Köşe Yazısı
HİJYEN KONUSU
Medya haberlerinde görüyoruz.
Hastanelerin Acil Servisleri hep doluymuş. Bulaşıcı hastalık tehlikesiyle karşı
karşıya olduğumuz vurgulanıyor.
Eski yıllara gidiyorum.
Neredeyse her yeme-içmeci vitrininde “Bulaşıkçı Aranıyor” ilanı bulunurdu. Bu
kişiler sık iş değiştirdiği için devamlı bulaşıkçı aranırdı o yıllarda.
Bugünlerde böyle bir ilan görüyor musunuz? Belli ki böyle bir ihtiyaç yok
artık.
1990’lar… Arkadaşımın oğlu
sünnet olacaktı. Rica etti, beraber mekan aramaya başladık. En lüks yerleri
dolaşıyorduk. Boğaza nazır mekanlarda bile sanayi tipi bulaşık makinesi yoktu. Neredeyse
tüm mekanlarda bulaşık yıkama sorunu vardı.
Elle ne kadar olacaktır
bulaşık işi. Belli ki önce temiz kaplarla servisler yapılıyor. Sonra gelenler
gidenlerin bulaşık kaplarından yiyorlardı.
Kadıköy’de bir mekanı mimarlık
bakımdan inceliyordum. Tanıdığım kimselerdi. Beni mutfağa da sokmuşlardı.
Gördüklerimi anlatmayayım. Ama o mekanın sokağa da taşan masalarını bir
görseniz. Mutfağın tersine tertemiz.
Hijyen Elleri Yıkamakla Başlar
Örnekler vereyim. Hem iyi hem
kötü…
Yıllardır gittiğim lahmacuncu
da sadece lahmacun yiyip kalkıyoruz hanımla. Lahmacunu üzerine kağıt koydukları
tepsiyle getiriyorlar. Yiyorsunuz. Sonra kağıdı atıp tepsiyi tekrar mutfağa
götürüyorlar. Halbuki servise giden her kap doğru bulaşığa gönderilmelidir.
Tuzla’da yıllardır aynı
köfteciye gidiyorum. Orada da ekmek arası yaptırıp masada oturarak yiyoruz.
Yalova’da bir dönerciyi
anlatayım. İyi havalarda kaldırıma koyduğu masada yiyoruz. Yine ekmek arası
tabii ki. Dükkanın döner pişen tarafı sokağa duvarsız. Yani döneri yapan kişi
yarı dışarıda. Olabilir. Sıcak çünkü çalıştığı yer. Bir gün dönercinin, yanına
gelen martıyı döner parçalarıyla beslediğini gördüm. Ama eliyle gagasına
besliyor. Sonra o eliyle döner kesiyor. Yahu dedim. Bu hayvan o gagasını boka
da batırıyor leşe de…
Bağdat Caddesinde bir
pastanede oturuyoruz. Ben simit severim. Simit istedim. İlle de o simidi dört
parça yapıp tabakta servis edecekler. Ama tabakları pis. Anlatayım. Israrla ben
elimde yiyeceğim dememe rağmen bildikleri gibi tabakta dört parça getirdiler. Yanında
çatal da var. Eşim her yerde hır çıkarmama kızıyor. Hadi ses etmeyeyim dedim.
Ama tabak ıslak. Çağırdım garsonu. Tabak yıkanmamış demedim kırmamak için “Tabak
ıslak. Ben zaten elde yemek istiyordum” dedim. Cevap vermeye tenezzül etmeden
tabağı aldı. Bekliyorum. Sonunda eşim kızsa da hır çıkarmaya karar vererek önde
camekan olan tezgahın oraya gittim. “Bana tek bütün, kesilmemiş simit verin.
Elde yiyeceğim.” Diyecektim ki tezgahın arkasındaki görevlinin avucuyla benim
tabağı silip ıslaklığını yok etmeye çalıştığını gördüm. Hır çıktı tabii.
Kadıköy’de AVM’deyim. Ünlü bir
mekanın kafesinin koltuklu bölümünde oturup çay söylüyorum. Çayın yanına
koydukları minik kurabiye iki parça olmuş. Belli ki bir önceki müşteriden
artmış. Aynen onu bana göndermişler. Çağırıp söylüyorum garsona. Değiştiriyor
ama bende iştah kalmıyor. Yemiyorum. Başkasına vermesinler diye paramparça yapıyorum.
İstanbul'daki evimin yakınında
bir zincir dönerci var. Orada tabakta güvenerek yiyorum. Bir de Yalova’da balıkçımız
var. Izgara balık yiyoruz. Ama ayıp olmasın diye salata da söylüyorum. Ben
prensip olarak mutfağa arkamı dönerek otururum. Eşim görür oraları. Bir gün
dediki “Anlatmak zorundayım. Salatayı avucuyla tabağa koyuyor.” Ne yapayım
artık o salatayı da söylemesek olmayacak. Bol limon sıkarak idare ediyoruz.
Kafelerde, çay bahçelerinde bardakları
çalkalıyorlarsa şükredin. Eskiden
bardaklar önce sabunlu suyla sonra duru suyla yıkanırdı. Çayı doldurmadan önce
mutlaka sıcak suyla içi de dışı da iyice çalkalanırdı. Yalova’da hep oturduğumuz
çay bahçesinde ocaktan çaylarımızı kendim alıp masaya getiriyordum. Tabii sıcak
suda bardakları çalkalatarak. Sahip değiştirdiler, yeniler beni tanımıyor. “Git
otur Ağbi. Getiriyoruz” diyorlar. Sonuçta sahile inerken çayımızı evde yapıp
termosa koyuyor ve çimenlik bir yerde portatif sandalyelerimize oturup
keyfimizi yapıyoruz artık.
Tiyo vereyim. Temiz ve leziz çay-kahve
kahvehanelerde var. Deneyin. Üstelik daha ucuz.
Bir de Yalova’daki
simitçimizden bahsedeyim. Simit, poğaça ve kek yapıyor. Pencereden alıp
gidiyorsunuz. Oturmak filan yok. Tertemiz ve lezzetli. Çay keyfimizi
simit-poğaça-kek üçlüsüyle sahilde yaşıyoruz.
Yeme-içmecilerde bulaşıkçı
aranmıyor artık. Belli ki gerek yok. Konumuz hijyen diye başka şeylerden
bahsetmiyorum. Örneğin pastane yağı diye bir şeyi bana pastaneci dostum
söylemişti. Anlayabildiğime göre kızgın yağ içinde kızartma yapanlardan kullanılmış yağları toplayıp tenekelere
doldurup pastanelere satıyorlarmış. Eğer yediğiniz şeyler midenizi yakıyorsa
odur. Kimyasal tarafını araştırın.
Elemanlara pek girmeyeyim ama
yine de dişini, burnunu karıştıran, eline hapşırıp yıkamayan, arkasına bastığı
ayakkabısından ayağını çıkarıp kaşıyan, kedi-köpek sevip servis yapan… Ama en
ilginci hijyen için kullandıkları eldiveni yere düşürüp tekrar eline takıp
kullananlardır sanırım. Yani neyi ne için yaptıklarının bilincinde değiller.
Şaka bir yana. Bu işin çok detaylı
yönetmeliği olmalıdır. Açılacak dükkan adeta tarif edilmelidir.
Sevgili dostlar. Bu iş eğitim
işidir. Çocuk yaşta okullarda hijyen öğretilmelidir. Bir restoran çalışanı
kendisi için de hijyen şartı aramalıdır. O şartı aramayan yani bilmeyen birinden
temizlik bekleyemezsiniz. Zoraki olmaz bu işler.
Sakın “Ağbi Avrupa’da…”
demeyin bana. Onlar çok daha pis. Paris’te en yeme-içmecilerin olduğu yer olan Saint Michel’de baş
parmağı yemeğin içine batarak tabak getirmişlerdi.
Sonuç… Eğitim vs hepsi olmalı.
Ama sık ve sıkı denetim yapılmalı. Aksi takdirde herkes herkese hastalık
bulaştırır. Biz de hastanelerdeki kalabalığa “Bulaşıcı hastalık mı var?” der
dururuz.
ARİF ATILGAN 2025 MAYIS
Not: Yazının tamamı gerçektir.
Abartı yoktur.
http://atilganblog.blogspot.com/
https://arifatilgan.wixsite.com/arifatilgan/single-post/hi%CC%87jyen-konusu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder