31 Ocak 2014 Cuma
26 Ocak 2014 Pazar
OTOSAN ARAZİSİ
Mimarlara Mektuplarım
OTOSAN ARAZİSİ
Arif Atılgan
E-5 Otoyolu üzerinde, Fikirtepe kavşağının Çamlıca tarafındaki geniş alanda Türkiye’nin ilk otomobili olan Anadol’un üretildiği Otosan Fabrikası bulunmakta idi.
Ülkemizde, 1961 yılında TCDD’nin Adapazarı Vagon Fabrikasında Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in emriyle prototip olarak üretilen ve şimdi Eskişehir DDY Fabrikasında sergilenen Devrim marka otomobili saymazsak, ilk olarak fabrikada üretilen Türk otomobili Anadol'dur.
Cumhuriyet tarihimizin önemli işadamlarından Vehbi Koç, ortağı Bernar Nahum ile birlikte iş hayatına başladıkları ilk yıllardan itibaren, Türkiye’de otomobil üretmeyi düşünüyordu. 1966 yılında bu amaç gerçekleştirilecek duruma gelmiş ve İstanbul’un Anadolu Yakasındaki arazide fabrika, üretime hazır duruma getirilmişti. Üretimi yapılacak olan arabaların markası için ise 10 Ağustos 1966 tarihli Hürriyet gazetesinde çıkarılan ilanla yarışma düzenlenmiş, kazanana 10.000 TL ödül vaat edilmişti. Bu ilana gelen 100.000’e yakın mektupta dört isim öne çıkmıştı. Bunlar Veko (Vehbi Koç), Anadolu, Anadol ve Otosan idi; içlerinden Anadol tercih edilmişti.
Anadol Fabrikası
19 Aralık1966 tarihinde çalışmaya başlayan fabrikada üretilen ilk otomobillerin fiyatı 26.800 TL idi. Bu rakam o yıllarda 2980 dolara eşdeğerdi.
Ülkede toplam 80.000 civarında lastik tekerlekli aracın bulunduğu o yıllarda Anadol, ilk yıl 1760 adet üretilmiş, daha sonraki yıllarda bu sayı 8000’e çıkarılmıştı. Üretimine iki kapılı olarak başlanan bu araba, 1971 yılında dört kapılı olarak da üretilmeye başlanmış, 1974 yılında ise iki kapılının üretimine son verilmişti.
1,2 litre motor hacimli, alt tabanı tam şasi, kaportası fiberglas olan bu ilginç araba, fabrikanın kapatıldığı 1984 yılına kadar toplam 62.543 adet üretilmişti.
Anadol arabaların üretildiği Otosan Fabrikası, İstanbul’un Anadolu Yakasında, E-5 üzerinde Üsküdar Belediyesi sınırları içerisindeki 74 pafta, 1083 ada, 23 ve 51 parseller ile 1341 ada, 29 parseldeki toplam 181.200 m2’lik alanda idi.
Bugün bu arsanın, günümüzün önemli gruplarından biri tarafından satın alındığını ve satın alındıktan sonra İBB tarafından 01/12/2006 tarihli Meclis kararında 1/5000’lik planda yapılan parsele özel tadilat ile önemli bir yapılaşma hakkı kazandığını görmekteyiz.
Önceki imar hakkı 'TAKS= %25, KAKS=1, H=12,50 Ticaret+Konut' iken, 'TAKS= Avan projeye göre, KAKS=2, H=Serbest Ticaret+Turizm' durumuna getirilmiştir. Ayrıca burada da Koşuyolu’ndaki otelde olduğu gibi 'uygulama 1/5000 ölçekli plan üzerinden İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce tasdiklenecek avan projesine göre yapılacaktır' notu, plan yapım prosedürüne göre onanması gereken 1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planını ortadan kaldırıcı niteliktedir. Yani ilçe belediyesi olan Üsküdar Belediyesi’nin uygulama yetkisi elinden alınmaktadır.
Basında çıkan haberlere göre bu arsa, gerçekleştirilen plan tadilatı ile yüz milyonlarca dolar değer kazanmıştır.
Ancak bu konulara artık biraz daha değişik açıdan bakarak rant peşinde koşanlara bazı uyarılarda bulunmak gerekmektedir.
Rant, emek harcamadan sağlanan kazanımdır. Bu kazanım genellikle yasa ve yönetmeliklerin tüm vatandaşlara sağladığı haklardan daha fazlasını, bir şekilde kendine kazandırmak şeklinde oluşmaktadır. İmar rantı ise, diğer vatandaşların arsalarının imar hakkından daha fazlasını kendi arsasına kazandırmakla sağlanmaktadır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var ki o da rantlı arsaların az sayıda olması gereğidir. Yoksa tüm arsalar çok imar hakkı elde ettiğinde biri diğerinden fazla imarlı olmamaktadır. Dolayısıyla da aralarında diğerlerine göre rantlı arsa bulunmamaktadır. Aksine, rant kazandırılmamış yani imar hakkı çoğaltılmamış olanlar az sayıda olacağından, onlar diğerlerinden daha özellikli olacaklar ve de doğal olarak daha değerli olacaklardır.
Apartmanlaşmanın başladığı ilk yıllar olan 1970’li yıllarda aralarda kalabilmeyi başarmış olan tek tük bahçeli evler çok değerli olabiliyordu. Yakın gelecekte gökdelenlerin arasında kalmış olan 5-10 katlı binalar daha değerli ve özellikli bulunacaklardır. Zaten 10-20 daireli bir apartmanda yaşamakla 300-500 daireli apartmanda yaşamak çok farklı olsa gerek. Hele yataya da dağılmış olan 1000-1500 daireli sitelerde yaşamak hâlâ psikolojik olarak sofalı evlerdeki büyük aile yaşamından kopamamış insanımız için kolay olmasa gerek.
Bu inşaatları yapan şirketlerin pazarlamacıları da bunun farkında olmalılar ki, kent dışındaki sitelerin satışında halka yeni bir site kültürünü, kent içindeki yüksek apartmanlar için ise yeni bir rezidans kültürünü aşılamaya çalışıyorlar. Görülüyor ki bir anda bizi biz yapan mahalle kültürü bir kenara atılıvermektedir.
Ama 1970 ve 1980’li yıllarda kent içindeki müstakil evler nasıl değerliyse, bugün ve yakın gelecekte de kent içindeki 10-20 daireli apartmanlar daha değerli olacaktır. Yani bugün misli misli imar hakkı elde ederek rant kazandırıldığı sanılan arsalar çoğunluk olduklarından, yakın gelecekte rantsızlar sınıfına geçeceklerdir.
Sonuç olarak Otosan Fabrikası ilk otomobil fabrikası olarak korunur ve civarı eski imar durumuna göre değerlendirilirse hem daha değerli hem de topluma daha yararlı bir çalışma yapılmış olunacaktır.
ARİF ATILGAN Ocak 2008 Mimarlara Mektup
Sevgili Dostlar
Bu yazıyı yazdığım tarihten sonraki gelişmeleri, yukarıdaki fotoğrafın görüntülendiği yerden görüntülenmiş olan, aşağıdaki bugünün fotoğrafları açıklıyor sanırım. 26/01/2014
OTOSAN ARAZİSİ
Arif Atılgan
E-5 Otoyolu üzerinde, Fikirtepe kavşağının Çamlıca tarafındaki geniş alanda Türkiye’nin ilk otomobili olan Anadol’un üretildiği Otosan Fabrikası bulunmakta idi.
Ülkemizde, 1961 yılında TCDD’nin Adapazarı Vagon Fabrikasında Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in emriyle prototip olarak üretilen ve şimdi Eskişehir DDY Fabrikasında sergilenen Devrim marka otomobili saymazsak, ilk olarak fabrikada üretilen Türk otomobili Anadol'dur.
Cumhuriyet tarihimizin önemli işadamlarından Vehbi Koç, ortağı Bernar Nahum ile birlikte iş hayatına başladıkları ilk yıllardan itibaren, Türkiye’de otomobil üretmeyi düşünüyordu. 1966 yılında bu amaç gerçekleştirilecek duruma gelmiş ve İstanbul’un Anadolu Yakasındaki arazide fabrika, üretime hazır duruma getirilmişti. Üretimi yapılacak olan arabaların markası için ise 10 Ağustos 1966 tarihli Hürriyet gazetesinde çıkarılan ilanla yarışma düzenlenmiş, kazanana 10.000 TL ödül vaat edilmişti. Bu ilana gelen 100.000’e yakın mektupta dört isim öne çıkmıştı. Bunlar Veko (Vehbi Koç), Anadolu, Anadol ve Otosan idi; içlerinden Anadol tercih edilmişti.
Anadol Fabrikası
19 Aralık1966 tarihinde çalışmaya başlayan fabrikada üretilen ilk otomobillerin fiyatı 26.800 TL idi. Bu rakam o yıllarda 2980 dolara eşdeğerdi.
Ülkede toplam 80.000 civarında lastik tekerlekli aracın bulunduğu o yıllarda Anadol, ilk yıl 1760 adet üretilmiş, daha sonraki yıllarda bu sayı 8000’e çıkarılmıştı. Üretimine iki kapılı olarak başlanan bu araba, 1971 yılında dört kapılı olarak da üretilmeye başlanmış, 1974 yılında ise iki kapılının üretimine son verilmişti.
1,2 litre motor hacimli, alt tabanı tam şasi, kaportası fiberglas olan bu ilginç araba, fabrikanın kapatıldığı 1984 yılına kadar toplam 62.543 adet üretilmişti.
Anadol arabaların üretildiği Otosan Fabrikası, İstanbul’un Anadolu Yakasında, E-5 üzerinde Üsküdar Belediyesi sınırları içerisindeki 74 pafta, 1083 ada, 23 ve 51 parseller ile 1341 ada, 29 parseldeki toplam 181.200 m2’lik alanda idi.
Bugün bu arsanın, günümüzün önemli gruplarından biri tarafından satın alındığını ve satın alındıktan sonra İBB tarafından 01/12/2006 tarihli Meclis kararında 1/5000’lik planda yapılan parsele özel tadilat ile önemli bir yapılaşma hakkı kazandığını görmekteyiz.
Önceki imar hakkı 'TAKS= %25, KAKS=1, H=12,50 Ticaret+Konut' iken, 'TAKS= Avan projeye göre, KAKS=2, H=Serbest Ticaret+Turizm' durumuna getirilmiştir. Ayrıca burada da Koşuyolu’ndaki otelde olduğu gibi 'uygulama 1/5000 ölçekli plan üzerinden İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce tasdiklenecek avan projesine göre yapılacaktır' notu, plan yapım prosedürüne göre onanması gereken 1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planını ortadan kaldırıcı niteliktedir. Yani ilçe belediyesi olan Üsküdar Belediyesi’nin uygulama yetkisi elinden alınmaktadır.
Basında çıkan haberlere göre bu arsa, gerçekleştirilen plan tadilatı ile yüz milyonlarca dolar değer kazanmıştır.
Ancak bu konulara artık biraz daha değişik açıdan bakarak rant peşinde koşanlara bazı uyarılarda bulunmak gerekmektedir.
Rant, emek harcamadan sağlanan kazanımdır. Bu kazanım genellikle yasa ve yönetmeliklerin tüm vatandaşlara sağladığı haklardan daha fazlasını, bir şekilde kendine kazandırmak şeklinde oluşmaktadır. İmar rantı ise, diğer vatandaşların arsalarının imar hakkından daha fazlasını kendi arsasına kazandırmakla sağlanmaktadır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var ki o da rantlı arsaların az sayıda olması gereğidir. Yoksa tüm arsalar çok imar hakkı elde ettiğinde biri diğerinden fazla imarlı olmamaktadır. Dolayısıyla da aralarında diğerlerine göre rantlı arsa bulunmamaktadır. Aksine, rant kazandırılmamış yani imar hakkı çoğaltılmamış olanlar az sayıda olacağından, onlar diğerlerinden daha özellikli olacaklar ve de doğal olarak daha değerli olacaklardır.
Apartmanlaşmanın başladığı ilk yıllar olan 1970’li yıllarda aralarda kalabilmeyi başarmış olan tek tük bahçeli evler çok değerli olabiliyordu. Yakın gelecekte gökdelenlerin arasında kalmış olan 5-10 katlı binalar daha değerli ve özellikli bulunacaklardır. Zaten 10-20 daireli bir apartmanda yaşamakla 300-500 daireli apartmanda yaşamak çok farklı olsa gerek. Hele yataya da dağılmış olan 1000-1500 daireli sitelerde yaşamak hâlâ psikolojik olarak sofalı evlerdeki büyük aile yaşamından kopamamış insanımız için kolay olmasa gerek.
Bu inşaatları yapan şirketlerin pazarlamacıları da bunun farkında olmalılar ki, kent dışındaki sitelerin satışında halka yeni bir site kültürünü, kent içindeki yüksek apartmanlar için ise yeni bir rezidans kültürünü aşılamaya çalışıyorlar. Görülüyor ki bir anda bizi biz yapan mahalle kültürü bir kenara atılıvermektedir.
Ama 1970 ve 1980’li yıllarda kent içindeki müstakil evler nasıl değerliyse, bugün ve yakın gelecekte de kent içindeki 10-20 daireli apartmanlar daha değerli olacaktır. Yani bugün misli misli imar hakkı elde ederek rant kazandırıldığı sanılan arsalar çoğunluk olduklarından, yakın gelecekte rantsızlar sınıfına geçeceklerdir.
Sonuç olarak Otosan Fabrikası ilk otomobil fabrikası olarak korunur ve civarı eski imar durumuna göre değerlendirilirse hem daha değerli hem de topluma daha yararlı bir çalışma yapılmış olunacaktır.
ARİF ATILGAN Ocak 2008 Mimarlara Mektup
Sevgili Dostlar
Bu yazıyı yazdığım tarihten sonraki gelişmeleri, yukarıdaki fotoğrafın görüntülendiği yerden görüntülenmiş olan, aşağıdaki bugünün fotoğrafları açıklıyor sanırım. 26/01/2014
19 Ocak 2014 Pazar
DÖNÜŞEN BEYKOZ
Mimarlara Mektuplarım
DÖNÜŞEN BEYKOZ
Arif ATILGAN
Eski tarihlerde Beykoz, beylerin ve padişahların av köşklerinin bulunduğu bir çevre olarak göze çarpmaktadır. MÖ 700’lü yıllarda burada yaşayan Trakların kralının adıyla Amikos olarak anılan Beykoz, 1402 yılında Yıldırım Bayezit tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. Bu tarihten sonra ise Kocaeli beylerinin ikamet etmesi dolayısıyla, 'beylerin köyü' anlamında, 'bey' ve Farsça 'köy' demek olan 'kos' kelimelerinin birleşmesiyle 'Beykos' adını almıştır. 'Beykos' daha sonra 'Beykoz' olarak dillere yerleşmiştir.
Ancak, günümüzdeki yerleşim burada kurulan üç fabrika ile oluşmuştur. Bu fabrikalar Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası, Paşabahçe Tekel Fabrikası ve Paşabahçe Cam Fabrikası’dır.
İlk olarak1812 yılında Beykoz’da deri imalathanelerinin oluşmasıyla orduya palaska ve kuşam takımları üreten bir deri atölyesi kurulmuştur. Bu atölye 1842 yılında kundura da üretmeye başlamış ve bu kunduralar Avrupa’da Fransız kunduralarından daha çok tercih edilir olmuştur. 1912 yılında tesise buhar kazanı alınmasıyla günde 1000 çift kundura üretimine ulaşılmış ve atölye artık bir fabrika durumuna gelmiştir. 11 Temmuz 1933 tarihinde ise Sümer Bank Deri ve Kundura Sanayii kurulmuştur.
DÖNÜŞEN BEYKOZ
Arif ATILGAN
Eski tarihlerde Beykoz, beylerin ve padişahların av köşklerinin bulunduğu bir çevre olarak göze çarpmaktadır. MÖ 700’lü yıllarda burada yaşayan Trakların kralının adıyla Amikos olarak anılan Beykoz, 1402 yılında Yıldırım Bayezit tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. Bu tarihten sonra ise Kocaeli beylerinin ikamet etmesi dolayısıyla, 'beylerin köyü' anlamında, 'bey' ve Farsça 'köy' demek olan 'kos' kelimelerinin birleşmesiyle 'Beykos' adını almıştır. 'Beykos' daha sonra 'Beykoz' olarak dillere yerleşmiştir.
Ancak, günümüzdeki yerleşim burada kurulan üç fabrika ile oluşmuştur. Bu fabrikalar Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası, Paşabahçe Tekel Fabrikası ve Paşabahçe Cam Fabrikası’dır.
İlk olarak1812 yılında Beykoz’da deri imalathanelerinin oluşmasıyla orduya palaska ve kuşam takımları üreten bir deri atölyesi kurulmuştur. Bu atölye 1842 yılında kundura da üretmeye başlamış ve bu kunduralar Avrupa’da Fransız kunduralarından daha çok tercih edilir olmuştur. 1912 yılında tesise buhar kazanı alınmasıyla günde 1000 çift kundura üretimine ulaşılmış ve atölye artık bir fabrika durumuna gelmiştir. 11 Temmuz 1933 tarihinde ise Sümer Bank Deri ve Kundura Sanayii kurulmuştur.
Sümer Bank (Beykoz) Deri Kundura Fabrikası
Tekel Fabrikası; 1922 yılında Hasan Hulki Bey isimli bir kişinin, 1900’lü yılların başlarından beri Paşabahçe sahilinde mum üretimi yapılan bir tesisi satın alarak alkollü içki üretmeye başlamasıyla kendini göstermiştir. 1 Ekim 1933 tarihinde devletin bu tesisi Hasan Hulki Bey’den 160.000.- TL’ye satın alarak Paşabahçe Tekel Fabrikası’nı kurmasıyla da resmen çalışmaya başlamıştır.
Paşabahçe Tekel (Rakı) Fabrikası
Beykoz’da cam üretimi, Osmanlı döneminde kent içinde bulunan küçük atölyelerin oradaki yangın riskinden korunmak için yerleşim yeri bulunmayan Paşabahçe’ye taşınmasıyla gerçekleştirilmeye başlamıştır. 17 Şubat 1934 tarihinde ise bu atölyelerin yakınında Trakya Şişe ve Cam Fabrikası A.Ş. kurularak hayata geçirilmiştir. Cam üretimi MÖ 10. yüzyılda Güneydoğu Anadolu’da, MS 10. yüzyılda ise Orta Anadolu’da yapılmıştır. İstanbul’da ise Paşabahçe’de sürdürülen camcılık günümüze kadar devam etmiştir. Bu sebepten her biri ayrı sanat eseri olan çeşm-i bülbüllerin yakın tarihteki evi Paşabahçe’dir.
Paşabahçe Cam Fabrikası
İşte bu üç fabrikaya Boğaz vapurlarıyla gidip gelen işçilerin daha sonra işyerlerine yakın yerleşme istekleriyle Beykoz semti oluşmuştur. Beykoz, bu fabrikaların beslediği halkıyla kendi içinde ekonomisini oluşturmuş bir semtimizdir. Bu üç fabrikadaki işçilere kamu idaresinde çalışanlarla esnaf da katıldığında Beykoz’da 15-20 bin kişinin çalıştığı tespit edilebilir. Beykoz bu çalışan kesimin baktığı aile fertleri ile 80-100 bin civarı bir nüfusla 1980 yılına kadar gelebilmiştir. Bu nüfus 2000’li yıllarda 216 binlere ulaşmıştır.
Eski Beykoz İskelesi
Eski Paşabahçe İskelesi
Geçtiğimiz son 10-20 yılda Beykoz’da bir dönüşüm başladığı izlenmektedir. Burada lüks villaların inşa edildiği, öte yandan Beykoz halkını besleyen üç fabrikanın da faaliyetlerine son verildiği görülmektedir.
2004 yılında önce Paşabahçe Cam Fabrikası kapatılmış, ardından diğer iki fabrikada da üretime son verilerek üç fabrika satılmıştır. Satın alanlar bu tesisleri arsaları için satın aldıklarını açıkça ifade etmişlerdir.
Beykoz’a can veren bu üç fabrikanın kapatılması Beykozluları derinden etkilemiş ve semtli işsiz kalmıştır. Bugün Beykoz’un gerçek sahibi olan Beykozlular yeni gelen zengin tabakanın yanında hizmetkârlık işi bulduklarında sevinir olmuşlardır. Zaten bir kısmı da yaşayabilmek için Beykoz’u terk etmektedir.
Bugünkü Beykoz
Bu durum tipik bir dönüşümdür. Dönüşümde sadece binalar değil, sosyal, kültürel yapı, gelenekler ve en önemlisi insanlar da dönüşmektedir. Beykoz artık on yıl önceki Beykoz değildir. Bu dönüşüm devam edecektir. Marinalar, oteller, lüks konutlar inşa edilecek; Beykoz, Beykozlunun yaşayamayacağı yüksek ekonomik seviyede bir semt olacaktır. Kısacası bundan on yıl sonra bundan on yıl önceki Beykoz’dan hiçbir iz kalmayacaktır. Son Beykozlu, semtini terk ettiğinde ise Beykoz dönüşümünü tamamlayacaktır.
Halbuki Beykoz’da daha değişik bir uygulama yapılabilir, dönüşüm yerine yenilenmesi sağlanabilirdi.
Bu üç tarihî fabrikada ilk yıllardaki geleneksel üretim, nostaljik bir şekilde kendilerine ayrılan bölümlerde sürdürülebilir, modern üretime ise fabrikaların diğer taraflarında yine devam edilebilirdi. Ayrıca bu geleneksel üretimi izlemek için Beykoz’a dünyanın her tarafından turist gelmesi de sağlanabilirdi. Onlar için çevreyi bozmadan yapılacak konaklama tesisleri devreye sokulur, hem daha çok hem de sürdürülebilir bir gelir elde edilebilirdi. Üstelik bu çalışmalar esas amaç olan semtin geçmişinin korunması ile gerçekleştirilebilirdi.
İtalyanlar MS 10. yüzyılda Anadolu’dan etkilenerek yaptıkları cam üretimini bugün Venedik’in yanı başındaki Murano adasında geleneksel bir şekilde küçük atölyelerde devam ettirmektedirler. Dünyanın her yanından insanlar bu adacığa onları izlemek için gelmekte ve atölyelerin kapısındaki küçük dükkânlardan alışveriş yapmaktadırlar. Göründüğü kadarıyla da bu küçük adacığı dönüştürmeyi hiç düşünmemektedirler.
Dönüşümü savunanlar turizm ve ticareti artırarak daha çok gelir elde edeceklerini ifade etmekte, ama kenti tükettiklerinin farkına varmamaktadırlar.
Kentsel dönüşüm, kentte kentli bırakmamak ana fikriyle yapılmakta ve kenti başkalarına satmak şeklinde gerçekleştirilmektedir. Halbuki kentli olmadan kent olamaz.
Kentsel yenileme ise kentliyi asla yok saymadan onlarla birlikte hazırlanan projelerle bölgeye şehircilik, mimarlık, mühendislik hizmeti sokmak şeklinde oluşmaktadır.
Beykoz, kentsel dönüşüm açısından bir laboratuvardır. Dönüşümcüler burada olanları iyi izlerlerse yakın zamanda bu semtin hafızasının kaybolduğunu göreceklerdir.
Umarım Beykoz’un bu talihsiz deneyiminden ders alınır ve bütün İstanbul’un geçmişinin yok edilmesinden vazgeçilir.
ARİF ATILGAN Temmuz 2007 Mimarlara Mektup