ‘Oymuş’ dedi. Tabii sohbet ettik uzun uzun. Son bir yıl içinde Uğur’u ve Ercan’ı da kaybetmişiz. Canım sıkıldı. Faruk onların rahatsızlıklarını anlatıyordu detaylarıyla. Ne fark ederdi ki? Gitmiş adamlar. Telefonu kapatırken ikiz kardeşi Tarık’ı da kaybettiğini söyledi. Yine şaşırdım. Tarık’ı ilk tanıdığım günü anımsadım. Kadıköy’de PTT yakınında “Faruk’u” görmüştüm. ‘Ne haber?’ filan gibi şeyler sormuştum. O da bana anlamsız bakışlarla cevaplar vermişti. ‘Kızdırdım mı farkında olmadan’ diye düşünmüştüm. Sonraki ilk karşılaşmamızda baktım ki bizim Faruk bildiğim Faruk. ‘Geçen gün niye öyle donuk donuk konuştun benimle’ diye sorduğumda şaşırdı. O gün o saatte başka bir yerde imiş. Sonra birden aklına geldi ‘Sen benim ikizim Tarık’la mı konuştun yoksa?’ dedi. Güldük. Meğer ikiz kardeşler böyle tuhaflıklara alışık olurlarmış. Tanımadığı birine uzun uzun durumu anlatacağına vaziyeti idare ederlermiş. Sonra Tarık’la da tanıştık. O doktordu.

Tatsız konuya girmişken yine  onların sınıftan yıllar önce kaybettiğimiz Engin’i ve Haldun’u da yazayım. Engin’in Yunus Çimento fabrikasında ciğerleri bozulmuştu. Eski GS’li milli voleybolcu Haldun ise kendine hiç bakmayan bir arkadaşımızdı.

Teyzemin damadı (rahmetli) Cemal enişte Eczacılık Fakültesi dekanı idi. Mimar olduğum ilk yıllarda demişti ki ‘Toplum denilen kalabalığın içinde çevreni ite kaka kendine bir yer edineceksin.’ Çok zordu ama hepimiz o zorluğun üstesinden gelmiştik.

Çok iyi arkadaşım olan Uğur’la küstük bir de. Ben ona hakkımı helal ediyorum. Hepsine helal ediyorum. Engin, Haldun,Uğur, Ercan, Tarık ve Haydar… Aydın, yurtsever, zıpkın gibi arkadaşlardı. Ama hem de melek gibi çocuklardı. Allah Rahmet Eylesin hepsine.   

ARİF ATILGAN 2025 TEMMUZ

 https://atilganblog.blogspot.com/2025/07/kaybolan-eski-arkadaslar-1965-yl.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/kaybolan-eski%CC%87-arkada%C5%9Flar

 


15 Temmuz 2025 Salı

 İskeleler

SUADİYE İSKELESİ

Suadiye, Kadıköy ilçesinin bir mahallesidir. Doğusunda Bostancı, batısında Erenköy, kuzeyinde Şemsettin Günaltay Caddesi (Minibüs caddesi) ve güneyinde Marmara Denizi bulunur.

Osmanlı zamanında Anadolu yakasındaki tek yol Bağdat Yoludur. Yani şimdiki Bağdat Caddesi… Çevre bağlık bahçeliktir. 1872 yılında Haydarpaşa’dan Pendik’e ray döşenir ve tren çalışmaya başlar. Suadiye’ye istasyon yapılır. Tüm istasyon çevrelerinde olduğu gibi burada da yerleşim çoğalır.

1880’lerin sonlarında İdare-i Mahsusa zamanında Anadolu Yakası’nda Pendik’e kadar vapur çalışmaya başlar ama Caddebostan ve Suadiye iskeleleri henüz yoktur.

1905 yılında zamanın Maliye Nazırı Reşat Paşa genç yaşta ölen kızı Suad Hanımın anısına bir cami yaptırır. Adını Suadiye Camii koyar. Bir süre sonra çevrede yerleşim çoğalır. Buraya da camiinden dolayı Suadiye Mahallesi denir.

1910 yılında Seyr-i Sefain İdaresi kurulur. Ama yine Suadiye iskelesi yoktur.

1929 yılında jandarma binbaşılığından emekli olan Mustafa Güler isimli şahıs Suadiye sahilinde satın aldığı 80 dönümlük araziye plaj ve tesislerini inşa eder. Daha sonraki yıllarda plajın üst kısmına Suadiye Oteli yapılır.

1933 yılında AKAY İdaresi şehir hatlarını üzerine alınca iskeleler çoğaltılır. Yeni yapılan Suadiye İskelesi’ne de vapur çalışmaya başlar. AKAY’ın açılımı Adalar, Kadıköy, Anadolu yakası ve Yalova kelimeleridir.

                                Suadiye İskelesi’nde Suadiye Vapuru. 1965 Sonrası.

İskele kıyıdan yaklaşık 100 m açıktadır. Diğer bazı iskeleler gibi burada da vapurların yanaşabileceği derinliğe ancak bu şekilde ulaşılmış. Suadiye Plajı’nın sahibi gazetelere ilan verip Avrupa Yakasındaki vatandaşların Köprü İskelesinden vapurla Suadiye’ye kolay ve rahat gelebileceklerini açıklar.

1939 Tarihli Vapur Tarifesi Kapağı

29 Haziran1934 günü Suadiye İskelesi tarihi bir gün yaşamıştır. Dönemin İran Şahı Rıza Pehlevi Atatürk’ün misafiri olmuş, ikisi birlikte Sakarya motoruyla Suadiye İskelesine gelmiş, Plaj Gazinosunda istirahat etmişler. Yıllar sonra burası Suadiye Aile Çay Bahçesi sonra da Çüş isimli mekan olmuştur.

                                                  Şah Rıza Pehlevi ve Atatürk.

1950’lerde Köprü’den kalkan vapur Moda, Kalamış, Caddebostan, Suadiye, Bostancı’ya gider ve dönermiş.

1960’lı yılların ikinci yarısında iskele kapatılır. Yukarıdaki ilk fotoğrafta Suadiye vapuru görülüyor. Bu vapur 1965 yılında denize indirildiğine göre iskelenin çalışması 1965-1970 arasında sonlandırılmıştır. Ancak Suadiyeliler iskeleyi hava almak amacıyla kullanmaya devam ederler.

1971 yılında İskeleyi kiralayan Suadiye Yelken Kulübü sağ taraftaki çakıllık alanı da düzenleyip kullanmaya başlar.

Suadiye Yelken Kulübü

1980’li yıllarda deniz doldurulup 1985 yılında sahil yolu açılınca SYK belki de dünyadaki tek deniz kıyısı tesisi olmayan yelken kulübü durumuna girer.

1966 Yılında İskele ve 2025 Yılında İskeleden Kalan Kalıntı

Birkaç anımı anlatayım o yılları iyi canlandırabilmek için.

Bağdat Caddesi ve çevresi 1970’lerde henüz apartmanlaşmamıştı. Bahçeli evler çoğunluktaydı. Örneğin, sadece Göztepe-Şaşkınbakkal arasındaki bazı binaların altında dükkan vardı.

Şaşkınbakkal’da tren yolunun biraz yukarısında kardeş olan arkadaşlarımız Emin ve  Ender otururdu. Emin üniversiteden kimyacı arkadaşımız, Ender de onun iktisatçı kardeşiydi. Bostancı’daki sandalımız kışın onların tek katlı evlerinin bahçesinde dururdu. Yaz başında diğer arkadaşlarla orada toplanır sandala önce zımpara çeker sonra ahşapların aralıklarına  üstübüyle kalafat yapar sonra astar ve boya sürerdik. En sevmediğim kısım en zor tarafı olan zımpara işiydi. O işi hakkıyla yapmadan da sonrakiler sağlıklı olmazdı. Aramızda bu işi en iyi yapan Ender’di. Boya işi bitince küpeşte ve iç taraflar verniklenir, altına zehirli çekilir ve sonunda borda  çizgisi yapılırdı. Yani teknenin suda kalacak alt kısmı zehirli boyayla boyanır onun üst sınırına mavi boyayla ince bir çizgi çekilirdi. Borda çizgisi… İşte o çizgiyi sadece ben  çekerdim. Zira içlerindeki tek mimar bendim. Sonra da bir kamyonetle Bostancı’ya götürülüp denize indirilirdi. Emin’le Ender’in babası Hacı Amca bize şakalar yapar anneleri ise terliyken su içmememizi tembihlerdi.

Suadiye’den Bostancı’ya giderken tren yolu ile Bağdat Caddesi arasında büyük bir alan vardı. Taç Spor tesisleri denilen bu alan sürücü kursu olarak kullanılırdı. Karşı sırasında da bahçesinde süs havuzu olan bir ev. Bayılırdım böyle evlere.  

Taç Spor Tesisleri Sürücü Kursu İdi.

Denize inen her sokak kıyıda biterdi. Deniz doldurulup sahil yolu yapılmamıştı henüz. Böyle bir sokakta, deniz kıyısından ikinci evin bir katını 4-5 arkadaş kiralamıştık. Hepimiz bekardık ve para kazanıyorduk artık. İki katlı evin ayrı merdivenle çıkılan ikinci katıydı. Orada sabahlara kadar yaptığımız içkili muhabbetlerde memleketi kurtarırdık. O sohbetlerde çokça konuştuğumuz ‘Aydın İhtilali’ konusunu hala hiçbir yazarın işlediğine rastlamadım.

Suadiye Plajı ise eşimle tanıştığımız yerdir. 1970’lerin ikinci yarısı… Özeldir.

Suadiye İskelesi’nin kalıntısı var bugün... Denizde ucu kalmış. Israrla ‘Ben buradaydım’ diyor insanlara.  

Suadiye İskelesi’nden Kalan.

İskelenin kalıntısı dışında yukarıda yazdıklarımın hiçbiri bugün yok. Kalabalık, trafik, binalar hatta yüksek binalar var. Bahçeli evler, yalılar mazide kalmış. Havuzlu evler diyeceğim de yanlış anlaşılacak. Yüzme havuzu sanılacak. O yıllarda süs havuzu olurdu bahçelerde. İçinde kırmızı balıkları olan. Yukarıda bahsettiğim… Hiçbiri yok artık.

Beni tanıyanlar bilir. Derdim Kent Hafızasını canlı tutmaktır. İskele bahane… 

ARİF ATILGAN 2025 TEMMUZ

 https://atilganblog.blogspot.com/2025/07/suadiye-iskelesi-suadiye-kadkoy.html

https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/suadi-ye-i-skelesi

 

 

 


4 Temmuz 2025 Cuma

 Kent Hafızası

DONDURMACILARIM

1960 yılının haziran ayı. Yeldeğirmeni Kemal Atatürk Ortaokulu’nda okuyorum. Bitirme sınavlarına giriyoruz. O yıllarda ilkokulun, ortaokulun ve lisenin son sınıfını bitirirken sınavlar olurdu. O gün Tarih-Coğrafya-Yurttaşlık Bilgisi sınavı var. İçeride öğretmenimiz Nevzat Aydınlı ve iki tane de diğer sınıfların hocası bulunuyor. O yıllarda diğerlerine ‘mümeyyiz’ denirdi. Sorulara doğru cevap veriyordum. Sonunda şimdi anımsayamayacağım bir soru soruldu. Cevabı biliyorum ama ‘Ya yanlışsa’ diye söyleyemiyorum. Ortam geriliyor. Nevzat beyin öğrencileri bilir. Öğrenci kalacaksa sıkıntıdan bir sigara yakar. Bunu ders yılında da sık sık söylerdi zaten. Ben sustukça yüzü ciddileşiyor. Sonunda sigarasını paketten çıkarıp ağzına koyuyor. İçimden ‘yandım’ diyorum. Ama aklıma gelen cevabı da bir türlü söyleyemiyorum. Bulunduğumuz sınıf Taşlıbayır Sokağı’na bakıyor. Sokaktan arada bir seyyar satıcılar geçiyor. Kimi ‘Pyaaaaaaeesoaaaan (Patates Soğan)’, ‘Zerzaaatçı (Zerzevatçı)’, ‘Skileralyooooom (Eskiler Alıyorum)’, ‘kaaaayciiii (Kalaycı)’, ‘Lastikaaaapçiii (Plastik Kapçı) gibi… Plastik Kap satıcısının sesi devamlı geliyor. Belli ki yorulmuş. Dinleniyor. Arada bir bağırmaya devam ediyor. Diğer öğretmenlerden erkek olanı ‘Yahu ne satıyor bu adam? Alın bütün malını da kurtulalım şundan.’ Diyor. Ben hangisi neci gayet iyi anlıyorum da kendi derdimle meşgulüm. O sırada en beklediğim ses gelmez mi? ‘İşneklataymak (Vişne çikolata kaymak)’. Üstü tenteli mavi dondurma arabasıyla Abdullah Ağbi. Kadın öğretmenin canı çekiyor sanırım. ‘Dondurmaa Kaymak’ diye o da tekrarlıyor Abdullah Ağbinin bağırtısını. Yaz başlamış. Hava sıcak. Çocukların en bayıldığı şey. Dondurma. Hele Abdullah Ağbinin dondurması. Canım çekiyor. ‘Ne olursa olsun söyleyeyim şu aklımdaki cevabı da dışarı çıkayım. Abdullah Ağbi gitmeden yetişeyim.’ Diyorum içimden ve söyleyiveriyorum aklıma gelen cevabı.

Nevzat Bey’in içinden ‘Oh’ çektiğini hissediyorum. Sigarasını yakmıyor. Tekrar paketine sokuyor. O da ben de diğer öğretmenler de hep birlikte rahatlıyoruz. Sevgili hocam ‘Heyecanlandırdın beni’ diyor. Diğer hocalar da bir şeyler söylüyor. Dışarı çıkıyorum. Arkadaşların sorularına da cevaplar veriyorum. Sonunda Dondurmacı Abdullah’ı kaçırıyorum.

                                                      Sokak Dondurmacısı

Esas konumuza gelelim.

Dondurma… O yıllarda yapılana su dondurması denirdi. En basit anlatımla… İç içe silindir şeklindeki iki kazanın iç taraftakine meyve püresi ile su konur, kaplar arasına buz parçaları doldurulur, içteki kap sağa sola elle çalkalanarak malzemenin karışım şeklinde donması sağlanır. Kaymaklı dondurma sütle, çikolatalı dondurma süt ve kakaoyla yapılır. Bir  de şeker tabii ki. Usul aynı. O kapları dondurma arabasına koyarlar. Erimeyi geciktirmek için havlulara sarıp izolasyon yaparlardı. Bu yüzden dondurmacılar aradaki buz ve kazandaki dondurma erimeden ürünü satıp bitirmek için acele ederlerdi. Genellikle ter içinde olurlardı bu sebeplerden.

1957’ye kadar Fatih’te oturuyorduk. Dondurmayla tanışmam orada olmuştur. Saraçhane’de alt geçit ile belediye binası yoktu henüz. Kavşağın Fatih Kaymakamlığı tarafında masalarda dondurma yenen bir bahçe vardı. Babam bazı akşamlar oraya götürürdü bizi ailecek. Dondurma bardağında, metal düz dondurma kaşığıyla yerdik. 10 yaşımda Yeldeğirmeni’ne taşındık. Sonrasında da Abdullah Ağbinin dondurması…

Üniversite yıllarımda delikanlı olmuştum ya… Erkek adam dondurma mı yerdi? Yumuşak, tatlı bir şey. Kızlar ve  çocuklar yerdi onu. Yani çevreye uymuş, dondurma yemeyi bırakmıştım.

                     Torunum Küçükken. Hem Kız Hem Çocuk. Mutluluğa Bakar Mısınız?

Ta ki evlenene kadar. Eşim her kadın gibi dondurmaya bayılıyor. Dolayısıyla ben de tabii ki. Bazen eve de paket şeklinde alıyoruz üstelik. Bu sebepten iyi dondurmayı anlar oluyorum ve öylesini bulduğumuzda da oraya dadanıyoruz.

O günlerden bugünlere iyi dondurmacı olarak bellediklerimizi sıralarsam eğer… Moda’da Ali Usta (1980’ler), yıllarca Kınalıada’ya denize gittiğimizde mutlaka uğradığımız dondurmacı Ömer Usta (1980-1990’lar), Bostancı Kasaplar Çarşısı’nda Hafız Amca (1980’ler), Onun yanında çalışan bir çocukken büyüyüp ayrılan ve ilk dükkanını Nokta durağı yolunda açan bugünün ünlü dondurmacısı Yaşar Usta (1990’lar), Esenköy’de meydandaki dondurmacı (1990’lar), Ezine’de oradakilerin pek önemsemediği belediyenin yanındaki çay bahçesinin dondurmacısı (2000’ler), Suadiye Kurudere Sokağı’ndaki dondurmacı (2010’lar) ve Yalova’nın Balım-Tadım dondurmacısı (2020’ler)… Bazıları artık yerinde yoktur belki ama her birine belli sürelerde abone olmuşuzdur.

                                                 Dondurmacı Hafız (Hıfzı) Yorgun

Günümüzde teknik ilerledi. Elle değil elektrikle karıştırılıyor dondurma kazanları. Bir de seyyar dondurmacılar pek yok artık. Dolayısıyla eriyecek diye koşturan satıcı da yok. Dükkanlarda soğuk hava tesisatı var. Malzemeyi bitirme derdi kalmamış.

Ama eski su dondurmasını bulamazsınız günümüzde. Su dondurması yediğinizde susamazdınız. Hatta susuzluğunuzu giderirdi o dondurma. Bugünküler öyle değil. Onlara çabuk kıvam alması için krema katılıyor. Krema uzun süre erimemesine de yarıyor. Bu yüzden günümüzde dondurma yediğinizde üzerine su içesiniz gelir. Bir de kremanın halisliği meselesi var ki o konumuzun dışında kalsın. Yine de fikir vermek için söyleyeyim. Eşim krema satın almaz, süzme yoğurt ile kendine özel bir üretim yapar.

Kadınlar ağızlarının tadını iyi biliyor. Onlara uyan çocuklar da… Oğlumun ve torunumun dondurma yemelerini unutmam mümkün değildir. Hele kız olan torunumun.

Son söz… Ey erkekler dondurma güzel bir lezzettir. Farkına varın. Uzak kalmayın.

ARİF ATILGAN 2025 HAZİRAN