HAYDARPAŞA VE CUMHURİYET
Arif Atılgan
1872 yılında Haydarpaşa’dan Pendik’e kadar demiryolu döşenmiş, tren seferleri başlatılmış ve Tarihi Haydarpaşa Çayırı’nda, şimdiki Et ve Balık Kurumu yakınındaki bir alana, İlk İstasyon Binası inşa edilmişti. Osmanlı Devleti bir süre sonra bu hattı ekonomik ve teknik bazı sıkıntılar sebebiyle işletemez duruma girmiş ve 1880 yılında Mösyö Sfeelder ve Ortakları adlı bir İngiliz Şirketi’ne kiralamak zorunda kalmıştı. Şirket demiryolunu Adapazarı ve Ankara’ya kadar uzatma hakkı istemiş, ancak Osmanlı Devleti günün siyasal koşullarından dolayı bu hakkı vermemişti. Bu durumun duyulması üzerine, demiryolu hattının Ankara’ya kadar uzatılması işine başka devletlerin de yoğun ilgisi oluşmaya başlamıştı. Sonuçta Osmanlı Devleti Alman Deutsche Bank’ın ortak olduğu Prusyalı Alfred Von Kaulla’ya bu hakkı vermişti. Önceki kiracı olan İngiliz Şirketi kendilerine öncelik tanınması gerektiğini ileri sürerek bu duruma itiraz etmiş, ancak itirazları dikkate alınmamış, hesaplanan tazminatları verilerek hatta el konulmuştu. Almanlarla ortak olan Kaulla 24 Mart 1889 tarihinde Anadolu-Osmanlı Demiryolu Şirketini kurmuş, Haydarpaşa-Ankara hattının inşaat ve işletme hakkını alarak 1892 yılında demiryolunu Ankara’ya kadar uzatmıştı.
Görüldüğü gibi 1880 li yıllarda Dünya Devletleri Haydarpaşa-Ankara arasına demiryolu döşemek ve bu hattı işletmek için yarışmaktadırlar. Osmanlı Devleti hükmünü sürdürmekte, tüm Dünya Devletleri tarafından bilinmekte ve tanınmaktadır. 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM nin kurulmasına, 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara’nın Başkent olmasına ve 29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanına daha onlarca yıl vardır. Ayrıca böyle bir şey o yıllarda hiçbir şekilde gündemde yoktur. Atatürk 1881 yılında daha yeni doğmuştur. Yerleşim durumuna bakıldığında ise, 40 yıl sonra Cumhuriyet’in ilan edildiği yıllarda bile az sayıda bir nüfusun Ankara Kale’sinin içinde ve etrafında oluştuğu, ovanın daha çok bataklık, sazlık bir durumda bulunduğu herkes tarafından bilinmektedir.
Sanki 1880 li yıllarda 1920 li yıllar hissedilmiştir. Henüz ortada ne Gar Binası vardır ne de Cumhuriyet.
Farkında olmadan Haydarpaşa ile Cumhuriyetin ilk ilişkisi o yıllarda kurulmuştur.
1892 yılında Haydarpaşa-Ankara hattının çalışmaya başlaması ile daha çok mal haraketi hızlanmış, giderek rıhtımda liman ihtiyacı oluşmaya başlamıştır. Bunun üzerine yapılan liman tesisleri 14 nisan 1903 tarihinde zamanın Padişahı 2.Abdülhamid tarafından açılmıştır. Bu arada demiryolu hattı Bağdat ve Mekke’ye kadar uzatılmıştır.
Ancak 2.Abdülhamid ilerleyen yıllarda liman tesislerinin gösterişsiz olduğunu tesbit etmiş ve 'Bunca km demiryolu yaptım memlekete, çelik rayların ucu Haydarpaşa'da. Koca binalarıyla liman yaptım, yine belli değil. Bana o rayların denize kavuştuğu yere öyle bir bina yapın ki, ümmetim baktığında 'buradan bindinmi hiç inmeden Mekke’ye kadar gidilir' desin' demiştir. Bu sözler üzerine iki Alman mimar Otto Ritter ve Helmut Cuno’nun tasarımıyla Gar inşaatına 30 Mayıs 1906 tarihinde başlanmış 19 Ağustos 1908 tarihinde de bitirilmiştir.
1914-1918 yılları arasındaki 1.Dünya Savaşı sırasında, Haydarpaşa Limanı ve Gar’ı kullanılarak, Anadolu’daki Türk Birlikleri’ne İşgal Kuvvetleri’nden gizli bir şekilde cephane sevkiyatı yapılmıştır.
Yani Haydarpaşa’nın Cumhuriyet’le ilişkisi artık somutlaşmaya başlamıştır.
1.Dünya Savaşından sonra Osmanlı’nın mağlup çıkmasını fırsat bilen İngilizler 15 ocak 1919 tarihinde Haydarpaşa Garı’na ve Gebze’ye kadar olan hatta el koymuşlardı. Gebze’den Haydarpaşa tarafına giden vagonlarda arama yapıyorlar, Türk Subayları’nı o istikamete geçirmiyorlardı.
TBMM, Cumhuriyet’in ilanından sonra Haydarpaşa Garı Umum Müdürlüğü’ne Atatürk’ün yakın silah arkadaşlarından Behiç Erkin’i tayin etmişti. Behiç Erkin Ankara'dan İstanbul’a gelirken, içinde bulunduğu tren Gebze’de İngiliz Görevliler tarafından durdurulmuş ancak kendisine herhangi bir engel çıkartılmamıştı. İlerleyen zamanda anlaşılmıştır ki subay olan bu görevliler terhis olduktan sonra Demiryolları İdaresinde iş bulmayı umud etmekteydiler. Sadece Gar’ın görevdeki Umum Müdürü Alman uyruklu Bay Hügnen tren hattını işletmeyi Türkler’in bilmediğini, bu işi ancak kendisinin başarabileceğini söyleyerek Behiç Bey’in moralini bozmaya çalışmıştı. Ancak Behiç Bey bu davranışlara aldırmamış, kendisini TBMM nin buraya atadığını ifade ederek kararlılıkla görevine başlamıştı. Bu şekilde 25 Eylül 1923 tarihinde İngilizler’den geriye alınan Haydarpaşa-Gebze Hattı Behiç Erkin ve Ekibi tarafından çok ta başarılı bir şekilde işletilmişti.
Haydarpaşa artık Cumhuriyet’le içiçe olmuştur.
Bu tarihten sonra başta Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal olmak üzere yerli ve yabancı Devlet Büyükleri Ankara-İstanbul hattını sürekli kullanmışlardı.Tren uzun yıllar en tercih edilen ulaşım aracı olarak yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti Ankara ile eski Osmanlı Devleti’nin Başkenti İstanbul arasında en yoğun ilişkiyi kurabilmişti. Bu ilişki dolayısıyla da Haydarpaşa Garı’nda sık sık Cumhuriyetin Yetkilileri görünür olmuşlardı.
1950 li yılların sonları ilkokulda okuduğum yıllar idi. Bir Pazar günü Kadıköy’deki tüm ilkokulları Haydarpaşa Garı’nın önündeki meydanda toplamışlardı. Ankaradan İstanbula trenle gelmiş olan zamanın Başbakanı Adnan Menderes Gar’ın önündeki merdivenlerden inmiş, bizleri selamlayarak önümüzden geçmiş ve motor iskelesinde bekleyen tekneye binerek Avrupa Yakasına geçmişti. İlk defa bir Devlet Büyüğü’nü Haydarpaşa Garı’nda görmüştüm.
Çocukluğumda bu tip eski kamu binalarını Dünya’nın oluşumundan beri varmış gibi hissederdim. Bu binalar bana yüksek tavanlarından dolayı görkemli, içerilerinde hep görmediğim bir yer kaldığını düşündüğümden dolayı da gizemli gelirdi. Her biri içimdeki bir çocuktu sanki. Bu sebepten olsa gerek, bazılarının yanına onları küçük gösteren dev yapılar inşa edildiğinde, her seferinde içimdeki çocuklardan birinin öldüğünü düşünmüşümdür. Zira yeni yapılan yapılar yanlarındaki eski binaların görkemini de gizemini de yok ederlerdi.
Bazen çocuk başıma Haydarpaşa Limanı’na balık tutmaya giderdim. Her defasında elimdeki mantara sarılmış misinamla Gar Binası’nın içine girer, çeşitli süslemelerle bezenmiş yüksek tavanlarını hayranlıkla seyrederdim. Bugün yine o yüksek tavanlara aynı hayranlıkla bakarken hala var olduklarını düşünür ve içimdeki çocuklarla birlikte mutlu olurum.
Cumhuriyet’in ilanının 85. yıldönümüne yaklaştığımız bu günlerde Haydarpaşa Gar Binası bir Uluslar Arası Sempozyum’un flamaları ile kaplanmıştır.
İstanbul’da Sempozyum yapacak mekan yokmuş gibi bu tarihi binanın içine 4 adet salon yerleştirilmiş, rayların üzeri ise kapatılarak açık sergi alanlarına dönüştürülmüştü. Ve Gar 100 yıldır yaptığı görevine ara vermek zorunda kalmıştı. Tarihi Haydarpaşa Garı’nda gerçekleştirilen sempozyumun düzenleyicileri arasında İTÜ, ODTÜ, Süleyman Demirel Üniversitesi, Gaziosmanpaşa Üniversitesi gibi Üniversitelerimizin bulunması ise düşündürücü olmuştur.
Halbuki Haydarpaşa Garı, Cumhuriyet Bayramı’nı beklerken Cumhuriyet’in al bayrakları ile süslenmeli ve Cumhuriyet’in insanları ile içiçe olmalı idi.
ARİF ATILGAN Kadıköy Gazetesi 24-30Ekim 2008
28 Ekim 2015 Çarşamba
SAHİLLERİN DOLDURULMASI
Aşağıdaki
satırlar 2004 yılının Ocak ayına ait Mimarlara Mektup dergisinde ‘Çifte
Havuzlarda Büyük Kulüp Marinası’ başlıklı yazımdan alıntıdır. Buraya aldığım
bölümde Büyük Kulüp ile ilgili kısımlar çıkarılmış, nokta nokta gösterilmiştir:
‘1970'1i yıllar köyden kente göçün çoğalması
ile dikkatleri çekmiştir. Taşı toprağı altın olarak nitelendirilen İstanbul, bu
göçten en fazla nasiplenen kentimiz olmuştur. 1960'lı yılların sonuna kadar bir
milyonu geçmeyen İstanbul nüfusu, 1970'1i yılların ortalarında 1,5-2 milyona
doğru sıçrayınca akla gelmeyen birçok sorun ortaya çıkmıştı. Bu sorunlardan bir
tanesi de plajların halka yetmemeye başlamasıdır.
İnsanlar,
denize girmek için özellikle hafta sonları kent dışına çıkıyordu. Her tarafı
deniz olan kentte halk, denizi, iskele kenarlarından görebilir hale gelmişti.
Halkı
denize kavuşturmak için Anadolu yakasının Kadıköy-Tuzla arası doldurularak
kilometrelerce uzunlukta bir sahil şeridi elde etmek düşünüldü. Burada piknik
ve park alanları, yürüyüş yolları, balık tutma terasları, denize girilecek
kıyılar, halkın sahip olabileceği küçük tekneler için tekne barınakları
oluşturulacaktı.
Doğaldır
ki, böyle bir amaçla da olsa denizin doldurulmasının kentimiz için çok önemli
riskleri vardı Aşağıda sıraladığım bu riskler göze alındı ve maalesef hepsi de
oluştu.
1.
Doğa katledilecekti, edildi: Bu amaç için doldurulan molozun çamuru, Marmara
Denizi'nin büyük bir bölümünü etkiledi. Denizin dibini kaplayan bu tabaka,
eskiden ıstakoz tutulabilen bu denizde yıllarca balık bile çıkmamasına sebep
oldu.
2.
Coğrafya yok edilecekti, edildi: Bu kıyılarda, bugün bile kara tarafına
bakıldığında fark edilebilecek küçük koylar, burunlar vardı. Bunların hepsi yok
olduğu gibi sahil adeta cetvelle çizilmiş bir şekle sokuldu. Ayrıca İstanbul'un
tek falez kıyı örneği olan Moda ve Salacak kıyılarında artık bu görüntü
hissedilemez hale geldi.
3.
Yalılar yok olacaktı, yok oldu: Yalı, parselinin en az bir cephesi denizle
sınır olan yapılara denir. Bu yapıların önü toprakla doldurulunca hepsi bir
anda bahçeli eve dönüştü. Dolayısıyla İstanbul'un olmazsa olmaz özelliklerinden
biri olan yalılar, yok edilmiş oldu.
İstanbul
için Haliç, Boğaz, Ayasofya vb ne derece önemliyse, yalılar da o derece
önemlidir. Yalıların yok olması, bu değerlerin yok olması kadar önemli bir
olaydır.
4.
Bu dolgu alanı başka yerlere kötü örnek olacaktı, oldu: Başta İstanbul’un diğer
kıyıları olmak üzere Türkiye’nin hemen her yerinde bu tip çalışmalar yapıldı.
Tüm
bu risklere karşın milyonu bulan bir insan kitlesi, denizle buluşturulmak
isteniyordu. İstanbul’da doğup denizi görmeyen insanlar oluşuyor, İstanbullu
denizden kopmaya başlıyordu. İşte doğruluğu yanlışlığı bugün bile
tartışılabilecek bu amaç için bütün riskler göze alınıp sahilin doldurulmasına
karar verildi ve 1980 li yıllarda işe başlandı.
20
yılı aşkın bir süredir sahilde dolgu, kazı, düzenleme, künk döşeme gibi birçok
inşaat faaliyeti devam etti. Bugün artık işler derlenip toparlanıyor. Ayrıca bu
sahilde kanalizasyon atıkları için bir arıtma tesisi yapıldı ve kanallar bu
tesise bağlandı. Her ne kadar fiziksel arıtma yapacak olan bu tesis ‘kimyasal
arıtma yapsa daha iyi olurdu’ diye eleştirilse de önümüzdeki yıl deniz eskisi
gibi pis ve kokulu olmayacaktır. Artık önümüzdeki yaz halkımız bu sahili
kullanabilecektir.
İşte
tam bizler bu alanı kullanmayı hayal ederken, buralar bazı etkin kurum ve
kişilere tahsis edilmeye başlanmış.
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………
Ancak
görülüyor ki halkımız kendi için yapılan bu sahillere sahip çıkmazsa, yakın bir
gelecekte çeşitli tahsislerle deniz kıyısı kapanacaktır. Yani denizle
İstanbulluların arasında yine bir duvar örülmüş olacaktır.
İstanbul
halkı, bu konuda önce bilgilenmeli sonra bilinçlenmelidir. Gerek STK ları ile
kurum olarak, gerekse kendileri birey olarak sahillerine sahip çıkmalı, yasal
ortamda yapılabilecek her şeyi yapmalıdırlar.’
ARİF
ATILGAN 2004 Ocak Mimarlara Mektup
YALOVA’DA
3 BEYAZ VİLLA
İşaretli
yerdeki üç parsele üç villa yapıldı. Sondaj ile zemin etüdleri yapıldıktan
sonra ruhsat başvurusu yapıldı ve ruhsatlar alındıktan sonra inşaata başlandı.
Önce arsalara hafriyat yapılacak alanlar çizildi.
Tuğlalar örülürken bahçe duvarlarının temellerinin betonları dökülüyor,
bodrum katın yalıtım işleri ve drenajlar yapılıyor.
Teras Çatı yalıtım işleri yapılıyor.
Mantolama çalışmaları, camlar, tesisatlar, parkeler, boya işleri yapılıyor.
Mutfak, banyo vs iç işler yapılıyor.
Dış cephe boyası yapılıyor.
Bodrum Kat:95M2
Zemin Kat :95M2
Arsa 430M2
Arsa 430M2
Tavan spotları her mekâna özel tasarım.Manzarayı görmek için yemek bölümü oturma bölümünden iki basamak yukarı kotta.
Bahçe 1-2 yıl sonra kendini gösterecek. Havuz evcil ve yabani hayvanların su içebilmeleri için kaşık gibi yapıldı.
2 No lu VİLLA. (Neşe Atılgan)
Bodrum Kat:95M2
Zemin Kat :95M2
Arsa 430M2
İmar Hakkı: Bodrum, Zemin, 1.normal, Çatı Katı. Emsale giren girmeyen alanlarla 500M2yiArsa 430M2
buluyor. Yalnız yaşayacak olan tek kişinin talep ettiği ihtiyacı kadar yapıldı. Merdiven kullanılmaması, konut alanının tamamının hissedilmesi için yatma ve yaşam mekanları aynı katta düşünüldü.
Plan
2 No lu Villanın görünüşü.
3 No lu VİLLA. (Nihat Atılgan)
Bodrum Kat:36M2
Zemin Kat :43M2
Arsa 430M2
Arsa 430M2
İmar Hakkı: Bodrum, Zemin, 1.Normal, Çatı Katı. Emsale giren girmeyen alanlarla 500M2yi buluyor. Yalnız yaşayacak tek kişinin talep ettiği ihtiyacı kadar yapıldı. Merdiven kullanılmaması, konut alanının tamamının hissedilmesi için yatma ve yaşam mekanları aynı katta düşünüldü.
3 No lu Villa görünüşü.
3 No lu Villanın içerden görüntüsü.
SONUÇ:
27 Ekim 2015 Salı
KUMLAR
VE ÇAKILLAR
Arif Atılgan
Geçtiğimiz günlerde
okuduğum bir gazete haberinde, Trakya’da yapılan 3. Havaalanı için Karadeniz’den kum temin edileceği yazıyordu. Havaalanı inşaatında drenaj ve
filtre amaçlı kullanılacak olan kumlar 5 adet Deniz Kumu Ocağından elde edileceklermiş.
Bu ocakların ikisi Çatalca Celepköyde diğerleri Çatalca Ormanlı Köyü,
Arnavutköy Balaban ve Yeniköylerde olacakmış. Kıyıdan 1 Km uzaklıktaki
ocakların her biri 20 hektarlık bir alanı kaplayacakmış. Toplamı 100 hektar olan
sahaların her birinden yılda 1 milyon ton yani 828.500 m3, beşinden yılda 5
milyon ton yani 4 milyon m3 ü aşkın kum üretilecekmiş. Proje süresi 5 yıl olduğuna göre
toplam 25 milyon ton yani 20 milyon m3 ü aşkın kumun denizden inşaat sahasına
taşınacağı belli olmaktadır. Yapılacak işin detayları da, anlatılan konu da beni
olumsuz anlamda çok etkiledi.
Projenin Şeması
1970 li yıllarda mimarlık
yanında inşaatçılık da yapıyordum. O yılların inşaatçılarının en beğendiği
çakıl-kum Karadeniz’de Podima açıklarından çıkarılan cinsti. Ancak kısa sürede Podima’da
çakıl kalmamıştı. Bu sefer Marmara denizine yüklenilmişti. Herkesin gözünün önünde
denize açılan kum-çakıl tekneleri vinçlerle denizden çıkardıkları kum-çakılı
deniz kıyısındaki depolarına getiriyorlardı. Malzemeler oralardan da inşaatlara
gönderiliyordu. Hep düşünürdüm bunun sonu ne zaman gelecek diye. Nitekim bir
süre sonra Marmara’da kum-çakıl bitmişti ki gelen malzemenin içinde bol
miktarda midye kabuğu vs çıkmaya başlamıştı. Denizin, doğanın kendi ürettiği
kum çakıl tüketiliyordu.
Podima Çakılı
1980 lerde kıyılar
doldurulmaya başlandığında bu konu daha da fazla canımı sıkmaya başlamıştı. 2004 yılında bu konuyla ilgili http://atilganblog.blogspot.com.tr/2015/10/sahillerin-doldurulmasi-asagdakisatrlar.html yazısını yazmıştım. İlk
önce Kadıköy’de başlanan kıyı dolgu çalışması daha sonra İstanbul’un, Marmara’nın ve Türkiye’nin birçok kıyısında
yapılmaya devam etmişti. Çok bakımdan yanlış bir uygulama olan kıyıların
doldurulup alan elde edilmesi işi için doğanın milyonlarca yılda ürettiği kum-çakıl
hoyratça yok ediliyordu.
Sonraki yıllarda beton
fabrikalarında kullanılan agreganın taştan üretildiğini öğrendiğimde doğadaki
kum-çakılın artık tüketilmemesine sevinmiştim. Ancak tüketim miktarı artınca aynı
tehlikenin doğal malzeme olan taş için de geçerli olduğunu bilmek gerekir.
Günümüzde, dikkatsiz kullanıldığından
oldukça azaldığı görülen doğal malzemelerin artık tüketilmemeleri gerekir.
Onların yerine geçecek malzemeler üretilmelidir. Örneğin: Kum-çakıl yerine Kentsel
Dönüşüm amacıyla yıkılan binaların molozları değerlendirilebilinir sanırım. Kaba
malzemeler ufalanarak yeni bir ürün elde edilebilinir. Hele drenaj filtre gibi
amaçlar için bu şekilde elde edilen malzeme çok rahat kum-çakıl yerine
kullanılabilinir.
Bu konuda Dubai de
yapılanlar örnek gösteriliyor. Dubai’de yapılan uygulamada bir yerden çekilen
kum başka bir yerde yine denizde kullanılmış. 3. Havaalanında denizden
çekilecek kum, karada kullanılacaktır. Drenaj amaçlı olduğundan zemin altında
tamamen yok olacaktır. Ayrıca başka yerlerde yapılanlar kesinlikle doğrumudur?
Doğadaki iri kayalar
çatlaklarına giren suların donarak hacimlerinin genişlemesiyle veya başka doğa
olaylarıyla parçalanmaktadırlar. Küçük kayalar rüzgar, yağmur etkisiyle
ufalanarak çakıl-kumları oluşturmaktadırlar. Ancak bu olay milyonlarca yılda
olur. Doğada bu kadar uzun sürede gerçekleşen kum-çakılın korunması gerekmez
mi?
Denizlerde,
akarsularda, çöllerde bulunan kum-çakıla hiç değilse bundan sonra değeri verilmelidir.
Bugüne kadar büyük bir değer bilmezlikle hoyratça harcanan kum-çakılın kıymeti
bilinmelidir. 50 yıl önceki kıyılarımızla bugünkü kıyılarımızın fotoğrafları
karşılaştırıldığında kaybolan kumluk çakıllık plajlarımızın miktarının fazlalığı
görülmektedir.
Bodrum’da Sedir
Adasının Kleopatra Plajındaki kumsalın çok değerli kumunu korumak için alınan
sıkı önlemleri gördüğümde şaşırmış ama mutlu olmuştum. Kleopatra Plajında kumsala
basılmıyor. Sadece denize giriliyor. Plajdan çıkarken denizdeki kumlardan üzerinizde
kalma ihtimali olanlar için de kesinlikle duş alınıyor.
Podima’nın kalan
çakılları günümüzde dekorasyon amaçlı kullanılmaktadır. Tüketimin artmamasını
dilerim. Gerek denizlerimizde gerekse akarsularımızda hızla tüketildiği için
azalan kum-çakılları bir gün Kleopatra Plajındaki gibi korumak gerekmez umarım.
ARİF ATILGAN EKİM 2015
17 Ekim 2015 Cumartesi
BAĞDAT
CADDESİ
Arif Atılgan
Osmanlıdan önce de
sonra da Üsküdar önemli bir yerleşim yeri olmuştur. Zira Avrupa yakasına en
yakın nokta olup buradan karşı kıyıya geçildiğinde Konstantinopolis’e sonraki
adıyla İstanbul’a ulaşılıyordu. Bu sebepten Anadolu yakası uzun yıllar
Üsküdar’a gidilen yol olarak kullanılmıştır.
Osmanlı ordusu
Anadolu’ya sefere çıkacağı zaman Padişah, Üsküdar’dan Ayrılıkçeşmesi’ne gelir Haydarpaşa
Çayırında hazır olan ordusuyla yola çıkardı. Kâbe’ye gidecek hacı kafileleri de
aynı yolu takip ederlerdi. Üsküdar-Ayrılıkçeşmesi arasındaki yola Tören Yolu
denirdi.
Cadde, Bostancıda tren
yolunun altından kara tarafına geçtikten sonra hemen sağa sapar, tren yolu
kenarından devam eder, Küçükyalı İstasyonunun yanından minibüs caddesine çıkar.
Minibüs caddesi yok iken kullanılan bu kısa mesafe esas Bağdat Yoluna aittir. Tabelasında
da Eski Bağdat Yolu yazar. Daha sonra yol tren yolu altından minibüs caddesine
bağlanmıştır.
Küçükyalı’da Eski Bağdat Yolu
1851 yılında Şirket-i
Hayriye kurulduktan sonra seyrek de olsa Kadıköy’e vapurun gelmesi bu yakada
yerleşimler olmasını heveslendirmiştir. Daha sonra 1872 de Haydarpaşa’dan Pendik’e
kadar ray döşenmiş tren çalışmaya başlamıştır. Trenden sonra yeni yerleşenler
olmuştur. Bu tarihlere kadar arazi durumunda olan Bağdat Caddesi etrafında tek
tük evler görülmektedir. Ancak buradaki esas yerleşim 1800 lerin sonlarından
itibaren gözükmeye başlamıştır. 2. Abdülhamid döneminin saray ileri gelenleri
çevrede araziler alarak köşkler yaptırmaya başlamışlar. Her yerde olduğu gibi
onların ardından ticaretle uğraşan kesim de burada yaşamaya başlamış.
1920 li yılların sonuna
kadar Kadıköy’de halkın piyasa ve eğlence yeri Kuşdili Çayırı idi. 1930 larda
alafranga eğlence popüler hale gelmiş, insanlar Mühürdar’da, Belvü’de açılan
gazinolardaki ve Kalamış Todori Meyhanesinin bahçesindeki dans pistlerine
gitmeye başlamışlardı. Daha sonra Moda’ya da giden insanlar artık deniz
kıyılarındaki mekânlarda zaman geçirmeye başlamışlardı.
1928 yılında Anadolu
yakasına elektrikle birlikte tramvay da gelmişti. 1930 lardan itibaren
Bağdat Caddesindeki Kadıköy-Bostancı tramvayı, gidiş geliş iki hat olarak
çalışıyordu. Ulaşım kolaylığı Bağdat Caddesi etrafını yapılaştırıyordu. 1930
larda Kadıköy Çarşı, Yeldeğirmeni, Moda’daki yerleşimler bile sayfiye
ağırlıklıydı. Dolayısıyla Kızıltoprak sonrasındaki Bağdat Caddesi çevresi de
sayfiye olarak kullanılıyordu.
1950 lerde çevreye 3 kat
imar gelmesi eski köşklerin yanı sıra yenilerinin yapılmasını sağlamıştır. Daha
sonraki yıllarda imar durumu 4-5 kata çıkarılmıştır. Bağdat Caddesi 1960 larda
nam kazanmış, Kadıköylülerin piyasa yeri olmaya başlamıştır. Buranın 1960 larda
namlaşmasının sebebi yüzlerce yıllık hikâyesi, kalan köşkleri, yeni inşa edilen
apartmanlarıdır. Yeni yapılan apartmanlar buraya özel olmuş, caddenin ün
kazanmasına katkıda bulunmuşlardır. 1965 yılında Kat Mülkiyeti Kanunu ile
Kadıköy’de de kat karşılığı inşatçılık başlamıştı. 1966 yılında tramvay
kaldırılmıştı. Bu yıllarda İstanbul Belediye'sinde Nazım Plandan sorumlu daire başkanı Mimar Aron Angel'dir. Buradaki geniş kaldırımlı, az katlı ferah düzeni O getirmiştir.
1970 lerde Bağdat
Caddesi hızla eski köşklerin yıkılıp yeni apartmanların yapıldığı bir döneme
girmiştir. 1980 lerde yapılaşma patlamış, sahillerin doldurulup yalıların önüne
yol yapılmasından sonra çevre sayfiye-yazlık özelliğini yitirmiştir. Aynı
yıllarda caddenin trafiği tek istikametli hale gelmişti.
1990 larda caddenin
esas kalabalık yeri Şaşkınbakkal-Caddebostan arası idi. Zaman geçirilen pastaneler de bu arada bulunuyorlardı. Caddebostan’dan sonra Göztepe’ye kadar ortalık
tenhalaşır Göztepe’den sonra oldukça sakin hale gelirdi. Diğer istikamette ise
Şaşkınbakkal’dan Suadiye’ye kadar ortalık tenhalaşır Suadiye’den Bostancı’ya
kadar oldukça sakin hale gelirdi. O
yıllarda en kalabalık kısım olan Şaşkınbakkal-Caddebostan arasındaki binaların
bile bazılarının zemin katları dükkân değil konuttu.
2000 ler Bağdat
Caddesinin Cadde adıyla anıldığı, kafeler ve restoranlarla dolduğu yıllardır.
2010 lu yıllarda 1999 depremine önlem olarak Kentsel Dönüşüm düşünülmüş
caddedeki binalar tek tek yıkılıp yerlerine yenileri inşa edilmeye
başlanmıştır.
Günümüzde Bağdat Caddesi
1960 lı yılların ilk yarısında mimarlık öğrencisi değilken, ikinci yarısında mimarlık öğrencisiyken Bağdat Caddesi çevresinde gezerek özellikle süs havuzlu köşkleri izlemekten keyif alırdım. O yıllardan başlayarak bu köşkler tek tek yıkılıp yerlerine apartmanlar yapıldı. İddia ediyorum köşkler kalsaydı yerlerine yapılan apartmanlardan daha değerli olurlardı.
Caddenin kuzeyindeki
diğer yol da Minibüs Yoludur. 1930 lardan itibaren ama ağırlıklı olarak 1950
lerden itibaren Bağdat Caddesi ile Ankara Yolu (E5 daha sonra D100) arasındaki
büyük mesafede yerleşimler olmuştu. Dolayısıyla iki caddenin arasında yaşayan
vatandaşların ulaşım ihtiyacı minibüslerle giderilmişti. Minibüs Yolu 1970
lerde bahçelerden taşan ağaç dallarının otobüslere çarptığı daracık köy yolu
durumundaydı. Bağdat Caddesinden bu caddeye doğru hızla gelişen yapılaşma
dolayısıyla buraya ortası refüjlü gidiş geliş bulvar şeklinde cadde
planlanmıştı. Sonraki yıllarda bu plan gerçekleştirildi.
Kent topraklarının her
tarafı değerli hale gelmiştir. Kadıköy’ün de öyle. Bundan böyle bazı bölgelerin
daha değerli olması o bölgenin tarihiyle, geçmişinin hikâyesiyle ilgili
olacaktır. Bu sebepten tarihi değeri olan çevrelerde koruma esaslı çalışmalar
yapılmalıdır. Canlandırma, yenileme gibi çalışmalar bu tip semtlerin kimliğini
yok etmektedir. Örneğin tarihi bir semt olan Yeldeğirmeni’nde yapılanlar çok
güzel bir kadının yüzünün çok güzel fotoğrafına yine çok güzel
sakal-bıyık-gözlük çizilmesi gibidir. Bağdat Caddesinde yapılan ise eski çok
güzel kadını tamamen yok edip yerine yeni “güzel” kadın koymak gibidir.
Bugün Bağdat Caddesinde
Kentsel Dönüşüm dolayısıyla buraya özellik veren binalar tek tek yıkılmakta
yerlerine yenileri inşa edilmektedir. Bağdat Caddesi kendine özellik katmış
binalarını korumazsa herhangi bir cadde gibi olacaktır. O zaman aynı tip
binaların inşa edileceği Minibüs Caddesi daha geniş olması sebebiyle Bağdat
Caddesinin önüne geçebilecektir. Hatta belki de Fikirtepe hepsinin önüne
geçecektir.
Bağdat Caddesindeki
binalarıyla tanınan Mimar Melih Koray’a küçük bir paragraf açalım. Çeşitli
kurumlar kendilerine yakın mimarları ve eserlerini ön plana çıkarıyorlar.
Hepsine saygı duyuyorum. Ancak Melih Koray’ın mimarlığı coşkulu, diğerlerinden
başka türlü. Donuk, alışılmış, gri değil. Bunun için de halk tarafından
beğenilip satın alınmış. Gelecek yıllardaki kuşaklar, Ona yaşarken hak ettiği
değeri vermeyen kuşak olduğumuz için bizleri eleştireceklerdir. Melih Koray’ın
hiç değilse Bağdat Caddesine kimlik kazandıran binalarını korumamız,
arşivlememiz gerekirdi.
Melih Koray Binası
Paris’in Champ’s Elysee
Caddesini övenlere ben hep Bağdat Caddesinin daha güzel olduğunu iddia
etmişimdir. Champ’s Elysee Caddesinin korunuyor, Bağdat Caddesinin korunmuyor
olması üzüntü vericidir.
Zamanla kentte
değişimler olabilir. Ancak kentin hafızası yok edildiğinde kişiliksiz hale
geleceği bellidir. Her yeni şey gibi yenilenen çevre hoşa gidebilir hatta marka
olabilir. Ancak yine her yeni şey gibi bu görüntü eskir ve tükenir.
ARİF ATILGAN Ekim 2015
11 Ekim 2015 Pazar
FENERBAHÇE
OLAYI
Arif Atılgan
3 Temmuz sürecini en
iyi özetleyen cümle Fenerbahçe Başkanının bir duruşmada söylediği cümledir: ‘Ne
şikesi, memleket elden gidiyor.’
3 Temmuz 2011 sabahı
Türkiye şok haberle uyanıyor. Aralarında Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın da
bulunduğu futbol camiasının önemli isimleri şike suçundan hapse
atılıyorlardı. Ülkenin tartışmasız en
büyük camiası ve başkanı şike yapmakla suçlanıyordu. Bu durumun adeta bir darbe
etkisinde olduğu belliydi. Bir şeyler sınanıyordu.
O tarihten sonra tüm
medyada kendilerine gazeteci ve yorumcu diyen kişiler her gün Fenerbahçe’yi ve
Başkanını didik didik ediyorlardı. Bir yerlerden birtakım bilgiler
elde edip vıcık vıcık saatlerce konuşuyorlardı. Bizim canımızı acıtan bunların
içinde çocukluğumuzdan beri hayranlık duyduğumuz eski futbolcularımızın da
bulunmasıydı. Yabancı futbolcularına istenen hapis cezaları kulüpten gitmelerine sebep oluyor, yerli oyuncular bile dağılıyordu. Kupayı Fenerbahçe'den almak için çok ince ayarlı bir çalışma yaptıklarından bahsedenler oluyordu.
Fenerbahçe Denizli’de,
İstanbul’da iki defa son maçlarda şampiyonluğu kaçırmıştı. Bu maçlar olağanüstü
oynanan maçlardı. Son maçta şampiyonluk kaçırdığı 3. maçı ise şike olayının
olduğu sezonda kendi sahasında Galatasaray’la yapacaktı. Galatasaray'ın hocasının cezası o maç için affediliyor, hakem olarak kolay kart gösteren hakem atanıyordu. Sonuç olarak Fenerbahçe şampiyonluğu kaybediyordu. Sözüm ona “ezeli
rakip, ebedi dost” ısrarla şampiyonluğunu o sahada kutlamak istiyor,
kutlatılıyordu. Oysa bugün, Galatasaray daha geçen hafta Trabzon’da galip geldiği
maç sonrası ‘Sahada sevinmeyelim ayıp olur’ diyordu.
Günümüzde yorumcular,
futbol lobisinin gösterilmek istendiği gibi Fenerbahçeli değil aksine
Galatasaray ve Trabzonlu olduğunu söylüyorlar. Bunu anlamak için şimdiye kadar ki tüm milli takım
hocalarına bakılması yeterlidir diyorlar.
Fenerbahçe ısrarla
‘Bizi küme düşürün’ diyor ama düşürülmüyordu. Çünkü ligin ekonomisi
çökerdi o zaman. Fenerbahçe camiası birlik olmuş, taraftarlar cep mesajıyla
kulübüne ekonomik yardım etmiş, karşısındakileri kahredercesine hep Aziz
Yıldırım’ı başkan seçmişti. Bilinmiyordu ki burası Fenerbahçe cumhuriyetidir.
Camia oyuna gelmemiş, Fenerbahçe için hapse giren başkanına sahip çıkmıştı.
Bu dönemde rakiplerden
özelikle sözüm ona "Ezeli rakip, ebedi dost" lardan beklenen, Fenerbahçe’ye
sahip çıkmak O’na yapılanın kendilerine yapıldığını kabul ederek davranmaktı.
Yapmadılar. Fenerbahçe yapardı.
9 Ekim 2015 tarihinde
bu süreç Fenerbahçe’nin galibiyetiyle son buldu. 3 Temmuz 2011 den beri
Fenerbahçe’nin aldığı tüm mağlubiyetler galibiyetidir artık. Ama insanlar
futboldan soğutuldu. Büyük maçlar bile boş tribünlere oynanır hale geldi.
Camia, ekranlarda
Fenerbahçe’ye saygılı konuşan rakiplerin yorumcuları ile Aziz Yıldırım’ı
ziyaret eden rakip yöneticilerini ayrı bir yere koyacaktır. Diğerleri ise layık
oldukları yerlerde kalacaklardır. Fenerbahçeliler layık olanların programlarına
gitmişler ve gideceklerdir.
Fenerbahçe’yi haksız
yere yurt dışına göndermediler. Şimdi başkaları ekonomik sebeplerden gidememe
tehlikesi yaşıyorlar. Karadeniz Bölgesinde, takım otobüsündeki Fenerbahçe kafilesi en yüksek
yöneticisinden malzemecisine kadar topyekûn yok edilmek istendi. Unutuldu, herhalde meczuba bağlanır. İstanbul’da iki oyuncusuna
kurşun sıkıldı. Unutuldu. O da yorgun kurşuna bağlanır biter gider. Yaşadığımız
tüm süreçten anlaşılan şudur ki eğer adil davranılsa, Türkiye’de futbol
Fenerbahçe ve diğerleri şeklinde oynanır.
Bugün bilgi getiren gazeteciler hapiste, özel mahkemeler tarihte, savcılar yurt
dışında, yorumcular ise artık evlerindedir. Yönetici sıfatı biten rakip yöneticiler kendi
camiaları tarafından dışlanmaktadır. Fenerbahçe ise dimdik ayaktadır. Tüm
Fenerbahçeliler camialarıyla gurur duymaktadır. Son sözü Fenerbahçe Başkanı çok önce söylemiştir: ‘Darağacında bile olsak son sözümüz Fenerbahçe olacaktır.’
ARİF ATILGAN Ekim 2015
9 Ekim 2015 Cuma
CİHANGİRLEŞEN
YELDEĞİRMENİ
Arif Atılgan
Medyada
Yeldeğirmeni’nin Cihangirleştiği yer almakta, semtin olumlu anlamda geliştiği
vurgulanmaktadır. Bu çeşit haberlerde birkaç yıl öncesine kadar Yeldeğirmeni’nin
sokaklarında yürümenin ürkütücü olduğu anlatılıyor. Avrupa yakasından da zaman
geçirmeye gelenlerin olduğu belirtilen semtteki bu değişim ile bir süre sonra Yeldeğirmeni’nin
İstanbul’un marka semti olacağı yazılıyor.
Hâlbuki Ben çok
önceleri olumsuz anlamda semtin Cihangirleşeceğini, buradaki uygulamanın “soylulaştırma”
olduğunu yazmıştım. Yine olumsuz anlamda yazdığım CANLANAN YELDEĞİRMENİ http://atilganblog.blogspot.com.tr/2015/05/canlanan-yeldegirmeni-arif-atlgan.html
yazımda marka semt yaratma çabasından bahsediyordum. Belli ki bazı yayınlar
yaptıkları haberin bilgisine sahip değiller.
Yeldeğirmeni gerçek bir
semt iken, üstelik tarihi bir semt iken durup dururken buraya Canlandırma
Projesi yapılmıştı. Defalarca Koruma Projesi yapılmalı diye yazmama rağmen
Canlandırmada ısrarlı olunmuştu. Önce semte 100 civarında resim atölyesi
getirilmişti. Bu şekilde semtin elitleştiği mesajı veriliyordu. Sonra bir boya
firmasıyla anlaşılmış cepheler tiyatro dekoru gibi boyanmıştı. Sözüm ona semtte
yaşayanlar mutlu ediliyordu. Daha sonra sokaklar kazılmış alt yapı elden
geçirilmiş yollara taş döşenmişti. Ancak o safhada bu işlerin orada yaşayanlara
değil sonradan semte gelecek olanlara yapıldığını anlatıyordum. Hatta cadde
kenarındaki kaldırımların genişletilmesinin sebebinin gelecek kafelerin
masalarını koyabilmek için yapıldığını da Eski Bir Yeldeğirmenliye Mektup
yazımda yazmıştım http://atilganblog.blogspot.com.tr/2015/06/kent-mektuplar-eski-biryeldegirmenliye.html.
Semtteki, Kadıköy’ün günümüze kalmış en eski sinema binası olan tescilli eser
Özen Sineması da kaçak tadil edilmişti. Sinemalıktan çıkarılan binada ayrı bir
eleştiri konusu olan TAK çalışması yapılıyordu. TAK’da Kadıköy tasarlanıyordu. TV
dizi, film çekimleri, etkinlikler, duvar resimleri vs yapılıyor, semt
tanıtılıyor, reklamı yani pazarlaması gerçekleştiriliyordu. Daha sonra bir anda
herkes semtte kafe açmaya başladı. Sonunda tarihi semt semtlikten çıkarılmış,
adeta plato gibi kabul edilerek eğlence merkezine döndürülmüştü.
Canlandırma Projesi
uygulanırken zaman zaman semtte yaşayanlarla toplantılar yapılarak yapılan
işler güya onlara danışılmıştı. İş bittikten sonraysa esnafla toplantılar
yapılmaya başlanmıştı. Çünkü: Artık yaşayanlara ihtiyaç yoktu. Zaten onlara
danışılarak yapılan uygulamalar da onlar için değil sonradan gelecekler için
yapılıyordu. Semtte yaşayanlar bu durumu ancak proje bittikten, yani iş işten
geçtikten sonra anlayabilmişlerdi.
Medya haberlerinde
vurgulanmak istenenin aksine Canlandırma Projesi çalışması başladıktan sonra
semt ürkütücü hale gelmiş, fuhuş yerleri açıldığı duyulmaya başlanmıştır. Proje
uygulaması bittikten sonra ise semt, mahalle sakinlerinin gece sokaklarında
yürüyemediği, evlerinde uyuyamadığı haldedir.
Bugün artık Yeldeğirmeni,
eskilerin yaşayamayacağı bir hale bürünmüştür. Kiralar yükselmiş kiracılar
gitmek zorunda kalmışlardır. Yaşam pahalı hale gelmektedir. Ev sahipleri
buradaki evlerini yüksek meblağ ile kiralayıp daha ucuz kiralı semtlere
taşınmaya başlamışlardır. Ancak ticarette bir kural vardır, alacak ile borç ödenmez.
Alacağınız kirayı alamazsanız kendi kiranızı ödeyemezsiniz. Sonunda daha önce
defalarca uyardığım şey olacak evlerini satarak yıllardır yaşadıkları semtlerini
terk edeceklerdir.
Bugün resim atölyeleri
yok olmaktadır. Kiralar yükseldiği için semti terk etmek zorunda kalmışlardır.
Onlar, Canlandırmanın ilk basamağı olarak kullanılmışlardı. Bugünkü kafeler de
aslında son basamak olarak kullanılmaktadırlar. Hedef Haydarpaşa Projesidir.
Haydarpaşa Projesi gerçekleştiğinde bugünküler de yerlerini yenilere terk etmek
zorunda kalacaklardır. O zaman Yeldeğirmeni bir bardak çayın 10-15TL ye
içildiği çevre haline gelecektir. Zira çok daha yüksek gelirli insanlar buralarda
yaşayacaklardır.
Bu yazdıklarım Kadıköy
Tarihi Çarşı ve Moda için de geçerlidir.
Haydarpaşa Projesinden
aynı şekilde etkilenmesi gereken Üsküdar korunmuştur. Üsküdar’ın Haydarpaşa’ya
en yakın yerleşimi olan Selimiye’ye gidildiğinde bozulmayan mahalle yapısı
hissedilir. Kadıköy korunamamıştır, korunmamıştır. Gelişmelerden belli
olmaktadır ki Kadıköy ilçesinin tamamı yeme-içme-eğlenme fonksiyonlu kırmızı
lekeli bölge olarak düşünülmüştür.
Kent mücadelesi
yapanların özellikle Haydarpaşa Projesine karşı çıkanların öncelikle
Yeldeğirmeni, Kadıköy, Moda’da yapılanlara karşı çıkmaları gerekir. En azından
TAK’a itiraz etmeleri, Özen Sinemasının eski haline getirilmesini sağlamaları beklenir.
Yeldeğirmeni semti, ufuktaki
güneşin batışı gibi gözümüzün önünde santim santim yok olup gitmektedir. Mahalle
yapısının bütün ışığı ve rengiyle..
ARİF ATILGAN EKİM 2015